Turgay Bayburt

Güce Güç: Demir Ökçe

Okuma süresi: 7 dakika

Henüz çocuk yaşta çalıştığı konserve fabrikasında işçilikle tanışan ve ezenle ezileni yakından tanıma fırsatı bulan London, kısa ömrüne oldukça hareketli bir yaşam ve elli civarında kitap sığdırır. Daha on yedi yaşındayken balık avı için Japonya kıyılarına gitme imkânı bulur. Denizden dönünce yine fabrika işçiliği yapar ve sonra başıboşluk sebebiyle bir ay hapis yatar. Yirmi bir yaşında, altın avı için Alaska’ya gider. Zor şartlardan dolayı hastalanır ve ölüm tehlikesi yaşar. Bir Cizvit papazının bakımıyla ilgilenmesi sebebiyle ölümden kurtulur.

Bununla birlikte iyi bir okurdur. Daha on yaşındayken kütüphane ile tanışır. Oakland’da sonradan, şair ve yazar olarak tanınacak olan kütüphaneci Ina Coolbrith’ı ile şair George Sterling’i tanıması onu ömrü boyunca etkiler. Tabii bir de, bir köylü çocuğunun müzikteki başarısını konu alan “Signa” isimli romandan etkilenir. Okuduğu eserler, tanıştığı kişiler ve katıldığı her ortam ona pek çok konuda donanım kazandırır. Doğal olarak eserlerine bir zenginlik olarak yansır bunlar.

London, girdiği her ortamda, yaşayarak gördüğü adaletsizlikler sonucunda erken yaşta sosyalizmi savunmaya başlar. Hatta bu konuda ateşli nutuklar bile atar. Çalışma sürelerinin uzunluğu ve ödenen karşılığın yetersizliği, aynı zamanda, işçilerin adeta bir sömürüye tabi tutularak değersizleştirilmesi onu bu konuda düşünmeye ve eserler yazmaya iter. En güzel eseri “Martin Eden”de edebiyat çerçevesinde, “Demir Ökçe”de ise bir devrimci edasıyla doğrudan kapitalizm karşıtlığını işler. Yazar, ekseriyetle ekonomik kaygılarla yazsa da ve derdi sosyalizmin propagandası olmasa da, bu kitap, sosyalizmin el kitabı gibidir.

Kitapta başkahraman olarak Ernest Everhard’ı görürüz. Ernest, sosyalist bir delikanlı olarak, kendisinden sonra gerçek hayatta ortaya çıkacak olan Che Guavera ve Deniz Gezmiş’in prototipi gibidir. İyi bir eğitim almıştır ve hitabeti de iyidir. Gözü kara ve mücadeleci bir karaktere sahiptir. Karizmatik kişiliğiyle, Profesör John Cunningham’ın kızı Avis’in dikkatini çeker. Şahit olduğu haksızlıklarla birlikte Ernest’in sosyalist fikirlerinden etkilenen Avis, çok geçmeden onunla evlenir. Gözlemlerini, hatıralarını ve birlikte yaşadıkları macerayı yoğun hislerle satırlara dökerek bu eseri kaleme alan da ondan başkası değildir. 

Ernest, büyük bir toplantıda iktidarı elinde bulunduran sermaye babalarına bir konuşma yapar. Onları, üstlerinde egemenlik kurarak ezer. Sizi bulunduğunuz yerden indirmek için harekete geçtiğimizde ne yaparsınız, diye sorunca bir tek kişiden cevap gelir. O da Bay Wickson’dır ve cevabı da oldukça serttir: “İşte yanıtımız. Size söylenecek sözümüz yok. Saraylarımızı ve mallarımızı almak için gücünden böylesine emin olduğunuz ellerinizi uzattığınızda size gücün ne olduğunu göstereceğiz,” der. “Karşılığımız top sesleriyle, şarapnel patlamalarıyla ve makineli tüfek sesleriyle olacaktır. Dünya bizim ve öyle de kalacağız. Emekçi ordusuna gelince, bizden sonrakiler iktidarda kaldıkça bataktan çıkamayacaktır. İşte o yüce sözcük: iktidar! Ne tanrı, ne servet, ama iktidar. Bu sözcüğü dilleriniz şişinceye kadar tekrarlayın; iktidar!”

