Hasan Çağlayan

Taşın Saltanat Kurduğu Şehir: Mardin*

Okuma süresi: 9 dakika

Hiçbir kitap, dışından okunmaz. Ülkemizin ortaçağ desenini koruyan tek otantik şehri Mardin de öyle dıştan okunup geçilecek bir yer değil. İçinde yaşayanlar için ülfete dönüşse de, modern çağdan kurtarılmış nadide bir sanat adacığı, bir antik eser o. Kendi haline bırakılsa çoktan betonlaşma kurbanı olacağının işaretleri hâlen mevcut; lâkin o güzelim estetiğinden bir şey kaybetmemiş.

On iki yıl evvel bir asker olarak geldiğim Mardin’e şimdi şiir için gelmek güzel bir duygu. Mimarinin bütünüyle sanata dönüştüğü bu şehir, illaki görülesi bir diyar. Evler, ibadethaneler, medreseler, kamu binaları bu kadar mı sade ve tabii, bu kadar mı güzel olur. Hele o kapılar, pencereler, o iç mekân tasarımları yok mu, pes. Taşın saltanat şehri burası ve mermerin kalkere yenildiği yer. Sadeliğin debdebeyi mağlup ettiği mekân. İç içe geçmiş sonsuzluk çağrışımı.

Şimdilerde vefa nişanesi olarak pek çok çalışma gerçekleştirilmiş. Öğrendiğim kadarıyla kale restore ediliyormuş. Altyapı yenilenmiş. Radar küreleri kaldırılmış; gördüm. Sokak ve caddeler kesme taşlarla kaplanıyor. Evler ve tarihi yapılarda yenileme çalışmaları almış yürümüş. Böyle giderse daha nefis bir şehir olacaktır şüphesiz.

Artuklu Üniversitesi de şehre mânâ katan bir değer olmayı başarmış, ne âlâ. Dil, din ve kültür yönüyle zengin bir ortam oluşturmuşlar ve neredeyse her faaliyeti, bir kültürler diyaloğu ve insanlık hizmetine dönüşmüş. Kompleksiz bir kurum. Nerede durduğunu ve neler yapması gerektiğini çok iyi tespit ederek geleceğe yürüyor, ne iyi.

Davet edildiğimiz uluslararası program ise, üniversite misyonunu işaret ediyor. Altı dilin şairlerini buluşturacak “1. Uluslararası Zinciriye Şairleri Buluşması” Orta Şark’ın fotoğrafı. Heyecan duymamak mümkün değil.

Çağrışımlarla Dolu Bir Konak

Program bir üniversite organizesi olduğu için derli toplu ve rahat. Ağırlandığımız mekân “Maridin Otel” ismini taşıyor.  Eski bir konaktan butik otele çevrilmiş güzel bir yer burası. İlgi ve alakaya diyecek yok. Her misafir için tek kişilik oda ayrılmış. Kapı anahtarları, geçen yüzyıla ait gibi. Sanki, tarih içinde seyahat imkânı sunulmuş bize. Odalar çapraz tonoz tavanlı ve otantik.

Kaldığım odanın penceresinden bakınca tam karşıda Mezopotamya ovası uzayıp gidiyor. Beride birkaç tepe, daha beride tarihi bir cami, mezarlar ve kilise. Yaklaştıkça Mardin evleri… Oldum olası böyle geniş manzaralı evleri sevmişimdir. Ufku açık, kuşatılmamış ve bunaltılmamış mekânlar hayatın teneffüs bahçeleri.

Otel, niyeyse pek çok çağrışım uyandırdı bende. Vakti zamanında varlıklı bir kimsenin evi olduğu aşikâr. Zemin katta bulunan küçük sarnıç havuz eğer sonradan yapılmamışsa çok etkileyici. Gerçi ışıklandırması ve su sistemi yeni; fakat birkaç kişi sığabilen bu havuz özellikle sıcak günler için bir serinlik siperi gibi düşünülmüş.

Zemin katta bir küçük hamam ve çamaşırhane bulunuyor. Asıl geniş alan ise lokanta olarak düzenlenmiş. Zeminin damı da avlu olarak tasarlanmış. Ve avludan zemine geçiş için iki ayrı merdiven yapılmış. Zeminin kapısı o bildik dar sokaklara açılıyor. Temizlik görevlilerinin belediyenin resmi araçları olan katırlarla geçtiğine defalarca şahit oldum; ilginç bir durum bu. Yamaç bir şehirle katırların kaderi kesişmiş.

Beyaz Katırlar Vefayı Hak Ediyor

İri ve genellikle beyaz olan bu katırlar şehrin en bariz işaretlerinden. Günümüzde halen taşımacılık ve çevre temizliği için katır istihdam eden bir başka şehir var mıdır bilmiyorum. Ve gördüğüm kadarıyla Mardin’de katırlar üzerine herhangi bir proje, reklam veya tanıtım filmi yapılmamış. Şayet şehrin bu yönü turizm de dikkate alınarak nazara verilse hayli ilgi çekici olacaktır.

Mesela belediye, logosunda katırlara özellikle yer vererek ve hatta bir belgesel hazırlanmasına ön ayak olarak isabetli bir girişimde bulunabilir. Ve katır yetiştiriciliği ve festivali yeni ve kıymetli bir sektör olarak düşünülebilir.

Neden olmasın? İlla yalnızca tarihi eserler noktasında yatırım yapmak gerekmez. Enine boyuna irdelenerek başlatılacak bir proje, başka şehirlere de pazarlanabilir rahatlıkla. Belediye meclisi bu işe bir el atmalı diyorum. Katırlar da vefayı hak ediyor, benden söylemesi.

İnsan Merkezli Şehircilik Nişanı: Abbaralar

Mardin’in en işlek caddesi, şehri ikiye ayıran birinci cadde. Yukardan aşağı uzanan bütün sokaklar bu caddede birleşmiş. Çıkmaz sokak var mı emin değilim; çünkü “kabaltı” da denilen “abbara”lar, her tıkanma noktasını çıkar sokak eylemiş. Herhangi bir evin altına konulduğu için kapı veya oda altı manasında bu isimle anılıyor geçitler. Şunu belirtmeliyim ki gayet pratik ve medeni bir çözüm bu. İnsan eksenli bir ortaçağ şehircilik anlayışı, ne güzel.

O Baharat Kokulu Çarşı Yok Mu?

Mardin demek baharat ve çerez demektir biraz da. Otantik dükkânlar bu şehirde insana dair akılda kalıcı en gözde kareleri sunuyor. Ana cadde ve çarşıda birkaç sabuncu göze çarpsa da ağırlıklı olarak çerezciler dikkat çekiyor. Galiba eski zamanlara dayanan bir çerez kültürü var. Ya da bana öyle geldi.

Çeşit çeşit üzümler ve hele o güzelim pestiller bir başka şehirde yok sanırım. Kalınına bastık denilen bu yufka inceliğindeki yiyecek, gerçekten harika. Muska pestiller, cevizli pestil sucukları da tadılmaya değer. Ayrıca taptaze bademşekeri, karpuz çekirdeği, peksimet ekmekler, kiraz, zeytin ve inciri şaşırtıcı detaylardan.

Zeytin toplama mevsimine rastladığım iyi oldu. Demek ki bu çevrede zeytin de yetişiyormuş. Bunu ilk kez fark ediyorum; şaşırdım. Hele o yaban elması iriliğindeki zeytinler çok hoşuma gitti. Lezzeti konusunda herhangi bir fikrim yok; çünkü henüz tatmadım.

Bu noktada Tin Suresini düşünmeden edemiyor insan. “İncire, zeytine, Sînâ dağına ve o emin beldeye yemin olsun ki…” Bu dört değeri kendinde birleştirmiş bir şehirle karşı karşıya olduğunu düşündüm. Bu durum gülümsetiyor insanı. Turabdin Dağı, zeytini, inciri ve emin bir şehir oluşu ile gerçekten zarif bir çağrışım oluştu vende. Bir de söz konusu ayette işaret edilen üç büyük peygamberin ümmeti uzun yıllar boyunca bir arada yaşamış burada. Aslında bu yönüyle de hoş bir tevafuk bu.

Mabetlerin El Ele Verdiği Sokaklar

Mardin, inanç ekseninden bakınca tam bir mabetler şehri. Cami ve kiliseler yan yana. İnançlar ve kültürler iç içe. Bundan rahatsız olanı görmedim. Musevilerin izleri duruyor olsa da cemaatten kimse kalmamış. Bir halklar mozaiği olan şehirde Arabı, Kürdü, Süryanisi ve Türkü birlikte huzurla yaşıyor.

Tabii olarak Müslümanlar ekseriyeti oluşturduğu için en dikkat çekici dini sembolün minareler olduğu gözden kaçmıyor. Ulu Caminin ve Şehidiye Medresesinin minaresi hayli şaşırtıcı. Yapılmamış da sanki elle dokunmuş hissi uyandıran bu birbirinden güzel minareler, taşın şahadet parmakları gibi.

Otelimizin yakınındaki cami, Şeyh Çabuk adını taşıyor. Abdullah ibni Enes el Cüheynî Hazretleri’nin, Allah ondan razı olsun, takma ismiymiş bu. Sabah vakti geldiğimde uğradığım camiyi tanıdık buluyorum; asker iken gelmişim demek ki. Şeyh Çabuk Hazretleri, İki Cihan Güneşi aleyhissalatu vesselamın postacısıymış. Hızlı olduğu için böyle hitap edilmiş kendisine. Hicret vesilesi onu ta buralara kadar getirmiş. Kendisine yakın olmak etkileyici.

Güzel Dediğinde Kusur da Olur

Yoğun çalışmalara rağmen Mardin’in bütünüyle tabii bir görünüm kazanamadığını söylemek gerekir. En bariz engeller çanak antenler, su depoları ve elektrik direkleri. Teknik bir çözüm düşünülürse bu mesele kolayca çözülecektir. Sıva, boya ve katranlama gibi uygulamalara da son verilirse şehrin çehresi asli kimliğine bürünecektir.

Nitekim eski Midyat’ta kısmen giderilmiş olan bu problemler, beldeyi bambaşka bir hüviyete büründürmüş. Bir de kontrollü ağaçlandırma olmalı. Ağaçlar binaları örtmek yerine daha güzel göstermeye yönelik tercih edilmeli bence  Belki iklimi el vermez, bilmiyorum ama bir oya ağacı ya da  begonvil ne çok yakışırdı bu şehre.

Öte yandan, tarihi yapıların duvarlarında hudayinabit bitkiler terk edilmişlik hissi uyandırıyor. Bu açıdan, bunlara izin verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle birinci caddede, şehrin iklimine uygun çiçekli ağaçlarla güzel bir kompozisyon oluşturabilir. Mevcut haliyle çok sade görünüyor lakin. Hem ağaçlar yaz serinliği de verebilir.

Bir diğer önemli husus da aşağı taraflara yapılan yeni yerleşimler mutlaka pek çok açıdan ele alınarak yeniden düzenlenmeli. Mümkünse ağaçlandırılarak geleceğe armağan edilmeli. Mezopotamya ovası ile şehir arasında bütünleşen rüyayı o bölgeler karartabilir. Allah korusun.

Hedefimde o güzelim çarşı var. Gözlem ve düşünceler içinde ilerlerken kendimi bir anda alışveriş kalabalığı içinde buldum. Esnafı sükûnet ve mütevekkil duruşlarıyla bir kez daha zihnime kaydettim. Kızıl üzüm ve çay aldım. Kısmetse pestil de alacağım. Mardin ve Midyat pestili efsanedir.

Birinci caddeye paralel bir şekilde ama bir alt sokaktan uzayıp giden bu baharat kokulu çarşıda eleştirdiğim tek şey et ve sakatat görüntüleri oldu. Keşke buna daha nezih bir çözüm bulunsa. Kasaplar için özel bir yer de oluşturulabilir. Üzerinde durulmaya değecek bir nüans bu.

Belediyeler halk danışmanlığı gibi gönüllü bir uygulama başlatamaz mı acaba? Farklı ve faydalı fikirler toplanıp önem sırasına göre icra edilebilir böylece. Bu fikir şimdilik, ülkemiz için tuhaf da kaçabilir. Bilmiyorum.

Mırra, Çay ve Düşler Ovası Mezopotamya

Mardin’in mırrasını unutmadım tabii. Mırra Arapçada ‘acı’ anlamına geliyor; yani acı kahve. Bir kez denediğim için yeniden içme ihtiyacı duymadım. Yapılışı hayli zahmetli olan bu kahve üç aşamalı bir pişirmeden sonra küçücük bir fincanda ikram ediliyor. Geleneğe dönüşmüş bir merasimi var. Buralarda tiryakileri olduğu kesin.

Fakat yine de bütün Anadolu şehirlerinde olduğu gibi burada da en çok tüketilen içecek çay. Çay dedimse kaçak çay tabii. Rize çayı içildiğine rastlamadım şimdiye kadar. Daha çok Güneydoğu Asya ve özellikle Seylan çayı tüketiliyor. Üzerinde kaz veya geyik resmi olan çaylar gerçekten enfes. Fakat sağlık açısından ne derece güvenilir bilmiyorum.

Tecrübe edenler bilir, Şehidiye Medresesi’nin damında iyi demlenmiş çaylar eşliğinde Mezopotamya düzlüklerini seyretmek zihni gerçekten dinlendiriyor. Nice kavmin, kültürün ve kervanın geçtiği bu ova, yollar annesi bir nevi. Bu yörenin asırları birleştiren bir melodisi olsa, o, öyle sanıyorum, Kitaro’nun ‘Silk Road’ı olurdu.

Kent Müzesinde İlginç Detaylar

Bu sefer Sabancı Mardin Kent Müzesine uğradım. Önceden var mıydı, yoksa yeni mi yapıldı çıkaramadım. Gezerken pek çok detayla karşılaştım. Bir taş ustasının çalışmasını gösteren balmumu heykel bence en isabetli görsel olmuş. Şehrin o ustalara vefa borcu büyük. Ayrıca, dokuma tezgâhları ve pek çok kültürün nişanesi eşyalar da bulunuyor burada. Özellikle aile fotoğraflarından çok etkilendim. Eski fotoğraflar niye böyle hüzünlendirir beni bilemiyorum.

Müzede dikkatimi en çok çeken şey, taş kabartma iki tasvir oldu. Bunlar tavus ve elinde hançer tutan kaplan idi.  Zihnim her ikisini birleştirerek bir üçüncü görüntüye, şahmerana gitti. Öyle sanıyorum ki şahmeran resmi bu iki görüntünün stilize edilmesiyle elde edilmiş yeni bir figür olmuş. Bu tespitin üzerinde dikkatle düşünülmeye değer; çünkü dikkatli bir bakış bu kompozisyonu kolayca fark edecektir.

Kalbim Midyat’ta Kaldı

Şiir festivalinin en önemli bölümlerinden biri de Midyat gezisi olarak belirlenmiş. Şairlerin çoğunun katıldığı gezi iyi olacağa benziyor. Daha önceden gezmiş olsam belki gitmezdim diye düşünsem de merak hissim ağır bastı yine de. İki akademisyenin Dr. Bülent Ayanoğlu ve Dr. Ahmet Abdulhadioğlu Beylerin rehberliğinde başladı yolculuğumuz.

