Yazmak Derdi
Yazmak, sancılı bir var oluş biçimi. Yazan, yazarak kendi için anlamlı olan varlığının varlığıyla yetinmiyor, çevresindekilerin hatta hiç tanımadığı, görme ihtimalinin bile olmadığı insanların varlığına şahit olmasını istiyordur. Üstelik yazı gibi kalıcı bir yöntemi seçerek varlığının izinin daha da belirginleşmesini düşlüyordur. Bu açılardan düşünüldüğünde yazmak aynı zamanda sığınak. Ruhunun heyecanlarını dizginleyemeyen ama susmak zorunda kalan insanoğlunun kaçamadığı kaderi. Susmak ve yazmak arasındaki irtibatın daha ayrıntılı düşünülmesi gerekiyor belki ama şimdilik bunu es geçmek iyi olur. Yazmakla ilgili kısa tanımların getirilebilir veya yazmaya iten sebepler uzun uzadıya anlatılabilir fakat benim üzerinde durmak istediğim nasıl yazmalıya dair düşündüklerim.
Yazarların nasıl yazdıklarına dair birkaç örnek: Smokinimi giymeden yazmam. Odama kapanır, uşağımdan kalın perdeleri çekmesini isterim, sonra yazıya başlarım. Gecenin koyu karanlığı çökmeden yazmam. Kendimi odaya kapatır, evdekileri sıkı sıkı tembihlerim: Beni rahatsız etmeyin. Vapurda, trende, kahvede, evde… her yerde yazarım. Yazma şekli ne olursa olsun bence bir nokta var ki o olmazsa yazdıklarımız günlüklerin veya küçük defterlerin sayfalarını dolduran karalamalar sınıfından sıyrılıp yazı/eser hüvviyetini kazanamaz.
‘Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var’ şiirinde yaptıklarını tutkuyla yapmaktan bahsedilir, tutku yazı için de geçerli. Yazdıklarının eksik olduğunu bile bile yazmaya çalışmak. İster özel bir odada, ister virane kahve köşesinde… İlla da yazmak. Yazmama durumunda yaşamın anlamını yitirecek kerteye gelmesi. Yazmakla varlığının anlamı arasındaki güçlü bağ, dinmeyen susuzluk gibi. Yazdıkça kendini keşfetmek, içindeki hayalleri, saniye bile sürmeyen anlarda ruhuna dokunan acıları, güzellikleri fark etmek ve bunların yazıda alacağı halleri bilmeden yazmak. Yazı söz konusu olunca en iyi örneklerden biri Dostoyevski’dir benim için. Sara nöbetlerine, parasızlığa, namlunun ucuna kadar gelen bir hayat tecrübesiyle yazmak. Yirmi bin sayfayı bulan hayaller, kurmacalar, gerçekler. Tarık Buğra gibi eseri yerden yere vurulsa da hayalini kurduğu eserin hayaline sığınarak bıkmadan yazmak.
Yazmanın baş şartının okumak olduğunu hatırlatmaya, bir sayfa yazmak için kırk sayfa okumak lazım diyen atalarımızı da unutmaya gerek yok. Yazarken, yazmaya yeltenirken can alıcı nokta, beni ben, sizi siz yapacak şey. Kendi olmak, kendi yolunu açmak, kendi sesini bulmak. Bazen kırık dökük cümlelerle bazen coşkun akarak. Bütün bildiklerini unutarak yazmak. Teorilerin ağırlığı altında ezilmeden yazmak. Öyle bir yol ki bildiklerinin izleri yok gibi, tam olarak silinmemiş de o izler, belli belirsiz işaret bırakmışlar gibi. Ruhunun hissettiği, gördüğü göstermek istediği şeyi yazmaya çalışmak, tutkuyla birleştirip ruhu öyle yazmak.
Yazmaya başlarken tertemiz bir zihinle başlamak. Bütün okuduklarını bir köşeye iterek, unutmanın uzak iklimine göndererek, hiç yaşamamış gibi yazmaya başlamak. Hatıralar ormanından sıyrılıp yazma vecdinin rüzgârına bırakmak her bir yaprağı. Tertemiz bir gök düşleyerek yazmaya başlansa… Orda bir çiçek göreceksin. Hem tanıdık, hem yabancı. Hem sana ait, hem değil. Onun yapraklarına önce göz dokunur, sonra ruh. Ruhunla sezersin ondaki anlamı. İşte bu sezgidir, seni başkalarından ayıran, ben yapmayan. Sezdiğin, sana görünür gibi olan hakikati diğerlerine anlatmak için gösterdiğin çaba/tutku seni sen yapar. Yazan(r) yapar.
Yazının en güzel yanı, başka bir deyişle şifalı yanı ruhun gizli odalarının kapısını açması, aralamasıdır belki de. Günlük olaylar arasında sıkışmış ruhun zincirlerini kırmaktır yazmak. İnsanın söyledikleri/söylemeye çalıştıkları/ ima ettikleriyle ruhunu dökmesi. Çok sıkışan, çok sözü olanlar mı daha çok yazar, bilemiyorum. Dünyadaki insan sayısı kadar farklı tecrübeler var, lakin bir noktada birbirine yaklaşıyor bazı şeyler.
Yazmak dert halini almışsa sevinmelidir insan. Hem de öyle sıradan bir sevinç değil, bayram ettirecek cinsten bir sevinç. Belki ruhun varlığından haberdar olmanı istiyordur, yüzyıllar önce yaşamış atalarının ruhundan izler taşıyan ruhunun sırlarını, düşünüşlerini anlamak anlatmak istiyordur. Kafasındaki hikayeyi/düşünceyi etkili anlatan, kendi gibi anlatan yeni bir yol açar ve yüzyılları bile aşarak insanlık tarihindeki adını parlatabilir. Bu mümkündür. Yeter ki kendimiz olabilelim, yazarken ve yaşarken.