Meryem Bulut

Şimdinin Dokunuşları Arasında

Okuma süresi: 5 dakika

ÖDEV-2

Şimdiki odanızla ilgili en sevdiğiniz şey  nedir?

Çocukluk odamı betimlemeye çalıştım. Her şeyi anlatamadım. Oda somut bir şey. Nihayetinde evin bir cüzü. Çocukluk kadar kapsayıcı da değil. Çocukluk, soyut ve daha geniş. Çocukluk için her ne kadar 12-13 yaş gibi sınırlar konsa da etkisi ömür boyu devam ettiği için onu bitiremiyorum/z. Hele onu  bütün kılcal damarlarına kadar inceleyecek olduğumuzda işler sarpa sarıyor. Hayat ağacının kökleri çocuklukta.  Kalın kökler, ince kökler; gün yüzüne çıkanlar, çıkamayanlar, vaktini bekleyenler, kökleşmeye yüz tutanlar… Toprağa inen kökleriyle güçlenen gövde;  iki üç budak. Sonra budaktan ayrılan dallar. Kalınlı, inceli. Son kısımda çıt çıt kırılan dal uçları. Çocukluk köklerimizle besleniyor sanki hayat ağacı.

Kökler, toprakta. Toprak nerede? Toprak, Hazreti Adem’den beri insanın mayası. Toprağımız da ezeli bir kader. Hazreti Adem yaratılırken Cebrail Aleyhisselam dünyanın dört bir yanından toprak getirmiş. Kırk yıl hüzün yağmurları yağmış, toprağın üstüne. Böyle rivayet etmiş, erenler. Bu yüzden mi sevdiğim şairlerden biri ‘Hüzün ki, en çok yakışandır bize’ diyordu bu gerçeği sezmenin acısıyla…  Acı ama insana yakışan bir yanı da var.  İşte. O topraktaki hüznü neden çok hissettim ve neden çocukken böyle bir odam/evim/ailem oldu. Bilmiyorum. Hüznün neden gelip beni bulduğunu; aslen köklerimizin kıraç ve yüksek tepelerde, sarı taşlı bir topraktan sökülüp Marmara bölgesinin verimli koyu renkli toprağına yerleştirildiğini öğrenmem ve bu karşıtlığın bana çok acı verdiğini anlamam zaman aldı. Zıtlıklar acılarımı semirtti. Belki bu yüzden hep ayrık kaldım. Ayrık otları gibi. Çocukken de içimde bir yerlerde, gözlerimde, kalbimde, duruşumda bu ayrıksılığı hissettim/yaşadım. Aaaa bak şimdi nerden aklıma geldi. Sibel ablam, daha ilk karşılaşmamızda ‘Neden gözlerinde bu hüzün? Sanki ağladın, ağlayacaksın.’ demişti. Ne diyebilirdim ki.  Toprağa düşen kırk yıllık hüzün yağmurlarından bahsedemezdim. Hele beni ağlatan zalimden hiç mi hiç  bahsedemezdim. Yere baktım sadece. Sonra da kelime kelime ağlamaya başladım.

Şimdiki Odam

Az önce bir programa denk geldim. Orhan Kemal’in ( Mehmet Raşit Öğütçü) oğlu çocukluğunu geçirdiği sokağın başında program yapımcısıyla buluşuyor. Işık Öğütçü için değişik bir an olmalı. Sanırım artık Cibali’de yaşamıyor. Sekiz yaşına kadar bu sokakta yaşamış.  Sunucuya bu yokuşu koşarak inen Işık, bana doğru geliyor şimdi, diyor. Işık, altmış yedi yaşında. Çocukluk ölmez.  Hatıralar silinmez. Yetmiş yıl sonra bir soruyla fırlayıverir yerinden. Sokaktan geçip sunucuyla beraber eski evlerinin önüne geliyorlar. İki katlı küçük ev. Evin sol tarafında Orhan Kemal Sokağı yazan bir tabela var. Görüntü yaklaşık şöyle.

‘Babamın odası küçüktü. Yaklaşık on yıl burada yazdı yazılarını. Küçük odasından iner, alt kattaki yemek odasında bizimle beraber yemek yerdi.’ Diyor Öğütçü. Ev satılacakmış. Satılmasa keşke. Odayı işaret ediyor. Pencere sadece. Odanın içini göstermiyorlar.  O çıplak haliyle görsem de olur ama olmuyor. Belki iyi ki de olmuyor. O haliyle bize ne anlatırdı. Hafızamızdaki yazan Orhan Kemal fotoğraflarını boş odaya yamayacaktık.  Birkaç cümle. Oda ışık alıyormuş, güzelmiş, diyeceğiz. Sonra aklımdan şöyle bir soru geçecek muhtemelen, boş bir oda mı çok şey anlatır, dolu oda mı?

Benim odamın duvarları dopdolu. İki taraftaki camlar olmasa  ışık almayacak. Işık, ona ne çok ihtiyacım var.

Odam yaklaşık on metre kare.  İki kitaplık arasında çalışma masası.  Sol tarafta iki cam. İki kanatlı, eski model camlar. Boydan boya cam olmasını isterdim. Daha çok ışık istiyorum. Işıkla ne derdim var, çözebilmiş değilim. Ünlü bir yazar ölüm döşeğinde ‘Işık, daha çok ışık!’ mı diyordu. Kimdi hatırlayamadım. Alman romantiklerinden biri miydi? Gecikmiş bir romantiklik var bende de. Galiba.

Çalışma masasının sol tarafında tablolar. Kütüphanem hınca hınç dolu. Hepsini sevgiyle aldım. Gözüm gibi bakıyorum. Çoğunu okudum. Okumadıklarım içimde bir canlı gibi nefes alıp veriyor. Hele bir tanesi kendini neredeyse hiç unutturmuyor. Yıllar önce almıştım. Beşir Ayvazoğlu mu tavsiye etmişti, sanırım. Küçük Ağacın Eğitimi. Adı beni etkilemişti. Öğrencilerim, küçük ağaçlarım. Onlara güneş, su, toprak… ne bileyim neye ihtiyaçları varsa, bende olan kadarını vermek istiyordum. Onları dinlerken gamlı küçük kalpleri için bir  pencere olur muyum diye hayaller kuruyordum. Bazen derslerde de söylüyordum. Mevlana der ki  gamlı insanın kalbi karanlık bir oda gibidir. Onu dinleyerek  o odaya bir pencere aç. Bir pencere ol. Oldum mu, bilmem. Kendi odamı aydınlatmayı da delicesine istedim. Belki odamın kitaplarla dolu olmasının bir sebebi de budur. Okuyarak kalbimi aydınlatmak ve  beraber ağlayacağım yazarlar bulmak istedim. Işığa düşkünlüğümün de bir sebebi…

Sol taraftaki duvarda onlarca tablo var. Tabandan tavana kadar. En baş üstte  adını İçine Doğru Açılan Lale koyduğum tablo.  Merkeze yakın bir noktada deforme edilmiş lale formu duruyor. Kırmızı. Siyah beyaz çizgilerin olduğu bir kütleye yaslanmış gibi. Arada bir iki kırık mavi çizgi… Beyaz boşlukta yazılar. Yazımsı çizgiler. Okuması, anlamlandırması zor. Zaten kullandığımız her kelimenin okuyan her kişi için göstergesi farklı değil mi… Ben siyah derim, sen acı anlarsın. Lalenin sapı halen yeşil. Sapın ortasında genç bir kadın başı, lalenin açıldığı yönün tersine bakmış, açık yeşiller arasından.  Gözleri kapalı. Eteğini de düzeltmiş. Sarı bluz görünüyor hafiften. Elleri dingin duruyor nedense. Hangi rüyanın içinde yüzüyor, bilinmez. Kızın başının üstü yıldızlar ve lale parçalarıyla dolu. Aynalar kullanmışım, yıldızlar için. Neden ayna? İstemiştim ki tabloya bakan, muhakkak aynalara  da bakacak. Aynada gördüğü kendiyle resmin bir parçası olsun. Artık kendine mi bakar bir süre, yoksa orada yazıya benzemeyen bir anlamı çağrıştıran göstergelerden bir anlam çıkarır mı çıkarmaz mı…  Sanatçı niyet olarak, seyircinin resmin içine girmesini, kendini resmin bir parçası olarak görmesini istemiştir diyebilirim. Zaten izleyici varlığıyla  o sanatın veya herhangi sanatın, bir parçası olmuyor mu onunla temas ederek.

İçine Doğru Açılan Lale’nin yanında Mukaddes Menekşe adını verdiğim tablo duruyor. Tablonun sağ arafında bir menekşe saksısı var.  Deforme olmuş. İnce bir yeşil arada. Sonra kocaman beyaz bir çiçek var, camın önünde. Cam dediysem bence cam. Çiçeğin beyaz şapkasının altındaki bölümde, yani asıl çiçekteki yazı ayan beyan şöyle başlıyor. ‘Zamanın siyah ve silik meyvesi duruyor geçmişle aramızda. Gözlerim, kelimelerim durmadan değişen şeylerin aşkına söyleyin… ‘ devam ediyor satırlarca. Mukaddes’e mi küsmüştüm, yoksa bana getirdiği menekşelere mi hatırlamıyorum.

Mukaddes Menekşe’nin yanında Vazodaki Çiçekler tablosu. Bol ışık, yine pencere. Yine hareket ve yazı. Sola doğru savrulmuş. Çiçek tozlarından yapılmış yıldız tozları dökülmüş mavi vazonun yanına. Onun yanında cam vazo. Şeffaflık. Çiçek sevdam Fatma Nine’yle mi başlamıştı acaba.

Sonra Lale Bahçesi tablom. Sonra Sarkaç adını verdiğim tablo. İçine doğru eğilmiş iki insan. Yarım daireye benzeyen, çadırı andıran bir yapının içine çekilmişler, çadırlarda ev olabilir mi? Öyle derin derin düşünüyorlar sanki. Zamanın sarkacı duruyor iki kişinin arasında. Beyaz bir saat. Beyaz güzelliktir; vaktimiz varsa yaşamak için, kalbimizi/niyetimizi/akıbetimizi iyileştirmek için de imkan var demektir, diyor bana.

Ödevi veren sevgili hocam, odamdaki bütün tabloları anlatmayı uygun görmedim. Hele kitaplıkların üstünü dolduran tablolardan, enstelasyonlardan hiç bahsetmeyeceğim. Şimdiki odamda en sevdiğim şeyler kitaplarım ve tablolarım. Biliyorsunuz onlar da hep yalnızlıklarda dokunuyor. Değişen bir şey yok gibi çocukluğumdan beri. Sadece yaşım artmış.

Ödevim bitti. Öyle sanıyorum.

One thought on “Şimdinin Dokunuşları Arasında

  • İrfan

    Duvardaki tablolar arasında kaybolup gittim. Ne güzel yazıydı. Devam lütfen…

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *