Ömür Erdem

Tozlu Kitap

Okuma süresi: 4 dakika

Bir zaman Dersaadet’te, kalabalık bir caddede yürüyordum sükûnetli adımlarla. Caddenin iki yanı da göğe doğru yükselen koca koca beton bloklarla kaplıydı. O gökdelenler arasına tek başına sıkışıp kalmış tek katlı metruk bir bina nazarıma çarptı birden.  Buna bina da denemezdi esasen. Onca beton yığını ile kıyas edilince kulübeden hallice bir yapı idi gördüğüm. Pencereleri çatlamış, kapısı hafif aralıktı. Kapısına kilit vurulmuş ama kilitlenmemişti. Öylece sallanan paslı bir kilit, ne tam kapatıyordu kapıyı ne de geleni geçeni içeri davet ediyordu. Dakikada yüze yakın insan gelip geçiyordu önünden. Biri de kafasını kaldırıp bakmıyordu şu eski yapıya ve kapısına. Kimse merak etmiyordu demek ki bu metruk yapının onca inşaat ve rant yarışına rağmen nasıl hâlâ ayakta kaldığını.

Acelem yoktu, zamanım boldu. Pencerelerini, kapısını iyice inceleye inceleye yaklaştım yanına. Ellerimle güneş ışığına bir ayar vererek isli pencerelerinden baktım içine. Kimi yatay kimi dikey vaziyette duran kitaplıklar ve bazı raflarda ciltli kitaplar göze çarpıyordu. ‘Allah Allah!’ demişim gayriihtiyari, ‘Bu kitapların şehrin orta yerinde, yolun kenarında ne işi var yahu?!’

Hemen kapısına dayandım. Önce kilitsiz, paslı kilidi çıkardım yerinden. Kapıyı bir kaç hamlede çekerek açtım. Evet, gerçekten de gördüğüm doğruydu. Burası terkedilmiş bir kütüphaneydi. Kitaplıkların kimisi olduğu gibi kalmış, kimisi yere yaslanmıştı. Toz, rutubet odanın ruhuna işlemişti. Raflarda bulunan tozlu, eski ciltlerin rengi, sarıdan kahverengiye doğru tonlarda gidip geliyordu. Yalnızca bir tanesi, ciltlerin en ince olanı, al rengini muhafaza ediyordu. En çok göze çarpan da oydu, albenisi vardı. Aldım onu elime. Çantamdan ıslak mendil çıkardım. İyice sildim dışını, arkasını, önünü, köşesini, bucağını.

Kapağını açtığımda ne göreyim? Osmanlıca el yazması bir kitap. Aslında defter mi demeliyiz buna? Yazma kitap deyince aklım nereye kayıyor bak! Norveççe’de defter için kullanılan ayrı bir kelime yok; ‘skrivebok’ diyorlar ya hani. Yani ‘yazma kitabı’. Onun gibi… Biz ‘yazma kitap’ diyelim buna. Neyse geçeyim bu mevzuyu; ne yazıyor, ona gelelim. İlk sayfasını okumaya başlıyorum yarısı silik harfleri algıda tamamlayarak ve heceleyerek: ‘Ber-ces-te…’ Berceste. Çok iyi. Demek ki seçilmiş şiirler bulabileceğiz bu kitabın içinde. Hemen çevirdim ikinci sayfayı. Tek bir beyit:

 Ne ya-nar kim-se ba-na âteş-i dilden özge
  Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı

Ee… Nasıl oldu bu? Heceleyerek başladık beyti okumaya, kolayca okuyuverdik. Bir daha okuyayım:

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge,
  Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.”

Niye öyle oldu? Çünkü bu zaten hafızamda olan bir beyitti. Fuzulî’nin bu beyit. Ama sayfada Fuzulî yok. Sadece tek bir beyit, şairi de belirtilmemiş. 16. Yüzyıldan mı kalmış şimdi bu yazma eser? Sanmam. O dönemde bu cilt, bu varak ne gezer. Sonradan bir şiir sever böyle bir antoloji oluşturmuştur. Hadi çevirelim ikinci sayfayı:

Â-şi-yân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Kanda olsam ey perî gönlüm senin yanındadır

Eee.. Bu da tanıdık beyit çıktı. Yine Fuzulî’den. Bu böyle her sayfaya tek beyit tek beyit mi gidecek? Adam zenginmiş zâr! O dönemde bu kadar varağı iyi bulmuş arkadaş. Neyse geçelim üçüncü sayfaya:

Var i-ken yüzün güle meyl eylemez dil bülbülü

Ârife bir gül yeter lâzım değil tekrâr gül…

Şaka mı bu? Biri benim hafızamın ayarları ile mi oynuyor? Daldırıyor bir kabı zihnime, ne varsa eski şiirin rüzgarına kapılan; çekip çıkarmış da şu tozlu seçki defterinin içine yerleştirmiş gibi hissettim. Necatî’nin değil mi bu? Divitin sahibi bir asır geri gitmiş bu sayfada.

Size de aşk olsun divan şairleri? Hemen de klasik mazmunlar?  Sevgilinin yüzünü hemen de güle benzetin zaten! Hepiniz aynısınız? Ya biraz kendiniz olun ya! Özgün olun! Tamam gelenek önemli de bu kadar da benzemeyin birbirinize.  Yüzü güle benzetin, kirpiği oka, kılıca benzetin…İyi! Savaşa mı gidiyoruz mübarek! Siz şöyle bizim Tanzimat dönemini görseydiniz… Adamlar ne kelimeler ne kavramlar soktular şiire! ‘Hürriyet’ mi dersin, ‘adalet’ mi dersin… Şiirde geçiyor bunlar hep ha!  Hele bir de Garipçiler var! Onları hiç görmek istemezsiniz! Orhan Veli falan.. Adamlarda kafiye, vezin falan hak getire. Allah ne verdiyse yazıyorlar.  Neyse geçelim diğer sayfaya!

Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez

Bârân yerine dür ü güher yağsa semâdan

            Yok artık! Biri benim iç sesimi mi dinliyor? Tanzimat Dönemi dedik, adam anında yapıştırdı Ziya Paşa’dan! Ne oluyoruz ya! İyice merak ediyorum. Yıllar evvel büyük dedem mi yazıp bırakmış yoksa bu defteri buraya? Hemen çevir diğer sayfayı!

Sırrını âşık olan şöyle nihân etsin kim

Duymasın ağladığın dîde-i giryânı bile.

Hadi buyur bakalım! Riyâzî’nin değil mi bu?  Tamam bunu da aldın diyelim benim kafa tasından; bakalım diğer sayfaya da alabilecek misin? Çevir çevir!

Gitdin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile

Truman Show mu bu kardeşim? Nerede kameralar? Şu kırmızı ciltli defteri kapatıp yavaşça yere koymalıyım! Rafa koymalım, Aynı tam bulduğum yere. Hatta üstüne biraz da toz serpmeliyim. Tam ilk elime aldığımdaki kadar… Ne fazla ne eksik! Onun o rafta kimseye zararı yoktu. Uslu uslu oturuyordu. Kapağını açınca rafta durduğu gibi durmuyor mübarek!

——-

Peki bu ses ne şimdi? Bu ne rahatsız edici ses! Aa telefonu kurmuştum. Sabah olmuş! O ne rüyaydı öyle ya! Neredeyse Necati ile Orhan Veli’yi kavgaya tutuşturuyorduk! Asırlar arası savaş! Uluslar arası değil, asırlar arası… Beynelasr diyelim de Osmanlıca olsun hadi… İşe geç kalacağım. Bir yüzümü yıkayayım da kendime geleyim.      

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *