Yazılmamış Romanlar Günlüğü
Gece yarısı bir otobüs yolculuğu… Siz isterseniz köyden döndüğümü varsayın. Ay ışığında dağların vadiye daha da koyu uzanan gölgeleri… Issız denizler… Unutulmuş yüzler tutunuyor camlara. Uzak sesler ruhumun derinliğinde yankılanıp yitiyor. Bir parıltı, ışık ve kayboluş! Bir parıltı daha, sonra yeniden kayboluş!.. Karanlığa dolanan bir yumak gibi ıssızlık, ıssızlık, ıssızlık… Bir parıltı daha. Kimsesiz köylerden geçiyoruz gecenin içinde, ahalisi çoktan uyumuş memleketlerden. Kendi yalnızlığını bekleyen sokaklar ve lambalar…
Bir roman yazacaktım ben bir zamanlar değerli okur. Bir roman yazacaktım ve işte tam da böyle bir girişle başlayacaktı: Gecenin yarısında bir otobüs yolculuğunda.
Sonra… Yazmadım. Aklımda kaldı öylece. Yazmadım, diyorum ama yazmadığım yalan. Yazdım ve son sayfasını bile kapattım çoktan.
Beni yazmadım demeye iten, ne birilerinin edeceği kötü laf, ne yayınlatma sancısı, ne de bir başkası…
Beni yazmadım demeye iten bir hiç. Evet, bir hiç! “Sen eller gibi olamazsın” demiyor muydu şarkıda. Yayınlanırsa bundan korktum belki ben. Eller gibi olmaktan. Kahramanımla konuşup duruyorum ya, bir daha konuşamamaktan. Ve şimdi karanlığın içinde yollar geçip giderken, köyler geçip giderken, yüzler bırakıp giderken o en sadık olanını terk etmekten herkeslere aşikâr etmekten korktum. Ve bu yüzden yazılmamış bir roman oldu bu. Aslında bitmiş ama benden kopmamış bir kahraman oldu yani.
Ay ışığında yollar aşıp gidiyoruz. Bütün ova dolunay gölgesinde ıssız denizler gibi. “Sevilay,” diyor romanda Salih Bey, “Dolunay’a bakıp da sevdiğini haykırırsa insan, hatta onu adıyla haykırırsa…”
Yolda kendiyle konuşur insan. Bölünür, bölünür, bölünür. Her birinde kendi olur, her birinde başkası. Roman olur, kahraman olur, dağ olur, gece olur. Dağ konuşur sonra, gece konuşur, kurt kuş konuşur.
En çok da kendiyle konuşmak için yola çıkar da insan, yola çıkmak için kendiyle konuşur. Öyle midir? Öyledir. En azından benim halim bu.
Dolunayda bir gece… Başımı cama yasladım, yoldayım. Konuşmaya başlamamak için direniyorum. Yahut direnmiyorum da birikmiş onca şey bir girizgâh bulamıyor ortaya çıkmak için. İçimde fısıltılar, içimde susmayan birileri… Kesik yüzler içimde, yarım cümleler… Geçip giden lambaların şeridi… Parçalanmışlıkların bir film makarası gibi eklenip dönüşü… Bir şeytan oyuncağı gibi döndükçe kesik yüzler tamamlanıyor, düşsel bir bakış olup süzüyor gözlerimi. Yarım cümleler yanaşıyor birbirine, eski, çok eski bir sözü duyuyorum yeniden:
“Kaçma Sevilay, kaçma!.. Yıllar geçti, nereye!”
Sevilay kaçıp giden bir kızdı neticede yahut kaçıp da gidemeyen. Kızın buydu hikâyesi yazılmamış o romanda. Sevilay bir umuttu, Sevilay bir düştü, belki hepsinden öte bütün bırakıp gittiklerimizdi Sevilay, günün birinde ansızın toparlayıverdiğimizde valizlerimizi.
