Birdenbire Olan Şeylere ve Ölçülü Uzaklıkta Yakın Beraberliklere Dair
(Kanada Günlükleri / 13)
25 Nisan Perşembe,
İnsan ne acayip bir varlık! Çok hızlı değişimler yaşayıp hepsine de bir şekilde alışabiliyor. Bundan bir -bir buçuk ay önce ilhamlarımın coştuğunu, her şeyi yazıya çevirebildiğimi yazmıştım. Hakikaten öyleydi ve o haldeyken önüme çıkan her şeyi işleyebiliyordum. En alelade mevzular bile bana kendisini dayatıp yazdırabiliyordu.
Gelgelelim o hal de kalıcı değilmiş, geçip gitti daha önce geçip giden hallerim gibi. Aslında sanırım Ramazan’ın bir bereketiymiş o durum. Ramazan’dan evvel onu iyi değerlendirebilmek için kendi çapımda teyakkuza geçmiştim. İbadetlerime ve evrad-ü ezkarıma çeki düzen vermeye çalışıyor bazı iyi alışkanlıklar edinmeye uğraşıyordum. O esnada üzerimi bürüyen o üretme coşkusu sanırım peşin bir ücret olarak verilmişti bana. Ucundan tuttuğum vird’ler vâridâta vesile oluyordu belki, değerlendirebilirsem daha büyükleri de verilecekti.
Heyhat… Ramazan biter bitmez ne bende o teyakkuz hali kaldı ne ucundan tuttuğum vird’leri sürdürebildim ne de iyi alışkanlıklar edinebildim.. Yazma şevkim kuruyuvermiş bir dere gibi damarlarımdan çekildi. Yazmaya çok elverişli bir dolu mesele karşıma çıkıyor üstelik. Ama elim bir türlü klavyeye gitmiyor. Şimdi de gitmezdi. Geceze’deki kalem arkadaşlarıma ayıp olmasın diye bir şeyler yazmak için bilgisayarın başına oturdum, bari neden yazamadığım hakkında bir şeyler yazayım da halimi arz edeyim dedim. Hem bunu yapmanın tulumbaya su vermek gibi bir yararı olacağını da umuyordum.
Ama olmuyor, hevesim yok, yazasım yok…
Durun bakalım pes etmeden önce size dün yaşadığım bir şeyi anlatayım da tulumbaya bir miktar su dökeyim. Yirmi senedir görüşmediğim eski bir iş arkadaşım ulaştı. Sosyal medyadan bulmuş izimi. Öğretmenliğimin ilk yıllarında bir sene beraber çalışmıştık. Sonra yollarımız ayrıldı, hiç haberleşmemiştik. Beni unutmamış sağ olsun. Kendisini tanıyıp tanımayacağımdan endişeliydi, tanıdım tabi. O edebiyat öğretmeniydi, ben ilk hikâyelerimi yazıyordum o günlerde. Okuldaki hemen hemen bütün edebiyatçılara yazılarımı okuttuğum için o da kurtulamıyordu elimden. O yazılar aramızda bir köprü oluşturmuş demek ki, unutmamış beni.
Beş buçuk sene hapis yatmış arkadaşım, iki sene oluyormuş çıkalı. Melek gibi adam, hangi suçu işlemiş olabilir ki demekten kendini alamıyor insan. Bilindik suçlar işte. Sendika üyeliği, gazete aboneliği, bankada hesap açma, yasaklı kitapları bulundurma… İllaki talebelere burs vermek, yoksullara yardım etmek, Afrika’da su kuyusu açtırmak gibi suçları da işlemiştir. O potansiyeli var arkadaşımın. Hatta dinî sohbetlere bile katılmıştır!
Ama arkadaşım içeride pes etmemiş. O da kaleme tutunmuş. Şiirler, öyküler ve bir de roman yazmış söylediğine göre. Heyecanlandım, hemen okumak istedim. O dört duvarların arasında sözcüklere su verenler olduğunu biliyordum. Kim bilir neler yazılıyor o zindanlarda diyordum. İşte onlardan biri daha çıktı karşıma, içimi çimlendirdi.
Sık sık hatırladığım gibi bir kere daha Ali Çolak’ın, Eduardo Galeano’dan naklettiği hikâyeyi hatırladım. Hani Kolombiya kırlarında dolaşan, nerede bir şenlik varsa orayı arpıyla neşelendiren bir arp çalgıcısı varmış, Mese Figueredo. Bir gece, yine iki katırıyla düğüne gidiyormuş. Katırın birinde kendisi, diğerinde arpı. Isısız bir yerde yolu kesilmiş ve haramiler onu dövüp nesi var nesi yoksa alıp gitmişler. Gün ağardığında yoldan geçen biri onu yolun kenarında ölü gibi yatarken bulmuş. Yanına birinin yaklaştığını fark edince Figueredo gözlerini açmış ve son kalan mecaliyle fısıldamış: “Katırları götürdüler…” Bir soluk almış: “Arpı götürdüler…” Bir soluk daha almış ve gururla eklemiş: “Ama müziği götüremediler!”
