Hasan Çağlayan

Rüya Kıyısı Bir Kent: Birecik*

Okuma süresi: 10 dakika

(Kentlerden Notlar 2)

Yolculuk Hali

Bazen, herhangi bir vesileyle gideceğimiz yer hakkında hissi boşluğa düşeriz. Ya birkaç kez içinden geçtiğimiz ya da sadece ismini duyduğumuz o yer hakkında hayali bir coğrafya kurmuşuzdur. Öyle ya, görmediğimiz nice beldeyi, zihnimizde kurmaktan kolay ne var? Bildiğimiz ve de sevdiğimiz bir yere gitmek, şairin de dediği gibi, yolları yakut uzaklıklara dönüştürür. Bilmediğimiz bir yere gitmekse daha çok merak.

Kitap dostlarının davetlisi olarak Birecik’e gidiyorum. Nasıl bir kentle ve neyle karşılaşacağımı kestirmem zor. Bu kapalı şiir, içinde dolaşıp katmanlarını gördükçe kendini ele verecek mi bilmiyorum. Bakalım, beni neler bekliyor? Beş, altı saatlik bir otobüs yolculuğu olacak kısmetse. Öğrenciyken ve de sılayı rahim yaparken on altı saatlik yolculuklar yaşadığım için bu mesafe gözümü korkutmuyor.

Yanıma yoldaş bir iki kitap alarak nitelikli bir seyrüsefer niyetindeyim. Bu sebeple, Beşir Ayvazoğlu’nun “Kuğunun Son Şarkısı” ile dostum Ali Şanverdi’nin henüz yayınlanmamış roman dosyasını yanıma aldım. Onlar benimle gidip gelecekler. Şu sıralar, Ayvazoğlu’nun kültür elçisi kitaplarını okuyorum. Hayli istifadeli ve bol ışıklı bu eserlerden dolayı, yazarın nazarımdaki kıymeti artıyor.

Yola Baharda Düşmeli

Yolculuğun şiiriyete yakın bir yanı var. Nisan ve mayıs yolculukları ise bütünüyle bir düş. Özellikle cam kenarını seçtim ki düşten mahrum kalmayayım. İçim, kapalı mekânlara sığmadığı için cam kenarı çekiyor beni. İnsanın, yol boyu ve göz alabildiğine uzanan bahar bahçesine ruhunu süresi geliyor. Kadir Mevlâ ne yüce bir sanatkâr ve ne yüce bir sevgili. İşte Amik Ovası, üstü çiçek işlemeli yeşil kadife. Su baskınlarından her yıl nasiplense de, kaybettiği gölü arıyormuşçasına bu durumu pek yadırgamıyor.

İskenderun Körfezi ve Nur Dağları en çok bu mevsimde rüyaya benziyor. Hele Dörtyol ve Erzin’de yolun iki tarafını saran portakal bahçeleri buram buram. Keşke camları açmak mümkün olsa hepimiz yıldızlanırdık. Böylesi yerler, sadece içinde yaşayanlara değil, içinden geçen ve nimetlerinden istifade eden herkese seçkin bir armağandır.

Dışarıda böylesi cazibedar bir manzara varsa da okumam gereken kitaplar beni rahat bırakmıyor. Bu sebeple, okurken, ara sıra manzaralar koparmakla yetiniyorum. Bu hiç bitmeyecek hissi veren özgür bahçe, Osmaniye’de daha bir salkımlanıyor. Dağ siluetleri, yemyeşil yayla yamaçları ve zarif şehir. Birbirimize hemen ısınıyoruz.

Ufka doğru bakınca zirvelere kondurulan rüzgârgülleri dikkatimi çekiyor. Bu dev tribünler elektrik üretimi için çok ideal. Biraz geç kalınmış olsa da, ülkemiz adına sevindirici buluyorum. Nur Dağları’nı dele dele ilerleyen otobüsümüz de Ferhat oldu? Varsın, dağların geçit vermezliği türkülerde ve şiirlerde kalsın. Hem tüneller hem de rüzgârgülleri böyle çok iyi.

İlk İntiba

Nurdağı ve Gaziantep’i geçip de Birecik’e yaklaştığımızda fıstık bahçeleri ve zeytinlikler arasında bulduk kendimizi. Ötede, eşik görünümündeki bir yamacın üzerinde yarı kesme taş, yarı briket bloktan evler yükseliyor. Bu yörede evlerin dış görünümüne pek de dikkat edilmediğini fark ediyorum. Daha önce geçtiğimiz beldelerde de buna benzer evler gördüm çünkü.

