Kendim
İnsanın kendini anlatmasının kolay olmadığını zaten yıllardır bilmeme rağmen bu aralar fark ettim ki bundan önce insanın kendini anlaması şart. Kendini anlamanın, kendini anlamak derken tam bir anlamadan bahsediyorum, zorluğu ortadadır ortada olmasına lakin bazen kendini anlatmak daha çetrefilli sanki. Kendini anlamanın uzun bir süreç olduğunu ve belki insan ömrünün son yıllarına kadar devam edeceğini düşünürsek, bu meseleyi bir yana bırakarak daha kolay olduğunu düşündüğümden, anlatmaktan başlayayım, dedim.
Kendimi anlatacağım ama nasıl? Öyle kusurlarıyla, kusur da demeyelim de beğenmediğim yönlerimle, açmazlarımla mı anlatayım kendimi? Yüzüme mi ayna tutayım, ruhuma mı? Komplekslerimden bahsetsem mi? Ya bu yaşıma kadar içimde durmadan çalan plaklardan, mahur bestelerden bahsedeyim mi… Bazı cevapları çok net biliyorum, bazılarını henüz kendime bile itiraf edemediğimi size nasıl itiraf edeyim… Sırtımdaki yüklerden kurtulur muyum?
Kendinizi anlatın demiştim, bir zamanlar canım öğrencilerime. ‘Ne anlatalım, hocam?’ diyeceklerinden adım gibi emin olduğum için yanımda en az on on beş küçük ayna vardı. Onların şaşkın bakışları arasında ne anlatayım diyen talebelere verdim. ‘Aynada ne görüyorsanız onu anlatın, dıştan içe bir yolculuk yapın.’ dedim ve bilgisayardan Rahmaninov açtım. ‘Soru sormak yok, planlamak yok, aklınıza ne gelirse yazın.’ Tabi bunları söylerken öğrencilerin yazının planıyla ilgili takıntıyı atmalarını, kendilerini giriş, gelişme ve sonuç kıskacından kurtarmalarını da niyet etmiştim. Bir süre onları gözlemledim, sonra ben de yazmaya başladım. Yazmayı hiç sevmeyen Emirhan bile dersin sonuna kadar yazdı. Üstelik teneffüs zili çaldığında, keşke hep böyle yazsak dedi. Ben sınıftan çıkarken neredeyse sınıftan çıt çıkmıyordu, herkes kendi âlemine gömülmüştü. Ben, ben de o ders yazmıştım birçok şey. Halen saklarım o sayfaları ve üzerine düşen gözyaşlarımı.
Şimdi yine kendimi anlatmaya yeltenmişken, Dosto Abi ve Montaigne Babanın dediği doğruysa insan en çok kendini anlatmaktan hoşlanırmış, sözü aklımdaydı; lakin görüyorum ki benim için durum pek de öyle değilmiş. Ya kendimi anlatmaktan pek hazzetmiyorum ya da doğrucu Davut özelliğimden ödün vermek istemiyorum; bir yandan da görünüşümün veya ruhumun sırlarını ifşa etmekten hoşlanmıyorum. Düşünüyorum, hangisi daha ağır basıyor? Bu gece yarısı, saat ikide, İstanbul’un ışıklarına bakarken düşünüyorum. Hepsinden biraz var ama en çok sonuncusu.
Kendini anlatmak, ruhunun fotoğrafını çekmek mi? Bilmiyorum, sanki bana öyle geliyor. Yazarken zihnimde beliren şu: uzun susuşlarımın ardında bu düşünce mi yatıyordu yıllardır? Ya da beni tanımadan, sadece görünüşüme bakıp önyargılı davrananların, konuşmayarak etrafımda oluşturmak istediğim esrarlı haleden mi bütün bunlar. Allah da biliyor, ben sadece her düşündüğümü söylemeyerek çevremdeki ses ve düşünce kirliğine katkıda bulunmak istemedim. Tabi böyle bir düşüncenin ben de gelişmesindeki katkılarından olayı babama da teşekkür etmeliyim. Beş kardeş arasından genler yoluyla geçen faydalılık ve öne çıkmamak prensiplerini bana bağışladığı için.
Bazen iyi yönlerimi, kendimce iyi yönlerimi, anlatmak istiyorum, yine annem ve babamın sesi hep bir ağızdan, bazen bu koroya halam, amcam da katılıyor, ‘Sen kendini övme/anlatma, başkaları övsün/anlatsın. Yıllarca bu öğüdü dinlemenin ağır yorgunluğu yanı başımda duruyorken yazıyorum bunu.
Fotoğraf demişken, insanın aklına ilk gelen boy pos falan oluyor galiba. Kavakta da boy var, bende de. Uzun boylu olmanın havasını atamadım, öz güvenini yaşayamadım ömrüm boyu. Ne zaman bu konuda biraz mutlu olmaya niyetlensem, hep kavak muhabbeti gölge düşürdü sevincime. Kendimle, duygularımla baş edemediğim zamanlarda hıncımı sivilcelerden aldığımdan ve yıllar sonra o izleri silmek için gittiğim doktorlardan da bahsetmek istemem.
Kendimi, günlüklerime ya da küçük not defterlerine anlatırken her şey daha kolaymış. Satırlar kayıp gidiyordu, nedense şimdi bir tutukluk. Başka gözlerin, ruhların kalbime bakacağı ve orda görecekleri için korkuyorum. İçimde, kötü yanlarını anlatmadın, eksik anlattın, diyen bir ses. Karanlık, zaten karanlık; aydınlığı anlat diyen başka bir ses.
Hayyallah, kolay sanıyordum kendini anlatmak, o da bir hayli zormuş. Belki kaçıyorum, kaçmak istiyorum; eksik, kötü, çirkin yanlarımdan. Satırlardan kaçmak kadar kolay değil biliyorum kendinden kaçmak. Beni anlatan en iyi kelime şaşkındır sanırım. Bazen, kendimden uzaklaşıp bir ağacın tepesinden yahut bulutların üstünden kendime bakıyorum da gördüğüm manzaranın adı bu. Şaşkınım ben. Anlatmak isterken anlatamayan; kaçmak isterken kaçamayan; yaralarını örtmek isterken, yazıyla açan. Böyle şeyler işte. Kendini anlatmak.