Yol boyu en dikkat çekici manzara üzüm bağlarıydı. Kızıl topraklar üzerinde rengârenk güz yaprakları, üzüm bağlarının bakiyesi son nefis hediyelerdi. Yeşilli ve Ömerli istikametinden Midyat’a doğru giderken rehberlerimiz kısa açıklamalar yaptı. Yolun sürprizi ise bir zafer takını andıran sakız ağacıydı. Hafızama kaydettim.

Midyat’ta ilk durağımız Deyrulumur oldu. Mor Gabriel Manastırı da denilen bu mekânın tarihi İslam öncesine dayanıyor. İnsan, geleneğe bağlılığı sorgulamadan edemiyor burada. Manastır görevlilerinden bir genci dinledik ve grupça fotoğraflar çektirdik. Acelesiz ama vakit de kaybetmeden eski Midyat’a geçtik. Gezimizin en çarpıcı bölümü burasıydı.

En az Mardin kadar ortaçağ görünümü sunan bu belde, insandan arındırılmadan böylece korunursa ne iyi olur. Görmeyenler için ne kadar anlatılırsa anlatılsın kesinlikle eksik kalacaktır. Elektrik direkleri de yer altına alınırsa tam bir film platosu olacağına şüphe yok.

Restorasyon çalışmalarının sürdürüldüğünü sevinerek gördük. Faytonlar dikkat çekiyor. İnsan binlerce yıl öncesinin havasını soluyor burada. Kendisi de Midyatlı olan genç arkadaşım Mustafa Aktaş fotoğrafımı çekiyor özenle. Ona müteşekkirim. Fakat en kalıcı fotoğraflar zihnimizin çektikleridir, söylemeliyim.

Midyat’ta yürüyerek geziyoruz. İyi de oluyor. Tarihin içinden yürürken, tarih de bizim içimizden yürüyor. Dünya misafirliği aklın bir köşesinde ev sahibi, neylersin. İçte ince bir hüzün olsa da böyle bir düşünceyle yaşamak güzel. Yahya Kemal merhumun dediği gibi: “Bu taştan yapılar fânidir.” insan gibi.

Aramızda başka ülkelerden gelen şairler var. Onlar ne düşünüyor, neler hissediyor bilemiyorum. Tek dillilik nitelikli bir diyalog kurmamıza mani oluyor. Şehir merkezinde bekleyen servislere varmadan hana benzeyen bir yapının avlusunda çay içiyoruz. Yorgunluğu götürüyor çay. Sonra servislere varıyoruz.

Çerezcilere gidiyorum bir koşu. Midyat pestilleri Mardin pestiline göre mayhoş olduğu için özellikle tercih ediyorum. Çok hoşuma gidiyor nedense. Araçlar nezih bir lokantaya götürüyor bizi. Pek leziz yemeklerin bir arada bulunduğu Damaktadı Restaurant takdiri hak ediyor bence. Hatıralarıma ekledim işte.

Bu Şehre Şiir Ne Çok Yakışıyor

Gezi dönüşü Artuklu Üniversitesi’nde Prof. Dr. Haluk Oral’ın “Şiir Hikâyeleri” sunumunu dinliyoruz. Bunun ardından “Dil, Gelenek ve Mekân” başlıklı bir panel gerçekleştiriliyor. Süryani din adamı Gabriel Akyüz’den Süryanice mezmurlar dinlemek hoş bir tecrübe bizler için. Üniversiteli gençlerin hazırladığı Mardin şiirleri sunumunu beğeniyle izliyoruz. Normal şartlarda yorgunluğa yenik düşmek mümkünken öyle olmuyor. Gün boyunca yapılacaklar zihne önceden yüklenirse bedenin kendini ona göre programladığını ve dayanıklılığını koruduğunu biliyorum.

Akşam asıl şiir programı olacak kısmetse. Onun için Maridin Otel’e geçiyoruz. Programın onur konuğu şair Hilmi Yavuz. Kendisiyle tanışmayı çok istiyordum. Burada kısmet oldu. Şiirlerini, yazılarını pek severim. Program boyunca beraber olacağız. Bakalım ne muhabbetler olacak burada.