Birecik, karşı yamaca kondurulan ve rengi toprakla bütünleşen bitişik nizam evleriyle yaşanmaz bir yer hissi uyandırıyor. Hâlbuki tarihi yapılar ve kesme taştan evler dışında bütün binalar beyaza boyansa çok daha dikkat çekici ve zarif olur. Beyaz şehirler temizliği çağrıştırdığı için ayrıca güzeldir. Sahil kentlerinde, turizmin önemsendiği yerlerde zaten uygulanıyor bu. İzmir Selçuk’ta gördüğümde çok beğenmiştim. Yunanistan başta olmak üzere Akdeniz’e kıyısı olan turistik şehirlerde de böyle bir uygulama olduğunu biliyorum.

Şaşırtan Saklambaç

İlçeye girdik nihayet. Tabelada nüfusu elli bin görünce şaşırdım. Dıştan görünümüyle bu kadar nüfus çelişkili sanki. Öteden bakıldığında küçük ve yaşanmaz sandığım Birecik’te, beni şaşırtan şeyin bir saklambaç olduğunu sonradan fark ettim. Fırat Nehri ve kentin nehir yatağına inşa edilen diğer yerleri görünmüyormuş meğer.

Küçük bir dinlenme tesisinde, kıymetli dostum Muhammet Erdevir karşılıyor beni. Ziyaretim boyunca ev sahibim ve rehberim kendisi olacak, sağ olsun. Vakit kaybetmeden kente gidiyoruz. Fırat’tan, rahmetli Menderes’in yaptırdığı köprüden geçerken manzara Boğaziçi Köprüsü’nü çağrıştırıyor. Su görünce bir hoş oluyorum. Bu köprüden daha önce defalarca geçtiğimi hatırlıyorum. Birkaç tanıdık kare zihnimi yalayıp geçiyor çünkü.

Birecik’te Kayıkhane

İlk durağımız Ulu Cami oldu. Memlûkler döneminde, kesme taştan yapılmış bir eser bu. Ahlat’tan sonra Birecik taşının da meşhur olduğunu öğreniyorum. Bölgede karstik kayaçlar bolca bulunduğundan, tarihi yapılar özellikle taşla örülmüş. Mardin’de öğrenmiştim; yumuşak olduğu için işlenmesi kolay olan bu taşlar,  ilk önce beyaz bir görünümdeyken güneş gördükçe  kızıl buğday rengine dönüyor ve sertleşiyormuş. Bu bakımdan, insan nazarına çok tabii ve çok hoş görünüyor. Bu taşla inşa edilen meskenlerin, yazın serin, kışın daha az soğuk olduğunu yine Mardin’de kaldığım evden biliyorum. Üstelik böylesi evlerin boyaya da ihtiyacı olmuyor. 

Muhammet Bey, nazarımı nehre celbediyor. Çok da uzak olmayan bir tarihe kadar, Fırat’ın bu camiye bitişik aktığını ve cami altının kayıkhane olduğunu söylüyor. Şehre bakışım değişiyor birden. Zaten her şeyde kolayca bir güzellik arayan nazarım buna müsait. O zaman camiden çıkan cemaat, basamaklardan inerek kayığa biner, menziline öyle gidermiş. Ne büyük bahtiyarlık.

Fırat’ın buradan geçtiğini bilmeyen biri için buraları kayık ve gemiyle birlikte düşünmek imkân harici bir şey. Osmanlı döneminde, Tuna ile birlikte, filo yüzdürülen iki nehirden biri burası olduğu için, Birecik, beş yüz ‘Çektiri’den oluşan filonun da merkeziymiş. Bağdat ve Basra ulaşımı da buradan yapılıyormuş. Hatta burada tersane bile kurulmuş o zaman. Malzemeler yakın yerlerden temin edilebildiği için, sadece mimar ve ustalar İstanbul’dan getiriliyormuş. Güneydoğu Anadolu’yu çöl zannedenlerin haberi olsun.

Asıl mesleği Edebiyat Öğretmeni olan mihmandarım, fotoğraf meraklısı olduğundan, ince kareler yakalama peşinde. Bir de yazarlık tarafı var. Cami sonrasında birbirimizin fotoğraflarını çekip pazar günü açık olan tek lokantaya geçiyoruz. Siparişleri verince edebiyattan, sanattan, hoş bir sohbet başlıyor. Birecik’in meşhur Haşhaş Kebabından önce ayran ve iki çeşit meze geliyor. Kebap ve Acılı Ezme çok hoşuma gitti gerçekten. Bu yeri, oldukça sade ve temiz bulduğumu belirtmeliyim.

Birecik Kelaynaktan İbaret Değil

Yemek sonrası eski Birecik sokaklarını adımlıyoruz. Bütün güney şehirleri gibi, Halep kültüründen çokça izler taşıyan Birecik’in tarihi bir hayli eski. Rehberim tanıttıkça ilgim ve dikkatim artıyor. Hitit ve Asurlardan başlayıp günümüze kadar on üç devletin himayesine girmiş bu derin ilçe. Bunda, İpek Yolu’nun geçiş noktası olması ve Fırat kıyısında bulunması rol oynamış olabilir. Böylece her devletten çeşitli izler kalmış. Mimariden, dile ve hatta isimlere kadar bu izler capcanlı duruyor bugün.

Mahmut Paşa Vakfiyesi ve Urfa Kapısı dikkatimi çekti. Hele Urfa Kapısı’ndaki o ince işçilik, o güneş yanığı görünüm harika. Dolaştığımız yerler, tarihi evler ve dar sokaklar, Mardin, Urfa ve Antakya’yı andırıyor. Cumbalı evlerde bir kahvelik misafir olmayı isterdim. Mardin’deki “abbara”lardan Birecik’te de var; lakin burada “kabaltı” deniliyormuş. Tarihi bir hayli geçmişe uzanan böylesi yerlerde, sokaklara kesme taş döşense, çevre düzenine ve temizliğine titizlik gösterilse ne iyi olur.

Birecik’in, Osmanlı döneminde mühim bir kültür merkezi olduğunu da öğreniyorum. Devleti Aliye’nin, buraların vergisini Mekke ve Medine’ye göndermesi, kutsal topraklara ve Efendimizin soyuna saygının bir işareti. Osmanlı’nın seyyidler için her yıl düzenli olarak gönderdiği ‘Surre Alayları’ buradan gelen vergileri de mi götürüyordu acaba?

Yürüdükçe içime akan tarih ve çevre hayrette bırakıyor beni.  Ben merak ve soru, rehberim cömert bir cevap olarak ilerliyoruz. Diyor ki, eskiden, tıpkı İstanbul Beyefendisi gibi Birecik Beyefendisi de meşhurmuş. Günümüze o beyefendilerden izler kalmış mıdır acaba diye merak etmedim değil. Buranın meşhurları nedir, deyince: “Bezi” diyor. Şile Bezini biliyordum ama Birecik Bezini hiç duymamıştım. Keten ve pamuk karışımı bu beze “Ayran Bezi” deniyormuş. İkindi vakti girdiğinden söyleşerek Ulu Cami’nin yolunu tutuyoruz yine.

Bir şehri, orayı iyi bilen birinden ve özellikle edebiyatın altın suyuna dokunan birilerinden dinlemek şanstır.

Kalker Tepelerden

İkindi sonrası, otomobille kalker sırtlara çıktık. Birkaç farklı noktadan bakınca nefis bir manzarayla karşılaştım; ancak gören bilir. Vakit olsa da bir çay içimliği otursaydık gönenirdik. Gerçi, bu kadarı bile yaşanası ya. Çevreye bakıyorum. Yamaçlar şimdilik çıplak. Ağaçlandırma yapılırsa karşı taraftan da hoş bir manzara teşkil eder. Mihmandarımdan, beni sürekli bilgilendirmesini istiyorum. İyi de oluyor.

Fırat’ın Gaziantep tarafına “Karşıyaka” denildiğini ve Sultan Baybars’ın, Moğolları Nizip Savaşı’yla o tarafta yendiğini öğreniyorum. Belki şaşıracaksınız, Karşıyaka Şam toprağı olarak görüldüğünden, ölüleri o tarafa gömmek daha makbul sayılıyormuş. Şam toprağı niçin bu kadar kıymetli görülüyordu bilmiyorum.