İşte, “Demir Ökçe” küçük bir kasabadan başlayarak devlet yönetimine kadar idareyi elinde bulunduranların değil, oligarşi, plütokrasi, tröst, kapitalist erkler olarak isimlendirilen gerçek iktidarın yani sermaye sahiplerinin adıdır aslında.  Evet, toplumu resmen ve siyaseten yöneten bir iktidar her zaman mevcuttur ve bu iktidarın refleksleri de diğeriyle örtüşür. Siyasi iktidar da, Faucoult’nun “İktidarın Gözü”nde bahsettiği gibi, insanlar üzerinde ezici bir güç ve denetim uygular; fakat sermayenin iktidarı, bir ülkeyle bir kıtayla sınırlı değildir. Onun iktidarı, yer kürenin bütününde nüfuz edecek şekilde uzanır. 

Aslında, tarihin her döneminde, yer yer çatışmalar yaşasalar da, yerelden genele, servet sahipleriyle siyasi erkin, biri daima diğerine muhtaç ve lazım bir şekilde hep yan yana ve kol kola olmuştur. Abraham Lincoln, 1865’te öldürülmeden birkaç gün önce yaptığı bir konuşmada: “Yakın bir gelecekte büyük bir bunalım patlayacağını hissediyorum. Büyük şirketler iktidarı ele geçirdiler. Bunun peşinden yüksek makam sahiplerinin suiistimalleri gelecek. Kapitalist iktidar, halkın inançlarına dayanarak egemenliği pekiştirecek, servetler birkaç elde toplanacak ve cumhuriyet yıkılacak,” diyerek, sanki bu meseleyi dile getirir.

Petrol şirketleri, silah tüccarları, ilaç sektörü, bilişim sektörü, küresel ekonomik güç olarak dünya siyasetine yön veren durumundadır. Bizlerin daha çok ekranlarda gördüğümüz iktidarlar, belki de sadece ekran koruyucusu mahiyetindedir. Küresel sermayelerin iktidarı öyle güçlüdür ki, yargıdan meclise, medyadan sanatçılara, askeriyeden emniyete, eğitim, sanat ve spordan turizme ve bürokrasiden dini çevrelere kadar her yere uzanmıştır. Dokundukları her alanda ve bulundukları her toplumda asıl karar alıcı ve istikamet belirleyici onlardır. Anthony Sampson’ın,“Petrol Oyunu- The Seven Sisters” isimli araştırma eseri tam da bu konuyu ele alır.

İşte böyle bir iktidarın temsilcilerinin ve din adamlarının olduğu önemli bir toplantıda, Piskopos Morehouse, İsa’nın yolunda iyilik ederek, sahip olunan imkânları, düşmüşlerin, zayıfların, hastaların, yani “İsa’nın kuzuları”nın huzuru için kullanmayı öğütler. Sadece para ve yardımın yetmeyeceğini söyler. İsa gibi “adanmışlık” gerekir der. Oscar Wilde’dan bir şiir okur. Günümüzdeki din adamı ve iktidar profiliyle, Hz İsa’nın yoksulluğunu, yalnızlığını ve gözyaşlarını kıyaslayan şiirini. Sonunda delirdi diyerek apar topar salondan atarlar onu. Avis, bunun yarınki gazetelerde sansasyonel haberlere yol açacağını düşünür; ama Ernest, tek satır bile çıkmayacak der. Gazete yöneticilerini hesaba katmıyorsun der. Onların alacakları ücretin, izledikleri siyasete bağlı olduğunu söyler. Bu da, kurulu düzeni tehdit edecek tek bir satırı bile gazeteye koymamaktır.

Tıpkı medya patronları gibi, işçi önderleri, üniversite yöneticileri, akademisyenler, parti liderleri, bakanlar ve milletvekilleri, bürokratlar, sanatçılar, hukukçular, kolluk güçleri de sermaye sahipleri tarafından satın alınmıştır. Kurulu düzeni değiştirmeye ya da bozmaya çalışan her fikir ve kişi anında ve derhal delilikle, ajanlıkla, hainlikle, terörist olmakla yaftalanır ve hayatın dışına atılıverir. Tarihte peygamberler başta olmak üzere hakkı ve adaleti savunan bütün diriliş öncüleri ve fikir insanları aynı muameleyle karşılaşmaktan kurtulamaz. Başarılı olmaları da ancak büyük sıkıntı ve çilelere katlanarak mümkün olur.

Kurulu düzenin organizatörü büyük zenginler, devletin, bürokrasi, yasama ve yüksek mahkeme gibi hayati noktalarında bulunan yetkililerini rüşvet veya şantaj yoluyla yanlarına çekmeyi iyi bilirler. İstedikleri faydayı elde etmek ya da gelecek bir zarardan emin olmak her vakit elzemdir onlara. Değilse parti bile kurdurur ya da bizzat devlet yönetimini ellerine geçirirler. Bunun için hükümeti kendi hesabına kullanmaları veya darbeyle devirmeleri de mümkündür. Süper devletlerden, daha küçük devletlere kadar bu durum genelde değişmez.