Günün birinde uzak memleketler için ardıma bile bakmadan geride Sevilaylar bırakanlardan biriydim ben. Belki geride bırakıp da içimde hep taşıdığım için o “geride bırakanlardan biri” bile olamadım ben. Ne o, ne de bu; ne orada, ne burada hâsılı hiçbir yerde olmadım ben. Olamadığım için de daima yollarda biri oldum çıktım en fazla. Bölündüm de bölündüm yok yere.
Bazen sayfa editörü yeni yazıyı soruyor. Bir yazı gelecekti, diyor. Gecikti gene?
Oysa hiçbir yerde değilim ki ben. Durduğum yer sözü olan hiçbir insanın durduğu yer değil ki. Hatta bir yerde bile durmuyorum ki, yollar gidiyorum. Niye gidiyorum? Hiç! Ay ışığı, dolunay… Haykırsa insan dolunaya, gerçekten haklı mı Salih Bey?..
Haklı olmak için söylenmez ki her şey. Düşünmesi iyi gelir. Anlıyorum ki Salih Bey de yol insanı. Her ne kadar yazılmamış bir romanın kahramanı olsa da bir yüzü var onun, duyuşu, hüznü. Evet, bir yol insanı o. Çünkü yol insanı düşler. Olsun ya da olmasın istemez, sadece düşler. Olup olan yahut olup bitenler içinde düşten daha güzel ne var ki. Bunu bilir yol insanı.
“Vurma yüreğimi gözbebeğinle,” diyor şarkıda. Her biri bir şarkıdır gece yolculuklarının. Dönüp dönüp dinlenen, dönüp dinlenen şarkılardır. İnsan bir şarkıyı üç kere neden dinler, diyor ya Vüs’at Bener ‘Sarhoşlar’ hikâyesinde. İşte tam da odur gece yolculukları. Tamamlanmamışlığın ta kendisi olduğu için dinlenip durur aynı şarkılar gece boyu. Editöre yazı gönderilecek. Oysa yollar hep aynı. Bölünüp duran bir adamın ne sözü olabilir ki?..
Başımı cama yaslamışken dönüp duran şarkının hep aynı korkularla başlayan girişini seviyorum. Sen eller gibi olamazsın, diyor ya bir de… Eller gibi olsan o sen olur muydun, diyorum. Sen olmasan eller gibi olurdun ama nasıl olur da ellere karışıp gittin diyorum ve sorun burada başlıyor.
Yollar böyledir. Uzar gider biteviye. Hiç değilse yazı burada kalsa. Kalmazsa söğüt ağaçları gelecek daha, kuyu başları gelecek, pansiyonlar gelecek ve uzayıp gidecek her şey. Yollar girecek araya, bırakılanlar girecek, ay ışıkları, gölgeler bir sürü şey… Sevilay’ım gelecek, kınalım gelecek, yaralıbulutçiçeğim bir sürü şey!..
Biter mi bu böyle? Bitmez! Belki de ondandır yolların bitmemesini istemek: İçimizde bir ses, şarkılar hiç bitmese, dediğinden.
“Oysa hiçbir yerde değilim ki ben. Durduğum yer sözü olan hiçbir insanın durduğu yer değil ki. Hatta bir yerde bile durmuyorum ki, yollar gidiyorum. Niye gidiyorum? Hiç! Ay ışığı, dolunay…” pek çok insanın ruh portresi sanki. “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” hali. Bir de “ben hep yollar düşledim, derin yollarda yürürken” diye acılaşan “büyüsün yaz” şiiri…
Sevilay ne diyor acaba bu duruma. Romana girip bi sorasım var. İçimdeki his şu ki ‘öykümü bitirttim yine de bırakmıyor beni’ diyecek Sevilay. Hem bırakırsan bize de anlatır hikayesini ‘yaralıbulutçiçeği’…
Son bişey ‘yaralıbulutçiçeğim’ ne güzelmiş. Sevgi ve dostlukla…