Her şairin bir şiirini seslendireceği gecede nitelikli bir katılımcı topluluğu göze çarpıyor. Lise öğrencilerinden beni tanıyanlar yanıma geldiler. Cengiz Bey şiirlerimi okuyormuş derslerde. Ben de onlarla tanıştığıma mutlu oldum. Gecede sırayla şiirler okunmaya başladı. Sıra bana gelince “Kalem Diliyle”yi okudum:

Kalem Diliyle

İnsan bir çift nazar, gurbetse metin.

Konargöçer bir kavimdir sözler de.

Ve harfler atlardır doludizgin

Durmuyorlar yerinde.

Yerinde mi dağlar, mevsimler ve su?

Derinde mi o sessiz akan nehir?

Bir başka diyara çıkar gittikçe,

Nehirler sözlerden başka nedir?

Nedir şu dünyayı ışıklandıran?

Hicret mi, söz mü, aşk mıdır o nûr?

Bir kitap yeryüzü, yazılır her an.

İnsan yaşadıkça okunur.

Hilmi Usta, oturduğu yerden yanıma gelerek tebrik etti beni. Mutlu oldum. Birlikte fotoğraf çektirdik.

Kimler kimler yoktu ki aramızda: Hilmi Yavuz, Haydar Ergülen, Roni Marguiles, Mahmut Temizyürek, Ali Günvar, Nilay Özer, Fatma Çolak, Aydın Afacan, Kenan Sarıalioğlu ve Ercan Yılmaz başta olmak üzere yirmi beş şairin katıldığı gecede ülkemiz dışında Tacikistan, İran, Irak, Suriye ve İsrail temsil edildi.

Okunan şiirler birbirinden güzeldi gerçekten. Altı dilin şairleri şiirlerini kendi dillerinde okudu tabii. Şiir tercümelerini ise şair Selim Temo ile öğretim üyesi Mehmet Sait Toprak yaptılar. Bir akademisyenin neredeyse altı dilde şiir tercümesi yapması harika bir şeydi bence.

Öğrencilerle birlikte halktan da gelenler vardı. Açık hava kokteyliyle başlayan gece, Musevi sanatçı Yinon Muallem’in resitali ile son buldu. Bu gece, tarih, şiir ve müzikle iç içe, unutulmaz güzel bir anı olarak kalacak bende. Hayatım boyunca kendimi hiç bu kadar özel hissetmedim. Bu şehre şiir ne çok yakışıyor.

Hoşça Kal Mardin

Dil, din, kültür ve dünya görüşü gibi farklılıkların bir zenginlik olduğu bu şehirde, birleştirici ve bütünleştirici bir misyon eda eden Artuklu Üniversitesi, söz konusu zenginliği besleyen böylesi seçkin bir programla hem şehre hem de kültüre önemli bir katkı sağladı şüphesiz.

Aynı masa ve mikrofon etrafında, dil cevheriyle, neredeyse yarım bir dünyaydı buluşan. Sanat ortak paydasında, şiirin, bütün suni gündemleri ve problemleri aşan o iyileştirici gücü bir kez daha fark edildi. Öyle sanıyorum, unutulmaz anılarla şiirli bir Mardin kalacak herkeste.

Açıkçası, başta ev sahibimiz rektör Prof. Dr. Serdar Bedii Omay Bey olmak üzere, üniversite genel sekreter yardımcısı ve programın fikir babası Cengiz Aydın Bey’e, emeği geçen akademisyenlere, Maridin Otel’in konuksever müdiresi hanımefendiye ve katkı sunan herkese şükran ve muhabbet hisleriyle doldum. Hoşça kal Mardin. Belki bir daha görüşürüz. Şiir ile.

Hasan Çağlayan

Mart 2013 Antakya

(*Bu yazı daha önce “Yağmur” dergisinde yayımlanmıştır.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.