Eserde, işçi protestolarının yaşandığı bir sahne vardır.  İngiltere’de sanayi devrimi sonrası ucuz işgücü adına, çocuk işçilik yaygınlaştırılınca işten çıkarılan yetişkinler makineleri kırmayı hedeflerler. Ernest bunları “makine kırıcı”lar olarak adlandırır ve yaklaşımlarını yanlış bulur. “Hâlihazırdaki sahiplerini uzaklaştırıp onları biz işletelim,” der ve ekler: “Baylar, bu, sosyalizmdir.” Küresel ekonomik soylular öyleyken, sosyalistler de böyledir. Bu noktadan bakınca, devrimci sosyalizmin bir problem çözen olmaktan ziyade, güce karşı güç felsefesiyle bir başka problem çıkaran olduğu düşünülebilir. 

Kahramanımızın, küçük sermaye temsilcileriyle diyaloglarını okuyunca hayli şaşırdığımı söylemeliyim. Ernest: “Tröstler hükümeti ele geçirince ayaklanacağınızı söylüyorsunuz. Buna karşılık hükümet size orduları, milis kuvvetleri, polisi, sözün kısası birleşik devletlerin elinin altında tuttuğu bütün güçleri kullanacaktır,” dediğinde, karşısındakilerden biri: “Milis kendi gücümüzdür,” diye bağırır.Ernest de: “Özgürlüklerini almak için ayaklanan yoldaşlarını ezmek için başka eyalet ve devletlerden arkadaşlarınız milise girip iç savaşı kanla bastırmaya koşacaklar,” der. Karşısındakiler, “Biz de milise girmeyiz,” derler. Buna karşılık Ernest: “Karşınızdaki gücün niteliğini kavrayamıyorsunuz. Size seçim hakkı bırakmıyorlar ki, milise zorla alırlar,” açıklamasını yapar. “Bu ülkede vatandaşlık hukuku var,” diye diretirler. Ernest Everhard’ın cevabı düşündürücüdür: “Sıkıyönetim ilan edildi mi hukuk falan kalmaz.” Hayli ibretlik…

Ernest, kamuoyunu biçimlendiren, ulusun kültürel gelişmesine izin veren kurumların, basın, din adamları ve üniversiteler olduğunu söyler. Sanatçıları da, plütokrasinin zevklerine hizmet edenler olarak görür. Sermayenin tek başına yeterli olmadığını şöyle ifade eder: “Zenginlik her şeye rağmen tek başına bir güç değildir; iktidarı ele geçirmek için bir araçtır,” Çünkü bütün icraatları legal bir surette ve devlet eliyle yapmak her zaman akıllıcadır.

Bu konuda en öne çıkan bir erki, Rockefeller’ı misal verir. O, Standart Oil’i kurduktan sonra demiryolları ve tramvay işletmeciliğinden başlayarak, madencilik, devlet ve belediye tahvilleri, denizyolları, telgraf şirketleri, arsa işleri, otelcilik, han yapımı, sigortacılık, bankacılık da dâhil neredeyse girmediği sektör bırakmaz. Bu gruplardan yalnızca birinin, bir demiryolu şirketinin gücü bile şaşırtıcıdır. “Bu şirket, mahkemede halka hak kaptırmamak için kırk bin avukat kullanır. Yargıçlara, bankerlere, gazete yöneticilerine, bakanlara, üniversite hocalarına, bürokrasinin ve meclisin ileri gelenlerine, sayısız bedava yolculuk kartları dağıtır. Başkentte ve bütün eyalet merkezlerinde, entrika yuvaları, lüks lobiler açar. Ki, bu lobiler, halkın çıkarlarını korumakla görevli milletvekillerini denetlemek ve korkutmak ya da satın almak için kurulmuş özel kurumlardır. Bu ordunun görevi, ülkenin büyük küçük bütün kentlerinde, görevleri seçim komitelerine ve parti birliklerine girmek, jürileri ikna etmek, yargıçlara rüşvet vermek, şirketin çıkarlarını ödünsüz savunmaktır.” Böylelikle küresel ölçekte halen yaşanmakta olan düzene açıklık getirilir.