Çerkez asıllı bir hükümdar olan Sultan Baybars’ın ismindeki Bundukdârî, Birecik’teki Bundukdârîlerden gelmeymiş. Tarihi yapılarda Memlûk izlerinin yoğun oluşu bundan olsa gerek. Rehberim anlatmayı sürdürüyor. Diyor ki, evlerin zemini karstik kayaç olduğundan kuyu açmaya önem verilmiş. Günümüzün su tesisatı neyse, o zamanın kuyuları da oydu demek. Bundan dolayı buranın ismi, Farsça: “Biracik: Kuyular” manasına geliyormuş.

İki Baraj Arası Deniz

Şimdilerde kuzey yönüne Birecik Barajı, güneye de Kargamış Barajı yapılmış. Güney barajı su tuttuğu için nehir durgun ve derin akıyor; bu da göl havası veriyor ona. Kıyısında yürümeyi ne çok isterdim. Burada da bir kordon boyu oluşturulsa dedim içimden, bir güzel ışıklandırılsa.

Çevre düzenlemesi olamadığı halde kıyı boyunca piknik yapan insanlar dikkatimi çekti. Demek ki böyle bir ihtiyaç var. Nehir kıyısı, tıpkı bir deniz kıyısı gibi düşünülür ve sandal gezileriyle birlikte güzel bir kıyı düzenlemesi yapılırsa nefis olur. Bir de mevcut köprü, tıpkı Boğaziçi Köprüsü gibi geceleri rengârenk ışıklandırılabilir.

İşte, böylesi birkaç hizmet bile bu kentin çehresini değiştirmeye yeter ve turizmi şaşırtıcı derecede artırabilir. Otel ihtiyacı da düşünülmeli tabii. Bunun için, etkili ve yetkililere büyük iş düşüyor. Bir gün, böylesi eksikliklerin giderildiğini görürsem çok mutlu olurum.

Kelaynaklar Ekmek Elden Su Gölden

Mihmandarım ile kelaynak üretme istasyonuna vardığımızda en çok da yamaçta oturmayı sevdim diyebilirim. Nehrin bütünüyle göle benzediği noktada manzara nefis görünüyor. Sağ tarafımızda Fırat’ın binlerce yıldır yonttuğu kanyon, üstümüzde yer yer kelaynaklar, yüzümüzde tebessüm.

Mevsimin de tesiriyle mest olmak işten değil. Bu cömert suyun, pek çok göçmen kuşun buraya gelmesine ve bazı yerli türlerin devamına vesile olmasına şaşırmadım. Kelaynaklar ekmek elden su gölden yaşıyorsa bunun payı büyük.

Öyle sanıyorum ki ülkemiz, turizme çok şey borçlu. Turizm gelirleri hürmetine nice hizmetler yapılıyor da pek çok milli değerimiz ihya oluyor, şükür. Girişte gördüğüm birkaç turist kim bilir hangi ülkeden gelmiş. Bence güzel bir ev sahipliğini ve teşekkürü hak ediyorlar.

Şu Fırat’ın Suyu Akar Derindir

Vakit akşama yaklaştığı için eve dönmeye karar verdik. Fırat Köprüsü’nün yanında nehri seyrettik bir müddet. Yağmur ha yağdı ha yağacak derken, Can Bahadır’ın, “Göle yağmur yağarsa kesinlikle susulur.” mısrası hakikat buldu: Sustuk. Nehir kıyısındaki çay bahçelerinden yağmurdan dolayı istifade edemedik tabii. Öyle olsaydı, bir bardak çay eşliğinde zihnimizden türlü hikâyeler akıp geçerdi belki. Türküler geçerdi ya da: “Şu Fırat’ın suyu akar derindir; oof oof…”

Nice acılara ve hikâyelere konu olan Fırat’tan ayrılıp gençlik merkezine yöneldik. Kaymakamlığın oluşturduğu mütevazı tesis, isabetli bir hizmet olmuş. Kütüphane tertemiz ve şık. Yeter derecede kullanılıyor mu bilmiyorum; fakat yağmur sesi ve kahve eşliğinde bir müddet sohbet iyi geldi burada.

Günün Sonunda

Kahve faslından sonra, halkın “Söğütlük” dediği yere hareket ettik. Küçük bir parka benzeyen bu yerde Fırat Kavağı bulunuyormuş. Ağaçlara olan ilgim sebebiyle dikkatle inceledim ve bir de fotoğraf çektim. Nesli tükenmekte olan bu ağacın gen yapısı korunmak için birinci dereceden sit alanı ilan edilmiş Söğütlük. Gece misafir olduğum evin tam karşısına düşen kavaklar, Çizgili İshak Kuşunun üreme alanıymış. Muhammet Bey, “Özellikle bu evi kiraladım, önü kapanmadığı ve karşıda apartman olmadığı için huzur verici,” diyor. Gerçekten de öyle.

