Çoğu İnsan İyidir
Yapbozun Parçaları ve Alternatif Tarih Okumaları
Üç beş yıl olmuştur, başlangıç seviyesinde bir “uygarlık tarihi” kitabı okuyordum. Üniversitelerin 101 numaralı dersleri tarzında hazırlanmış, kolay ama hacimli bir kitap. Özellikle tarih öncesi çağlarla ilgili bölümleri okurken zihnimde şöyle bir düşünce oluştu. Çok az veri var ama o çok az veriden hareketle çok ayrıntılı bir resim çizmişler. Bulgu oldukça kısıtlı, tasvir oldukça net. Sanki bin parçalı büyük bir yapboz hakkında konuşmak istiyoruz ama bir şekilde resmin farklı köşelerine ait on beş yirmi parça bulmuşuz sadece. Bu parçalardan hareketle resmin aslında ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyoruz. Pekala çok farklı şekillerde okumak, görmek mümkün resmi. Lakin birçok tarihçi birbirinin sözünü tamamlamış ve ortaya pek fazla tartışılmayan bir anlatı çıkmış.
Alternatif anlatı yok mu, mümkün değil mi peki? Elbette mümkün, belki ufak tefek itirazlar da vardır. Ne var ki asırların birikimine karşı birşey söylemek, karşı çıkmak çok kolay değil. En azından bir kişinin yapabileceği, altından kalkabileceği bir iş değil. Hele benim gibi konuya hakim olmayan, elindeki başlangıç seviyesinde giriş kitabına göz atan birinin bu konuda “birileri farklı okumalar denemiş olsa keşke” temennisinden fazla yapabileceği pek bir şey yok.
Bu düşüncelerimi anlatmak gelmişti o zaman içimden. Alternatif okuma yapamazdım belki ama bir deneme yazabilirdim. Hatta bir dosya açıp başlık da koydum sanki, sonra öylece kaldı. O yazı yazılmadı. Şimdi beni heyecanlandıran bir kitapla karşılaşınca o düşüncem geldi aklıma. O yazının adı “Yapbozun Parçaları” olacaktı. Ve evet, rlimdeki kitapta benzer bir cümleye rastladım.
Okuduğum baskının[1] 137. sayfasında aynen şöyle diyordu yazar: “Arkeolojik yapboz parçalarını yorumluyoruz ancak antropolojik bulgunun uzak geçmişi birebir yansıtacağından tamamen emin olamayız.”
Evet, sanal mağazalarda rastgele dolaşırken karşıma çıkan kitap, tanıtımından edindiğim izlenime göre düşüncelerimi destekleyen bir alternatif tarih okuması sunuyor olmalıydı, bu heyecanlandırmıştı beni. Kitabı elime alıp bölümleri inceleyince aslında kitabın bu kadarla da sınırlı kalmadığını fark ettim. Yayıncı kitabı “tarih-felsefe” diye sınıflandırmış. Bu doğru, elbette sosyoloji, edebiyat eleştirisi, bilim tarihi gibi alanlara da temas ettiğini söylemeliyim.
Rutger Breman’ın Türkçeye “Çoğu İnsan İyidir” adıyla çevrilen kitabının ayrıca iddialı bir alt başlığı var. “Yeni Bir İnsanlık Tarihi”.
Kitabın temel tezini özetlemeye çalışırken belki bir bakıma karikatürize ediyor da olabilirim endişesini taşımama rağmen bunu yapmaktan kendimi alamadım: Aslında çoğu insan iyidir ama çoğu insan çoğu insanın kötü olduğunu düşünüyor. Bu düşüncenin oluşmasında (özellikle Hristiyanlık özelinde) dinin ve daha sonra dine karşı çıkan birçok filozofun insan doğasını kötü tanımlamasının etkisi var. Çoğu insanın insanların kötü olduğunu düşünmesi kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi kötülüğü artırıyor. İnsanları aslında çoğu insanın -zannettiklerinin aksine- iyi olduğuna inandırabilirsek tarihin akışını bile değiştirebiliriz.