Gücün her durumda gösterdiği refleks aynıdır. Kurdukları düzene karşı çıkan herhangi bir negatif bakış, onları olduğundan fazla rahatsız eder. Avis’in akademisyen babası da bunlardandır. Dr. John Cunningham,“Ekonomi ve Eğitim” adlı kitabını yayınlatmakla şimşekleri üstüne çeker. Üniversiteden ihraç edilmekten kurtulamaz. Kitabı gizlice toplatılır. Önüne engeller çıkarılır. Kitap yeniden basılsa da zaten ellerinde olan posta bakanlığı vasıtasıyla dağıtımını engellerler. Tren şirketi de dağıtım işini reddeder, çünkü onlarındır. Matbaa, Birleşik Devletler bayrağını taşıyan ve marşlar söyleyen milliyetçi bir grup tarafından yakılır. Sonra Cunningham, delirdi denilerek akıl hastanesine gönderilir. Ama o, “Öç düşünmeyecek kadar filozof ve sade, bırakmak zorunda olduğu rahatlığı aramayacak kadar da manevi dünyaya ağırlık veren bir adamdır,” iyi mi?

Öte yandan, derdest edilip götürülen Piskopos Morehouse, atıldığı tımarhaneden kurtulduktan sonra, sahip olduğu şeyleri satarak fakir ve muhtaçlara harcamayı seçer. Onun bu tavrı saygı uyandırır ve gerçek huzur ve sıhhate eriştiren adanmış bir derviş hayatını hatırlatır. Yine de bu saygın tavır bile kapitalist anlayışla zıttır. Felsefesini her daim alma üzerine kurmuş bir anlayış için, karşılık gözetmeksizin vermek anlaşılır bir şey değildir…

Kapitalizmin en masum ve doğal işleyiş biçimi üretim, tüketim ve pazarlama üçgeninde gerçekleşir. Hammadde ürüne çevrilir. Üretim fazlası daima satılır.  Bazı durumlarda, az da olsa, pazar konumundaki ülkeler de üretime katılır. Bu sefer onlar da üretim fazlası ürün elde eder ve bunları satmaya başlar. Fakat bütün piyasalar doyunca üretim fazlası satılamaz hale gelir. Böyle olunca moda ve reklamlar devreye girer. İnsanlar ihtiyaçtan fazlasını satın almayı cazip bulur hale gelir. Böylece, aldıklarını kolayca değiştirerek israfı büyütürler. Her durumda rekabet söz konusudur ve bu hal, nihayet savaşı bile netice verebilir. Sonuçta zenginler, üretim fazlasıyla her çağda olduğu gibi büyük ve gösterişli binalar dikerler.

Sosyalizm, ekonomik ve sosyal haksızlıklara karşı bir direnç hareketi olarak doğmuş ve dünya genelinde sendikalaşma ve işçi hakları konusunda önemli katkılarda bulunmuştur. Hatta siyasilerin söylemlerinin genel olarak değişmesine ve geniş halk kitlelerine hitap edecek vaat ve yaklaşımlar sergilemelerine sebep olmuştur. Fakat sermaye sahiplerinin mallarını gerekirse savaşarak ele geçirmek ve meşru hükümetleri devrim yoluyla iktidardan indirmek felsefesiyle hep bir kan ve gözyaşına da sebep olmuştur. İktidara gelen sosyalist yönetim ve liderler de ekseriyetle kendi aydınlarına ve halka olmadık eziyetler çektirerek kapitalistleri bile aratır hale gelmiştir.

“Hayvan Çiftliği,” “1984,” “Cesur Yeni Dünya” ve “Dava” gibi distopik eserler birbirini tamamlar ve destekler vaziyette hep bu çerçevede dolaşır. Evet, gelir eşitliği ve sosyal adalet noktasında halen yaşanmakta olan büyük bir problem olmasına rağmen, insanı huzura götüren sağlam ve kalıcı bir çözüm henüz ortaya konulamamıştır. Bu meselenin çözümü halinde, yaşlı dünyamızda belki de hiçbir problem kalmayacaktır.

6 thoughts on “Güce Güç: Demir Ökçe

  • Turgay bey yine okuyucularını şaşırtmadı. Kelimeleriyle gergef, cümleleriyle sabır dokudu. Tespitleri akl-ı selimler için bilinen şeyler olsa da ham hayalciler için göle çalınan maya kıvamında.
    Bu incelemesinin kıyıya vuran dalgaları bana ciltler dolusu eseri yeniden meşk imkanı verdi.
    Kalemine, yüreğine sağlık.

    Yanıtla
    • Turgay Bayburt

      Çok teşekkür ederim Mustafa hocam. Hürmetle muhabbetle

      Yanıtla
  • Şemsettin

    Zevkle okudum. Teşekkürler.

    Yanıtla
    • Turgay Bayburt

      Teşekkür ederim Şemsettin hocam. Hürmetle muhabbetle

      Yanıtla
  • Turgay Bayburt

    Teşekkürler Hüseyin hocam. Teveccühünüz. Selamlar hürmetler

    Yanıtla

Turgay Bayburt için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.