Turgay Bayburt

Kaybolan Işıltı: Otuzunda Kadın

Okuma süresi: 3 dakika

“Bir yaş vardır ki, insanlar kendini beğenmişliğin verdiği aldatıcı sevinçlerle yetinmek zorundadır.” der Balzac. Bahsedilen yaş, herkes için otuz olsa da, aslında, kişiye ve çekilen çilelere göre ileri veya geriye gidebilir. Peki, niçin otuz? Çünkü ekseriyetle, on sekizinde başlayan gençliğin pırıltısı, otuz yaşa gelince söner de ondan. Şayet, rahat ilerleyen bir hayatımız varsa, kendini beğenmişliğin verdiği o aldatıcı sevinçler kırka kadar da sürebilir. Zaten kırk yaş, zaruri bir dönüşüm yaşıdır, kabullenmek zor olsa da.

İnsan için en zor şey, herhalde kendi hakikatini fark etmek ve kabul etmek olsa gerek. İnsan, kendine hayran olmaya meyilli yaratılmış çünkü. Gösterişe, iç beğeniye ve övünmeye düşkün olması bundandır; servet ve şöhret tutkusu da öyle. Rahat yaşamak, ışıltılı ve görkemli bir ömür sürme arzusu çepeçevre kuşatır onu. Aslında bu, cennette sunulacak nimetlere bu dünyada sahip olma aceleciliğinden ileri gelir. Elde etmesi kolay olmayan bu imkânlar için pek çok insan, ömrünü tüketse de, bazıları, zengin, şöhretli veya makam sahibi kimselerle evlenerek en kestirme yoldan ona kavuşmayı tercih eder. Eder etmesine de, tıpkı şöhret gibi, bu dahi zehirli baldır.

Evet, evlenmek hayatın zaruretidir. Sevmeye ve âşık olmaya fıtri bir eğilimi olan insan, zamanı gelince, seveceği ve kendini feda edeceği bir eş arayışına girer. Aradığıyla karşılaşmak, karşılaşılsa bile kavuşup kavuşamama problemi vardır. Çünkü zihinler, ilk olarak, idealize edilmiş medyatik suretlerle karşılaşmış ve onlarla dolmuştur. Kız olsun erkek olsun, evleneceği kişinin o ünlülerden veya benzerlerinden olmasını ister. Fakat çoğu kez medyada karşılaşılan o kurgu güzellerle gerçek hayatta karşılaşmak zordur. Ta en başta, ilk karşılaşmalarda ‘elektrik alamama’nın temelinde de bu vardır. Bundan dolayı, pek çok insanın bulduğu, aradığı olmaz.

Bazen iki kişi birbirini beğenerek, bazen de biri diğerini gözünde büyüterek evlenir. Velakin şu imtihan dünyasında, hiç bir şey kararında kalmadığı gibi evlilik de bir kararda yürümez. İlla ki çatışma dönemleri gelir. Ve kaprislerin de tesiriyle, sanki adi bir mesele gibi, hemen ayrılık zilleri çalar. Hele bu, iki ünlünün evliliği ise,  boşanma gecikmez. Meselenin kadın tarafında da durum değişmez. Gilda karakteriyle meşhur olan ve pek çok mutsuz evlilik yapan Rita Hayworth’ün konuyla ilgili sözü enfestir: “Bütün erkekler Gilda ile evlendi. Ama sabah benimle uyandılar…” Sonuç: Elbette ki mutsuz evlilik, erken ayrılık. Aytmatov’un, “Mutlu evlilikler vardır ama azdır.” sözü de bir yanıyla buraya bakar. Yine de, bu tür evliliklerin ışığına ve sıcaklığına koşan çoktur ve aldananı eksik olmayacaktır. Tıpkı Julie gibi.

Peki, Julie da kim, diyeceksiniz? O, klasik romanın babası kabul edilen Balzac’ın “Otuzunda Kadın”ı. Küçük yaşta öksüz kalan Julie, evlilik çağına gelince, baba nasihatini dinlemeyerek, Napolyon’un subaylarından, gözünü kör eden aşkı Victor ile evlenir. Bu evlilik onu Aiglemont markizliğine yükseltse de mutlu etmez. Hayal ettiği gibi aşktan sevgiye değil, aşktan toplumsal bir ödeve, oradan da acı ve ıstıraba sürüklenir. Babası, hayat tecrübesine dayanarak, çok değil, on yıl sonra bu durumu yaşayacağını söylemiş olsa da iş işten geçmiştir. Artık, o, yazarın tabiriyle, kökünü kara bir böcek kemiren güzel bir çiçeğe dönecektir.

 “Otuzunda Kadın”, olayların tahmin ettiğimiz bir hat üzerinde akıp gideceğini beklerken çok çabuk ve ustaca geçişlerle yepyeni mecralara açılan ve okuru şaşırtan masalsı bir kitap. Balzac, hayata, tecrübeye ya da ‘vitrindekiler’e dair gerçekçi gözlemleri ve tespitleriyle, kurduğu hikmet dolu cümleleriyle bir yazardan ziyade sanki bir bilge olduğunu düşündürür. Geçmişe bakan yönüyle krallar, günümüze bakan yönüyle de siyasiler üzerine tespitlerini okuduğumuzda, romanın yazılma sebebinin aslında bu konu olabileceği akla gelir. Yazar, kırsal kesimden gelmiş bir entelektüel olarak, ihtişamlı bir şekilde göz önünde duran ve bulunduğu yeri hak etmeyen soylu, varlıklı veya muktedir kimselerle bu eser vasıtasıyla hesaplaşır gibidir. Çünkü çağlar geçse de dünyada değişen bir şey yoktur.

Bazen gözlemci olarak, bazen de içinde yer alarak, “Her eserde kendimizi, toplumumuzu, dönemimizi okumamız.”, yazarların insanı yakalama başarısıyla ilgilidir. Klasikleri ve yazarlarını farklı kılan da budur aslında. Erken yaşta ölmesine rağmen, yüz otuz civarında eser bırakan Balzac’ın, yalnızca öne çıkan romanları değil, “Otuzunda Kadın”ı da, değerli bir ilgiyi hak ediyor. Zâten eserin dilimize ilk çevirisinin Cemil Meriç tarafından yapılmış olması da bunu gösteriyor. Şayet, okumanın teselliye dönüştüğü bir ortamda karşıma çıkmasaydı, belki de hiç fark etmeyecek ve okumaktan mahrum kalacaktım. Bereket ki öyle olmadı.

4 thoughts on “Kaybolan Işıltı: Otuzunda Kadın

  • Hikmet

    “okumanın teselliye dönüştüğü bir ortam”
    Bazen teselli, hatta terapi…. Bibliyoterapi diye bir tabir bile var. Bu zamanlar iyi değerlendirilebilse keşke.

    Yanıtla
    • Anonim

      Allah, okumanın teselliye dönüştüğü o ortamlardan cümle masumları kurtarsın. Oralarda zamanın iyi değerlendirildiğini düşünüyorum

      Yanıtla
      • Hikmet

        Haklısınız Anonim Hanım/Bey, ortamın mekanla ilgili olduğunu fark edememişim bir an için, zamanla ilgili gibi düşünmüşüm nedense. Sonra daha genel düşünmüş, içten bir bakışla kendimi işin içine katarak o cümleyi yazmışım. Algılama sorunum var sanırım. Tatmayan bilmez, onun için belki de.

        Yanıtla
  • Eminou

    Yorumlar güncele akarken daha güzel oluyor. Tebrikler…

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.