Bu ana düşünce beni eskiden beri içselleştirmeye çalıştığım -bu konuda belli derecede başarılı olabildiğimi düşünüyorum- hayata iyimser bakış kazanmak için aklımdan çıkarmadığım bazı düsturlarla örtüştüğü için de etkiledi sanırım: Hayat bir cidal değildir; hayatta teavün düsturu esastır.
Meşhur Sosyal Psikoloji Deneyleri ve İşin Aslı
Yukarıda bahsettiğim “uygarlık tarihi” kitabını okuduğum yıllarda beni çok sarsan bir kitap yine aynı tarz ve aynı düzeyde diyebileceğim “Sosyal Psikoloji” kitabıydı. Belki, neden böyle çok da övmediğin kitaplar okudun art arda diyen olur. İşin aslı, ülkemizde sık sık değişen lise müfredatının azizliğine uğrayıp liseyi felsefe dersi almadan bitirmiştim. Felsefenin hangi sınıfta okutulacağıyla ilgili bir değişikliğe gidilmişti sanırım ve bizim yaş grubumuz bir şekilde o dersi almadan sıyrılıp gitti. Sonradan bu eksiklik içimde bir ukde oldu ve o dersin kazası olarak bir açıköğretim felsefe programının kitaplarını atlamadan okuyup eksiğimi telafi etme gayretine düştüm. Bu okumaların bağlamı böyle bir özel durumdu işte.
Neyse, okuduğum bu kitap insanın iyiliğiyle ilgili ciddi sorular oluşturdu kafamda. “Ah, insan gerçekten kendi haline bıraksan böyle mi oluyor? Hepimiz potansiyel canavarlar mı barındırıyoruz içimizde?” gibi sorular… Yoksa insan insanın kurdu muydu gerçekten? Sosyal deneyler de böyle söylüyordu işte.
“Çoğu İnsan İyidir”de bu sosyal deneyler de ele alınıyor ve aslında işin pek de öyle olmadığı açıklanıyor. Gerçekten rahatladım bu bölümü okurken, “Oh be…” dedim. Biliyordum, öyle olmamalıydı. Benim bildiğim, sevdiğim “sıradan ortalama insan” öyle olmamalıydı.
Üniversite bodrumundaki o meşum hapishane deneyi, korkunç şok makinesi deneyi ve hemşerimiz Muzafer Sherif’in izci kampında yaptığı deney… Hepsi sonuçlarına güvenilmez, çarptırılmış deneyler olabilir mi?
Bregman’a göre öyle. Bu deneyler meşhur olup her yerde anlatıldıktan sonra, araştırmacıların önceden zihinlerinde var olan sonuca ulaşmak için denekleri manipüle ettikleri, bulguları çarpıttıkları ortaya çıkmış ama ders kitaplarında sonradan yazılan daha makul ve bilimsel sonuçlar değil, daha ilginç ve ezberleri doğrulayan ve insanın kötülüğünü vurgulayan bilgiler yer almaya devam ediyor hala.
Benzer deneylerde kendi haline bırakılan denekler hiç de iddia edildiği gibi zalimleşmemiş.
Gerçek hayatta öyle mi oluyor?
Bir başka bölümde bazı kült kurmaca eserleri masaya yatırıyor yazar. Mesela “Sineklerin Tanrısı”, bir kurgu ama sanki olay raporu gibi belki daha etkili. Bir grup çocuk bir adaya düşse ne olur? Yıllarca, evet, olsa olsa buna benzer bir şey olur demiş okuyanlar. Bregman “Acaba buna benzer bir olay yaşanmış olabilir mi bir yerlerde?” diye soruyor ve bir yerde bir gazete haberinde benzer olayın izine rastlıyor. Sonra araya sora olayı öğreniyor, binbir zorlukla kahramanlarıyla tanışıyor. Hayret, hiç de kurguda olduğu gibi olmamış. İnsanların çoğu gibi ıssız adada mahsur kalan çocuklar da iyi çıkmış işte.
Peki tarih diye okuduklarımızın ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek? Az veriden çok anlatı çıkaran tarih anlatıcıların dedikleri test edildi mi? Paskalya Adası örneğinde bu ilginç adayla ilgili bulgular ve önce bu bulguların nasıl kötücül bir resim olarak okunduğu sonra sağlam bir eleştiriyle bu ilk okumanın nasıl tel tel döküldüğü anlatılıyor.
Birçok tarih okumasının ilgi çekmeye çalışan ve bunun için entrikaları, akılda kalacak olan az ve kötü olanı öne çıkaran haber metinlerinden farkı yok belki de?
İnsanın doğası kötü mü?
İnsan doğasının kötülüğü, bir yandan ilk günah düşüncesinden kaynaklanıyor belki bir yandan evrimcilerin hayat bir mücadeledir, güçlü olan ayakta kaldı düşüncesine. Bregman da evrimle açıklıyor insanın dünyadaki varlığını ama bize bazı evrimcilerin güçlü olan hayatta kalır görüşüne katılmadıklarını haber veriyor. Acaba doğal seçilim dediğimiz şey gerçekten eskiden beri anlatılageldiği gibi mi oldu? Yani güçlü olan, mücadeleci olan mı hayatta kaldı? Bazı deneylerden bahsediyor ve ikinci bir görüş olarak güçlü olanın değil, daha sevecen olanın, sosyalleşmeyi becerebilenin hayatta kalmış olabileceği ihtimalinden bahsediyor. O zaman Türkiyeli düşünür Nursi’nin sorduğu soruya geliyoruz.
Hayat mücadele mi yardımlaşma mı?
Nursi’nin evren algısı elbette yaratılış temelli ve evreni ilahi isimlerin tecellisi ile anlatması çok değerli. Ama bu bağlamda mücadelenin karşısına yardımlaşmayı koyması ve bunu geleneksel İslami anlayışla temellendirmesi ayrıca önemli. Demek ki tarihin akışını değiştirecek insana olumlu bakış hareketi bir ivme kazanacaksa bu akımda Risale-i Nur’un insana bakışı ve hayatı; insan, toplum ve doğayı algılayışı çok önemli katkılar sunabilir. Benzer tezler ileri süren yaklaşımların sahipleri bir araya gelip bu konuyu konuşmalı bence.
Yazar farklı disiplinlerde son zamanlarda insanın iyiliğine dikkat çeken yaklaşımların çoğalmaya başladığından da bahsediyor bir yerde. Bu yönde çaba gösteren araştırmacıların risalenin yaklaşımlarından haberdar olması sağlanırsa belki çalışmalarını temellendirecek sağlam dini ve mantıki argümanlar bulmalarına katkı sağlanmış olabilir..
Empati mi merhamet mi?
Aslında bu bahsettiklerim kitapta anlatılanlardan sadece birkaçı. Gerçekten çok fazla yerini çizmişim kitabın. Birçok derkenar yazmışım sayfalara.
En son yine Risale-i Nur’dan bir cümleyle ilişkili olduğunu düşündüğüm bir deneyden bahsedeceğim.
Aslında kitabın anlattığı bir çok meseleye göre çok fazla ayrıntı diyebileceğim bir konu bu. Nedense, daha önce hoşuma gitse de zihnimde anlamını tam oturtamadığım bir cümleyi temellendirdiğini düşündüğüm için değinmek istedim.
Kitabın sonunda “on kural” başlıklı bir bölüm var. Yazar aslında on emir demek istemiş ama dememek için kendini tutmayı zor da olsa başarmış olmalı. Bu kurallardan dördüncüsü şöyle: “Empatinizi hafifletin, merhametinizi artırın.”
Bu başlık altında empatinin her zaman iyi sonuç vermediğini, empati yapanı yaralayan, enerjisini tüketen bir yönü olduğunu gösteren bir deneyden bahsediliyor. Bir nörolog ve meditasyon ustası var deneyde. Neyse, ayrıntıyı bir yana bırakıp sonuca gelmek istiyorum. Şöyle diyor yazar sonuç olarak “Merhamet, empatiye göre daha kontrol edilebilir, daha mesafeli ve daha yapıcı bir duygudur. Merhamet başkasının acısını paylaştırmaz ama onun acısını görmemizi ve harekete geçmemizi sağlar. Merhamet insana enerji verir.”
Evet, Nursi ne diyordu peki?
“Pencereden bak, içine girme.”
[1] Rutger Bregman, Çoğu İnsan İyidir, Mundi Kitap, İstanbul, 1923