Müzik gibi sözcükleri de götüremeyeceklerini Ali Çolak söylemişti o yazısında. Doğruymuş; sözcükler oralarda bir yerlerde, oya gibi ha bire işlenip duruyor ve gün yüzü görüp de içimizi göğertecekleri günü bekliyorlar…
30 Nisan Salı,
“Her şey birdenbire oldu” efendim. Birdenbire bir iş teklifi aldım, birden birdenbire ortadan kayboldum. İş yaşadığım yerden 460 km uzaktaydı. Akşam telefonla görüşüp sabah erkenden yola çıktım, kuzeye daha daha kuzeye doğru.
Sudbury’deyim, Ontario eyaletinin nikel madeni çıkartılan 160 bin nüfuslu kuzey şehri. Aslında küçük bir kasabaymış burası, maden bulunduktan sonra büyümeye başlamış ve gün geçtikçe gelişiyormuş. Bu gelişmenin bir parçası olarak ben de burada inşa edilen evlerde çalışmak üzere geldim. On iki inşaat işçisiyle bir evde kalıyoruz, koğuş sistemi. Yemekler ve bulaşıklar imece usulü yapılıyor, daha doğrusu tutanın elinde kalıyor. Tam da Güneydoğu’dan, Doğu’dan yatağını yorganı sırtlayıp Antalya’ya Alanya’ya çalışmaya giden inşaat işçileri gibiyim. Yatağım yorganım gerçekten de arabanın arkasında.
Gönüllü gelmedim buraya, şartların dayatması diyelim. Aslında, “Ne yârdan geçerim, ne serden;/ Ne denizlerden, ne gökyüzünden ama…/ Bırakmayor son gördügüm, / Bırakmıyor geçim derdi.” Ottawa’da piyasa epey daraldı, dört- beş aydır iş bulamıyorum. Buradan bir fırsat çıkınca değerlendirmek makul geldi. Askerliğimden bu yana iki kişiyle bile aynı odada uyuduğum nadirdir. Şimdi bu şartlara alışmak biraz zor gelecek ama ne yapayım! Meselenin iyi yanlarını görmeye çalışarak kendimi ikna etmeye çalışıyorum.
Burada işim bitince muhtemelen, “Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım;/ Para kazanmak gerekti; / Girdim insanların içine, / İnsanları gördüm.” diyeceğim, insanları. Sürprizlerle dolular, her an şaşırtabiliyorlar beni. Sabah erkenden mutfakta kahvaltı için aranırken buzdolabının üzerinde gözüme iki kitap ilişti. Biri Kuranı Kerim, hani normaldir diyelim. Ama öteki Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri. Kendimi eski bir dosta rastlamış gibi hissettim, gurbetliğim bir parça azaldı. Üstelik açtığım ilk sayfada yukarıda alıntıladığım “Macera” şiiri çıkınca ünsiyetim arttı. Belli ki bana bir şeyler söylemek istiyor dedim ve kitabı himayeme aldım. Önce ıslak mendille yüzünü gözünü bir güzel temizlemem icap etti, sonra rastgele şiirler okudum.
Gün boyu kitabın sahibini sordum, kimse bilmiyordu. Dahası orada bir kitap olduğunun farkında olan yoktu. Önceki çalışanlardan biri bırakmış olmalı. Belki bilerek bırakmıştır. Kendisinden sonra buraya yolu düşenlere bir selam vermek istemiştir. Olur mu olur! Edebiyat dostluğu diye bir şey vardır ve ben buna inanırım. Şimdi şunca insanın içinde Orhan Veli’nin şiirlerine rastlayınca gözlerinin içi gülen biri çıksa fena mı olur! Molalarda, hatta gevşek çalışma zamanlarında sevdiğimiz romanlardan konuşsak, roman kahramanlarından mahalle arkadaşlarımızmış gibi söz etsek…
Gerçi nankörlük edemem; inşaatta çalışırken Cengiz Aytmatov’la Yaşar Kemal’in akrabalığını, Orhan Pamuk’un Türkçesini, Sait Faik’in öptüğü kalemini, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ironisini, Fareler ve İnsanlar’ın Leni’sini konuştuğumuz iş arkadaşlarım da oldu. Ama onlar Ottawa’daydı, orada kaldılar; burası başka bir dünya, yani bana öyle geliyor.
Burada ne kadar kalacağım henüz net değil. Belki üç-beş gün belki üç-beş hafta, zaman gösterecek. Ancak bu çeşit bir yaşamın da insana vereceği şeyler olduğunun farkındayım. Bir kere bu kadar insandan gün boyu Türkçe duymak başlı başına bir zenginlik bana göre, bir yazar için fırsat. Farklı ağızlar ve aksanlar, duymadığım deyimler ve deyişler. Ancak çok fazla deyim ve deyiş duyacağımı sanmıyorum. Arkadaşların hemen hepsi Kürt, dolayısıyla Türkçe konuşmaları o bakımdan pek zengin olmayabilir. Zaman zaman aralarında Kürtçe konuşuyorlar, o zaman kendilerini daha rahat hissettiklerini sanıyorum. İnsanın anadilini konuşabilmesi gibisi var mıdır! Bilmem ki onlar da anadillerinde konuşacak birilerinin olmasının ne büyük bir nimet olduğunun farkındalar mı?
4 Mayıs Cumartesi,
Sudbury’den dün akşam döndüm, iş çıktıkça yine gideceğim nasipse. Benim için iyi bir tecrübe oldu. Oradaki iş imkânlarını ve ortamı gözlerimle gördüm. Ülkenin tek tipliğine ve tekdüzeliğine bir kere daha şahit oldum. Saatlerce yol gidiyorsun ve gittiğin her yer birbirine benziyor. Yollar, sokaklar, evler, alış veriş merkezleri. Aynı marketler aynı lokantalar aynı fastfood zincirleri hatta araba tamircileri, kırtasiye mağazaları…
Bunun gittiğin yere alışmayı kolaylaştıran bir yanı var elbette ama yeni bir şehre vardığınızı hissedemiyorsunuz. Geri döneceğinizde eve götürecek, oraya özgü bir hediyelik bulamıyorsunuz. Çorum’dan leblebi, Kastamonu’dan çekme helva, Safranbolu’dan safranlı lokum, Isparta’dan gülsuyu, İzmit’ten pişmaniye, Kayseri’den pastırma, Afyon’dan kaymak, Şile’den bez, Bursa’dan havlu, Çankırı’dan tuz lambası, Bolu Dağı’ndan güveç alma şansınız yok. Her yerde Walmart, Costco, Mcdonald gibi zincir firmalar var. Küçük esnaf çok az, yerel firmalar öne çıkamıyor. Gidilecek yerler de kısıtlı ve tekdüze. Bir nehir veya göl kenarı, belki bir şelale. Her yer birbirine benziyor. Seyahat ettiğinizi, evden uzaklaştığınızı pek hissetmiyorsunuz.
Ama yine de ormanların içinde, suların kıyısında yolculuk yapmanın insanı hafifleştiren bir yanı var. Kuş gibi gittim kuş gibi döndüm ben de. Gelir gelmez de bu sabah kaldığım yerden yemek dağıtmaya devam ettim. Ottawa’ya bahar gelmiş; beni mimozalar, sakuralar, laleler ve sümbüllerle karşıladı. Bahar her yere yakışıyor. Hani başımda şu geçim derdi olmasa ben de baharlaşacağım…
5 Mayıs Pazar,
M. Said Acar’la konuştuk. Benim fahri yazarlık koçlarımdan biridir kendisi. “Senin susman lâzım.” dedi. Ancak o zaman ruhumun kıvrımlarına girip büyük eserler verebilirmişim. Yazar dediğin yalnız kişi demekmiş. Bir yazarın çok sosyal olması, aklına gelen her şeyi hemen söze dökmesi onun aleyhine işlermiş. Ama susarsa, aklına gelenleri tutarsa birikirmiş onlar. Sanat ve edebiyat o birikenlerin işlenmesinden doğarmış.
Bu düşünceye katılıyorum, tecrübe de ettim bunu. Ama sosyal ortamlara girip çıkmanın, insanlarla konuşmanın da çok besleyici olduğunu düşünüyorum ben. Biriyle konuşmak yahut bir yerlele gitmek tulumbaya su vermek gibi geliyor bana. İnsanın zihni harekete geçiyor, çeşitli duygu durumlarına girip çıkıyor, yeni şeyler öğreniyor.
Bana kalırsa yalnız kalmak, içine dönmek sanat ve düşünce üretimi için çok önemli ancak insanın bir aynaya bir mihenge de ihtiyacı var. İletişimin bu işe yaradığını düşünüyorum. O zaman mühim olan kimlerle düşüp kalktığın sanırım. Yazarları ve sanatçıları en çok besleyenler yine başka yazarlar ve sanatçılardır. Ağaç, orman içinde yetişir. Yazmak da bir ortam işidir. Kendisini insanlardan soyutlayan bir yazarın yaşam hakkında sağlıklı hükümler verebileceğini sanmıyorum. Yaşam hakkında yazacaksak önce yaşamalıyız.
Burada önemli olan sanırım dengeyi korumak. Ne fildişi kulene çekilip yaşamın kıyısına düşeceksin ne insanların seni günlük hayatın içine gömmelerine izin vereceksin. İnsanlarla “ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler” kuracak, kirpi mesafesini koruyacaksın. Arı gibi bahçeleri dolaşacaksın ama kovanına dönüp balını yapmayı da ihmal etmeyeceksin.