Yolculuğun ve tempolu bir günün sonunda ırmağın, yamaçlardan seyrettiğimiz manzaranın ve tarihi yapıların şiiriyeti kaldı aklımda. Bir insan, bir şehirde yıllarca kalsa bile, inceliklerini görmedikçe ve o eskimez dokuyu hissetmedikçe orada yaşamış sayılmaz.

Akşam, güzel bir yemek sonrası çay eşliğinde sohbet ettik. Hülya Erdevir Hanım, marifetli bir Antepli. Hem bu misafirperverlikten dolayı hem de söyleşi ve imza gününden dolayı şükran borçluyum kendisine.

Sabah kahvaltısındaki çeşitlilik Gaziantep’te olduğumu hissettirdi diyebilirim. ‘Kahvaltılık zahter’ ile zeytinyağı kâsesi çok tanıdık. Öğütülmüş çerez ununa Akdeniz kekiği konularak hazırlanan bu nefis yiyecek, zeytinyağına banılarak yeniliyor. Antakya’dan Kilis, Antep ve Birecik’e kadar uzanıyor demek ki bu lezzet. Kahvaltı sonrası, Hoca Hanım’ı söyleşiye ev sahipliği yapacak olmanın heyecanı içinde okula bıraktık.

Hedefimizde kaymakamlığın projeler bölümü var. Muhammet Bey burada çalışıyor. Hükümet konağı içinde yer alan bu yere uğradığımız iyi oldu doğrusu. Projelerde çalışanların, yaptıkları işi ne kadar önemsediğine bizzat şahit oldum. Birecik için ellerinden gelen ne varsa onu hayata geçirme derdindeler. Kendilerinden pek çok malumat öğrendim. Turizmi artırmak için yüzen lokantalar yapmak ve kayık ulaşımını yeniden canlandırmak gibi  icraatlar planlamışlar. Bunları duyunca mutlu oldum. Aklın yolu bir.

Güzel Bir Söyleşi

Söyleşi zamanı geldi. Arabayla yokuşu tırmanarak okula çıktık. Anadolu Sağlık Meslek Lisesi, yamaca kurulduğundan havadar bir yer. Manzarası da gayet güzel. Okul müdürü Ahmet Bey, beyefendi ve nazik biri. Kendisini çok sevdim. Sıcak kahve sonrası vakit kaybetmeden salona geçtik. Öğrenciler bizi bekliyormuş.

Müdür Bey ve Edebiyat Öğretmeni Hülya Hanım, her şeyi ince ince planlamışlar. Bundan dolayı hoşnut olduğumu söylemeliyim. “Niyet, nazar, mânây-ı ismi ve mânây-ı harfi” üzerinden okuma ve yazma konusunda bir söyleşi gerçekleştirdik. İdare, öğretmenler ve öğrencilerin ilgisi ve seviyeli soruları, içinde bulunduğum okula saygımı artırdı. Gök Mavi Yer Masal’ın, lise öğrencileri tarafından okunmasını deneme türü adına ümit verici buldum. Söyleşi sonrası kitap imzalama faslı başladı.

Şükranla Dönüş

Bir kentte az bir müddet yaşansa bile, nice detayın kolayca fark edilebileceğini gördüm. Lakin mutlaka, o yeri tanıyan birinin rehberliğinden istifadeyi salık veriyorum. Değilse, seyahat değil, ziyaret olur yaşanan. Oysa ziyaretler, bir yer hakkında malumat bile vermeyebilir. Şu var ki, donanımlı bir mihmandar, ziyaretleri seyahate çeviren simyacıdır.

İyi bir rehber eşliğinde, bir kentin katmanlarını açmak ve inceliklerini okumak kalıcı izler hediye ediyor insana. Bu izler seçkin bir armağandan başka nedir? İşte bu sebeple, içimde bir karşılığı olarak ve başka şehirler görme ümidim çoğalarak, şükranla dönüyorum Birecik’ten. Vesile olanlara ve mihmandarım, arkadaşım Muhammet Bey’e ve değerli eşi Hülya Hanım’a teşekkür ediyorum.

(Nisan 2012 Antakya

(*Bu yazı “Yağmur” dergisinde yayımlanmıştır.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *