Hasan Çağlayan

Güzel İnsanlar Diyarı: Urfa*

Okuma süresi: 15 dakika

İsminden midir, peygamber şehri olmasından mıdır bilmem, insanı ferahlatan bir havası var Urfa’nın. Her ne zaman gelsem böyle dingin, böyle duru buluyorum onu. Kavurucu yaz sıcağında bile mutlaka serin bir İbrahim soluğu saklıyor çünkü. Işığı rahatsız etmiyor. Toprağı, suyu bir kıvam; çekiyor, bırakmıyor insanı. Mavi Fırat ve kızıl Harran iki büyük ziyneti olsa da en güzel süsü insanı. Malum, bir yeri tabiat değil, insan şehir kılar. Bu sebeple, Urfalılar için İbrahim soluklu, Muhammed nefesli dense abartı olmaz. Elbette ki her milletin iyisi de olur kötüsü de; lakin modern çağın değerler törpüleyen çarkına rağmen, ekseriyetle güzel insanlar diyarı bu şehir.

Özellikle şiir vesilesiyle burada olmak sevindirici. “Geleneksel Uluslararası 4. Balıklıgöl Şiir Akşamları” sebebiyle buradayım. Ülke içinden ve dışından şairler gelmiş. Üç güzel gün bizi bekliyor kısmetse. İlk elden gelenlerle çoktan buluştuk. Hazreti Eyyüp Peygamberin makamını ziyaretten sonra Balıklıgöl civarında dolaşıyoruz. Ev sahibimiz Şair Necdet Karasevda bizimle yakından ilgileniyor.

Necdet Bey, şehir ve insana dair bilgiler verirken, “Urfa’nın iyi insanı da kötü insanı da var; fakat Urfa insanının ortak vasfı, ensar karakterli oluşudur.” diyor. “Akşam olsun, herhangi bir kapıyı çalın ve açım deyin. Kim ve ne olduğunuzu sormadan ağırlarlar.” Bir diğer Urfalı şair de, “Anadolu’nun Medine’si” diye tasdik ediyor onu. Gerçekten de öyle. Bedestende bir esnaftan takke almak istedim. Dedi ki, “Bunun daha kalitelisini şu dükkândan alabilirsin.” Bir arkadaş da aldıklarının parasını zorla kabul ettirdiğinden bahsetti. Misafir diye almak istememiş esnaf. Ne güzel bir anlayıştır bu.

Çarşı Pazar Hoş Nazar

Günün her vakti insan yüzleriyle dolup taşan Makam-ı İbrahim, şehrin kalbi olsa da, daha pek çok mekân var görülmeyi bekleyen. Revaklı avlusunda demli çaylar yudumlanan “Gümrük Hanı” bunlardan sadece biri. Bakırcı çekiçleriyle yalnızlığını dindiren “Hüseyniye Çarşıları” ve rengârenk dokuma kumaşlarıyla, eskinin ipekçiler bedesteni olan “Kazzaz Pazarı” İstanbul’un ‘Kapalı Çarşı’sına göz kırpıyor. Her ne kadar günümüze kalmasa da, zanaatkârlığın pek çok koluna mahsus tematik çarşı ve pazarı, Anadolu’nun önde gelen birkaç ilinden kılıyor Urfa’yı.

Doğrusu, insan, hayale açık bu coğrafyada kısa bir ânı uzun bir ömre çevirebilir. Bunun için güzel nazar şart tabii. Çünkü kötü bir nazar en çağrışımlı şehirleri ve hatta Mekke’yi bile taş toprağa çevirebilir. Derler ki, Mecnun’a, o kara kuru Leyla’yı öyle güzel gösteren hoş nazarıydı. Her ne için olursa olsun, “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen güzel rüya görür, güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” Benim de düsturum bu.

Telaşsız bir zihinle yürüyüş gibisi yok. Bir grup şair, meşhur ciğercileri geride bırakarak Gümrük Han’a geldik nihayet. Handa kimi masalar kürsü denilen rahle tipi oturakla, bir kısmı da sedirlerle çevrili. Masa örtüleri kilim desenli, kadifemsi, kırmızı. Cilalı ahşap sedirlerle masa örtüleri gayet uyumlu duruyor. Han, tıpkı benzerleri gibi revaklı bir avludan müteşekkil. Ortasında çınarlar mevcut. Filmlere mekân olduğunu öğreniyorum. Otantik görünümünden olsa gerek turistlerin de uğrak yeri olmuş. İzmir Kızlar Ağası Hanı’na gidip geliyor zihnim. Handaki dükkânlarda deri ve kumaş türü giysiler satılıyor. Gizemli bir yanı var buranın. Çaydı kahveydi derken günün kalanını orada geçiriyoruz. Kim bilir hangi şiirlere mısra olacak.

Sıra Gecesi

Vakit akşam. Ruha Otel’in yolunu tutuyoruz. Sıra gecesi olacak dediler. İlk kez göreceğim için meraklıyım. Çünkü sıra geceleri Urfa’nın vazgeçilmez fotoğrafıdır. Otele geçince en içerde koca bir eyvan görünümündeki mağara bir salonla karşılaştık. Saz ve çiğköfte ekibi hazır. Şefin, bütün sazların akordunu tek tek dinlemesiyle icra başlıyor. Nice müzisyenler yetiştirmiş bu gelenek. Türküler ve gazellerde hüzün ve hikmet hâkim. Bununla birlikte müziğin dokunduğu bir yerde rintliğe kapı aralanması da kaçınılmaz. Üç solist ve yedi çeşit sazla icra edilen müziğin kaynağı yine bu yöre. Saydım; tam dokuz çeşit saz mevcut. Bazıları müziğe göre dışta kalıyor. Ne zaman ve nasıl ortaya çıktı bilmem; fakat eğlenceden daha çok bir teselli vasıtası gibi. Bir yanda çiğköfte yoğruluyor bir yanda sohbet. İlginçtir, müzik ve çiğköfte ile Urfa toplum yapısındaki çok katmanlılık benzer göründü bana.

Adım Adım “Nazargâhı İbrahim”

Gece Dedeman Otel’de konakladık. Üç kişilik odaları birer kişiye tahsis etmişler. Lâkin düşündüğüm gibi zarif bulmadım burayı. Sabah namazının ardından ikinci bir uyku fırsatı oldu. Uyku sonrası güzel bir kahvaltı yaptık. Gün boyu gezeceğimiz söylendi. Şanslıyız. Gezi boyunca yazar Mehmet Kurtoğlu Bey eşlik edecek bize. Kendisi realist bir kalem ve Urfa üzerine çokça alın teri dökmüş. Realistliği, şehrin her yönünü iyisiyle kötüsüyle kritik etmesinden geliyor. Evliya Çelebi’den hareketle “İbrahim’in Nazargâhı Urfa” isimli derli toplu bir kitap bile yazmış. Halk ağzını yansıtan konuşma biçimiyle hayli sempatik. Onu dinlerken not tutmaya yetiştiremiyorum. Gezi boyunca beni sürekli not tutar görünce kitabından bir tane hediye etti sağ olsun.

“Bizim Urfalılar küçük şeyleri abartarak isimlendirmeyi çok sever, diyor. Balıklı havuza balıklı göl dedikleri yetmezmiş gibi bir de mecmaü’l bahr (denizin kavuştuğu yer) diyorlar. Halkın, Urfa’yı çevreleyen tepeleri, “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” türküsüyle zikretmesi de böyle işte; fakat ceylanın varlığı konusunda problem yok.” diyor. Mehmet Bey’i bu gerçekçi tavrından dolayı eleştiren birçok hemşerisi varmış.

Şehri dinleyerek ve hissederek dolaşıyoruz. Edebiyatçılarla dolaşınca malumatlar da o yönden geliyor. Mesela, şaire Halide Nusret Zorlutuna, Urfa Lisesi’nin ilk edebiyat öğretmenlerindenmiş. Duyunca dikkat kesiliyorum. Merhume, sevdiğim bir şair. Necdet Bey, “Urfa’da bir edebiyat ekolü varsa onun emeğidir,” diyor. Güçlü şiirler yazan on kadar şair yetiştirmiş. Bu durum, sıra gecelerinin neticesi de olabilir, bilmiyorum.

Adımlarımız Ulu Cami’de yavaşlıyor. Eskiden kilise olan bu mabedin ismi taşların renginden dolayı Kızıl Kilise imiş. Zengiler döneminde ezanla buluşmuş. Bahçesindeki kuyunun bir hikâyesi var. Urfa Edessa Kralı Abgar Ukkama cüzzama yakalanınca Hazreti İsa Aleyhisselam, yüzüne sürdüğü mendille birlikte bir de mektup göndermiş ona. Mendil, Hazreti Eyyüp makamında bulunan kuyuya kazaen düşürülmüşse de çıkarılarak Abgar’a götürülmüş. Kral Abgar’ı iyileştiren bu mendil, Haçlı Seferleri sırasında üç yüzden fazla esire bedel Hıristiyanlara verilmiş. Dikkat çekici bir durum bu.

Gezerken Sultan I. Abdülhamid cennet mekânın buraya millet hastanesi yaptırdığını da öğrendik. O vakit misyoner çalışmalarının iki ayağından biri sağlık, diğeri okullar imiş. Koca Sultan, onlara karşı tedbirler almayı ihmal etmemiş. Hele şimdi dünyanın dört bir yanında açılan okulları ve hastaneleri görseydi kim bilir ne çok sevinir ve desteklerdi. Ruhu şad olsun.

Urfa’nın Evleri Konak

Sokaklar, adımlarımızla renklenirken abbaralar burada da karşımıza çıkıyor. Nihayet tam anlamını öğrenebildim. Abbara kelimesi Arapçada “çok geçilen yer” demekmiş. Restore edilen eski evler arasından Yıldız Sarayı Konuk Evi’ne geldik. Bir harika burası. Kim bilir kaç ağaya mesken oldu, nice anıya şahitlik etti bu konak. Dünya işte, ağaya da paşaya da sultana da kalmıyor.

Her evin avlusunda bir geleneğe dönüşen incir, nar ve üzüm üçlüsü burada da mevcut. Mimaride dışta sadelik içte süsleme dikkat çekiyor. Osmanlı mimarisinin karakteristik özelliği bu. Evlerin yüksek duvarları mahremiyetle birlikte güvenliği akla getiriyor. Müslüman evleri haremlik ve selamlık bölümleriyle ötekilerden ayrılıyormuş. Duvarlarda kuş takaları var. Bunlar zarif birer merhamet ve medeniyet işareti. Avlu kıyısında suskun bir kuyu bulunuyor. Tıpkı ihtiyarlar gibi kendisine uzanacak bir tek kovaya ne çok hasret.

Buradaki evlerin Mardin konaklarıyla sağlam bir akrabalığı var. Daha önce gezdiğim bütün güney illerinin mimari yapısı ve kültürü birbiriyle aynı denecek kadar benziyor. Rehberimiz, büyük evlerin kapılarının işlevsel bir özelliğini gösteriyor. Ekseriyetle metal kaplama olan bu büyük ana kapıların içinde bir insan geçecek kadar küçük bir kapı daha göze çarpıyor. İçteki o kapıya “enik,” kapının bütününe de “enikli kapı” deniliyormuş. Vaktiyle at ve develer avluya bağlandığı için büyük kapılar konulması zaruri oluyormuş.

Dikkat çeken bir diğer nokta ise tokmaklar. Biri kalın, diğeri ince iç içe iki ayrı tokmak, kadın ve erkekler için düşünülmüş. Vaktiyle kalın tokmak sesinde erkekler, ince tokmak sesinde kadınlar açarmış kapıyı. Mahremiyete o derece hassasiyet gösterilirmiş yani. Dikkat çeken bir başka detay da dış kapı üstlerine konulan yeşil renkli ‘kelimeyi şahadet’ levhası. Bu uygulama güney illerinin ekserinde bir gelenek olmuş. Kimin kapısında böyle bir levha varsa, bilinmelidir ki o evin sahibi hacca gidip gelmiştir.

Elli Sekiz Meydanı

Urfa’da restorasyonlar harıl harıl sürüyor. Eskiden zenginlerin satın alarak yıktırdığı ve ne yazık ki otopark olarak kiraladığı mekânlar, şimdi turizmin cazibesiyle değer kazanmış. Yıkılmaktan kurtulan evler eski güzelliğine yeniden kavuşturuluyor. İyi ki de böyle oluyor. Bir bütün halinde asli kimliğine büründürülen bir sokaktan geçerken hayli ferahladım.

 Az ilerde Yavuz Selim Han’ın son saltanat yılında yapılan Nimetullah Camii boy vermiş. Caminin yanından yavaş adımlarla Elli Sekiz Meydanı’na çıktık. Meydanın bir hikâyesi var ama muhtelif. Hemen yakında Şeyh Saffet Yetkin Tekkesi bulunuyor. Bu Halveti şeyhi, ünlü denemeci Suut Kemal Yetkin’in babasıymış. Melâmîce şiirler yazmış.

Dar sokaklarda ilerlerken, meydanın eskiden Süryani yerleşimi olduğunu öğrendik. Keşişin ilk oturduğu ev de burada yer alıyormuş. Süryani kilisesi, Gazezoğlu kültür merkezi olarak düzenlenmiş. Gazez, İncil’de geçen ve tırpancı (shearer) anlamına gelen bir kelimeymiş.  İlginçtir, gayrimüslimler 1928 yılında buralardan ayrılmışlar. Bu bir renk kaybı olarak görülebilir.

Mevlevihane’den Mirbad Evine

Yavaş adımlarla Mevlevîhâne’nin yanından geçiyoruz. Urfa’da bir Mevlevîhâne olduğunu ilk kez duyuyorum. Çevresi eskiden beri pazarmış. Şimdi de yan yana manavlar sıralanmış. Narlar tezgâhlarda al al. Ağır adımlarla Mirbad Evine ilerliyoruz. Böylesi evler ağa veya beylere mahsus konaklar bir nevi. Bugün bile böyle bir yerde oturmak ciddi bir maddi imkân gerektirir.

Bu ev, hoş ve tipik bir Urfa konağı. Ortası fıskiye havuzlu ferah bir avlusu var. Ahşap ile taş iç içe. Sağ ve solda yazlık ve kışlık iki eyvan yer alıyor. Aile efradının oturduğu odalara “haremlik,” misafir ağırlanan yere de “selamlık” deniliyormuş. Evin tandırı, kileri, hamamı ve develiği mevcut. Yine kuş takaları, üzüm asması, nar ve incir ağacı. Kenarda da kuyusu haliyle. Hepsine sobe.

Mutfakla avlunun irtibatını sağlayan ahşap dönme dolap hayli ilginç. Misafire ikram edilecek yemekler konulup çevrildiğinde, dolu kaplar dışarı, boş kaplar içeri geliyormuş. Bu şekilde içerdekiler misafirleri, misafirlerde onları görmediğinden mahremiyet sağlanıyormuş. İlk kez İshak Paşa Sarayı’nı gezerken öğrendiğim bu dönme dolabın tarihi bir hayli eski olmalı.

Konağı beğenenler çok olunca rehberimiz Mehmet Bey “Apartman, diyor, bu iklim için kesinlikle uygun değil; fakat yine de modernite, insanımıza cazip gösteriyor.” Hayıflanıyor ki haklı. Biri diğerine benzeyen şehirlerimiz kimliksiz ve hoyrat şimdilerde.

Tasavvuf İzleri

Böylesi tarihi yerlerde dolaşmak peş peşe patlayan havai fişekler gibi tesirli; bir farkla ki geçici değil. Tarihin o çok şaşırtan görsel oyunu böyle bir şey. Etraftaki insanlar hayal mi, gerçek mi şimdi? İçinde tarih, insan ve hüzün öğüten ben hangi zamanın âdemiyim?

Acelesiz fakat zaman kaybetmeden yapılan gezimiz, sürekli insanla ve serin mekânlarla kesişiyor. Güz bereketi denilse yanlış olmaz. Urfa’nın yaz sıcakları meşhur. Bunun için serinlik hayati önem taşıyor. Dabakhane (debbağhane) Camisi de sarmaşıklı duvarı ve çınarlı bahçesiyle hayli serin bir koridor. Müceddid-i zaman Hartavîzade Hafız Muhammed Selim Hazretleri’nin türbesi hemen köşede yer alıyor. Hartavî, ‘yuvarlak keçe külah’ anlamına geliyormuş. Dua ile ayrılırken Urfa’nın tasavvufi yanına şahitlik ediyoruz. Kadirîlik, Nakşîlik, Bağdadîlik ve Halvetîlik yaygınmış şehirde. Halkın yüksek karakterinin sırrı anlaşılıyor.

Türbe yakınlarında güvercin dükkânları dip dibe. Bir ara söz muhacirlere geliyor niyeyse, şair Bestami Yazgan, bana yaklaşarak “İlerde hizmet için gidenleri de böyle yazarlar,” diyor. Güvercinli sokaktan ilerlerken pek çok yerde karşımıza çıkan patlıcan tezgâhları o güzelim kebapların işaret fişeği aslında. Burada çok seviliyor patlıcan. Ben de onlardanım.

Hâşimiye Meydanı’na geldik nihayet. Geldik ve serin çınarlarla karşılaştık. Minareler dikkat çekici. Köşeli ve çan kulesini andırıyor. Bir geçiş mimarisi ya da yerel mimariye saygıdan olsa gerek böyle yapılmış. Osmanlı dönemi eserleri çokça mevcut. Kanaatim şu ki, şehrin hâlâ yaşayan eski çarşıları yeni şehre asla değişilmez.

Açık Otobüsle Şehir Turu

Yeni bir günü yeni bir turla değerlendiriyoruz. Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Fevzi Bey rehberliğinde şehir turuna çıktık. Açık otobüsle turistleri andırmış olmalıyız ki çevredeki halkın bakışı üzerimizde. Tur boyunca Avrupa Birliği hibesiyle kabuk değiştiren bir Urfa müşahede ediyoruz. Yollar ve kaldırımlar tertemiz. Yeni çevre yolları,  köprülü kavşaklar ve yepyeni parklar yapılıyormuş. Eski surlar yeniden onarılmaya başlanmış. Gecekondular ortadan kaldırılarak önemli bir kısmı yeşil alana çevrilecekmiş. Şayet halk mağdur edilmeden ve hoyrat bir yapılaşmaya gidilmeden bu çalışmalar sürdürülürse, şehir on yıl geçmeden gözde bir turizm merkezi olabilir.

İsot ve Yanık Ses

Gezimizin ilk durağı İbrahim Tatlıses Müzesi oluyor. Vaktiyle sanatçının bir müddet çalıştığı “Erdihan Kahvesi”ymiş burası. Müzede çeşitli nesneler ve çalgı aletleriyle pek çok sanatçı nazara verilmiş. Nuri Sesigüzel, Mahmut Tuncer ve Kazancı Bedih bunlardan öne çıkanlar. Gayet güzel olmuş bu. Müziğin hayata bunca sindiği bir yerde böylesi bir çalışma çok isabetli. Hele de ünü ülke sınırlarını aşmış bir Urfalı için güzel bir vefa örneği.

Gezerken öğrendim, Urfalıların o yanık sesinin isotla ilgisi varmış. Rengi siyaha çalan o güzelim acı biberin insan sesini parlatmak gibi bir işlevi olmuş demek ki. Kaç Urfalı dinlediysem sesinde bir ahenk gördüm. Diyebilirim ki, sokaktan herhangi bir kişiyi çevirip türkü söyletin, yanık ve güzel bir ses duyacağınıza emin olabilirsiniz. Ama tam tersi de olabilir. İsot, acılığını şehrin yakıcı sıcağından ve bu yanık seslerden almış olabilir. Neden olmasın. İşte, ilginç bir araştırma konusu. O vakit müziğe olan katkısıyla isotun hakkını unutmamak lazım.

Müzeyi dolaşırken şehrin müzik tarihine dair yeni şeyler öğreniyorum. Öyle görünüyor ki isot da müzik de çok eski buralarda. Mesela üçüncü yüz yılın sonlarında Urfa Akademisi kurulmuş. Burada Aziz Bardaisan, müziği kiliseye sokan ilk kişi olmuş. Hatta Süryani kiliselerinde halen Suruçlu Aziz Yakup ve Aziz Afraim’in mezmurları okunuyormuş. Acaba diyorum, o zaman da isot var mıydı?

Balıklıgöl’de Şiir

Akşam tam bir şiir zamanı. Açık havada, su kanallarının çepeçevre aktığı amfide, başta şehrin valisi Celalettin Güvenç Bey ile Belediye Başkan Vekili Fevzi Yücetepe Bey olmak üzere pek çok davetli, çoktan yerlerine kurulmuş. Suriye, Irak ve Makedonya’dan da şairlerin geldiği akşamda, sadece konuklar değil, müzisyenler de yerinde. Şiirle müziğin güzel bir kompozisyon olduğuna şüphe yok.

Meçhul Kaptan namlı sunucumuz, Anadolu Yazarlar Birliği Başkanı Necdet Karasevda’yı davet ediyor kürsüye. Necdet Bey, kısa bir konuşma yapıyor açılışta. Şairler birer şiir seslendirecek. Ahmet Doğru, Ali Ural, Ayşe Sevim, Bestami Yazgan, Celal Fedai, Cevdet Karal, Ercan Yılmaz, Hüseyin Akın, Hüseyin Karaca, Mehmet Narlı, Mahmut Bıyıklı, Mustafa Baki Efe, Nuray Alper ve Bahtiyar Aslan ile birlikte yirminin üstünde şair var. Bu akşam için, “Gemiler Ayrılır” başlıklı şiirimi seçtim. Vakit su gibi akıp gider artık; geride elmas tortular bırakarak tabii.

Bakan Eyleyen Kanal

Program öncesi gezerken nazarıdikkatimizi yanı başımızdaki su kanalına çektiler. Bu kanala kim düşerse önemli bir makama geliyormuş meğer. Hatta en son bir milletvekili düştü de bakan oldu dediler. Dediler demesine de, içimizden birinin düşeceğine ihtimal vermemiştim; fakat olan oldu. Şiirini seslendirmek üzere sahneye çıkan Hüseyin Karaca Bey, okumasını tamamlayıp yerine dönerken kanala düşmesin mi. Şaşıp kaldık bir an. Işıklardan etkilenmiş olmalı. Tabii ki aklıma ilk gelen, biraz da tebessümle “Bakanlığın yolu açıldı,” oldu. Bereket herhangi bir sıkıntı çıkmadı. Tam olarak neler hissetti bilinmez; ama biraz korku, biraz şaşkınlık ve biraz da mahcubiyet duyduğuna şüphe yok. Bakan olup olmayacağına gelince, onu zaman gösterir. Ne diyelim.

Kadim Harran’a Yolculuk

Ömür bütünüyle şiirle geçecek değil ya. Ertesi gün, Tek Tek Dağları’nı seyrede seyrede Harran’a yol alıyoruz. Hem kadim Harran’ı hem de Şeyhü’l Harranî Hazretleri’nin türbesini ziyaret edeceğiz. Bakalım, bizi neler bekliyor.

Harran, İbn Teymiyye, El Battanî gibi büyük âlimlerin memleketiymiş aynı zamanda. Otobüsümüzle ilerlerken tepelerin yamacına kurulmuş taş ocaklarını görüyorum. Beyaz kesme taşların değerinden hiçbir şey kaybetmediği aşikâr. Bugüne dek gördüğüm o nefis taş mimarinin doğduğu tepelere saygıyla bakarken, Salih peygamberin devesi düşüyor aklıma. Bir dağın doğurduğu deve ile tepelerin doğurduğu taş binalar arasında benzerlik kuruyor zihnim. Deve bir imtihandı; evler, mülkler ve sair mallar da öyle.

Rehberimiz yol boyu kıymetli bilgiler sunmayı sürdürüyor. Nihayet, Hayatü’l Harranî Hazretleri’nin türbesine geldik. Türbenin çevresinde çocuklar “üzerlik” satıyor. Onlar için müşteri olan turistlerden başka bir şey değiliz. Eylül olmasına rağmen hava yine de sıcak. Bunun için ilkbahar ve sonbahar ayları turizm mevsimi olarak belirlenmiş. Allah’tan yazın gelmemişiz. Öyle olsa kavrulabilirdik.

Zaten ‘Harran’ ismi Arapçada  “şiddetli sıcak” demekmiş. Sıcaklık ve üzerlik, beni çocukluğuma götürdü ansızın. Konya’da “ilerzik” diyorduk ona ve evlerimize süs olarak asıyorduk. Bir de göze ak düşünce, üzerlikle beraber vakıf kamışı ve keçi iç yağı köze konularak yakılırdı. Hasta kimse de bu karışımdan çıkan dumana maruz bırakılır ve şayet geç kalınmamışsa Allah’ın izniyle şifa bulurdu. Babaannem, nur içinde yatsın, bu işin ocağıydı. Pek çok hastanın şifasına vesile olmuştur.

“Kutbu Azîm” Bir Veli

Şeyhü’l Harranî Hazretleri, dünyada tasarrufu devam eden beş büyük veliden biri olarak zikredilir. Harama helale titizlik gösteren bir zat imiş kendisi. Gece ibadetini ve inzivayı severmiş. Hatta Haçlı seferleri sırasında Zengi Atabeyliğinin kurucusu İmadüddin Zengi’yi İslâm topraklarını korumak için savaşa teşvik eden de kendisiymiş. Ziyaret etmek nasip oldu çok şükür.

Tasarrufu devam eden diğer büyük velilere gelince, onların Seyyid Abdulkâdir Geylanî, Şeyh Ma’rûf-i Kerhî, Hasanü’l Harakanî ve Ukayl el-Münbecî Hazretleri olduğu söylenir. Doğrusunu Allah bilir elbette. Barla Lahikası’nda, onlar için “mematları (ölümleri) hayatları gibidir.” deniliyor. Ruhlarına on bir İhlâs okuyorum.

Hazret’in türbesinde bir müddet gölgelenerek tarihi yerleri göreceğiz inşallah. Etrafa bakıyorum, bu gözbebeği merkez hayli bakımsız. Şayet, bu yere büyük beklentilerle gelirseniz hayal kırıklığına uğramanız kaçınılmaz olur. Çevre eskiyle yeninin karmaşasında bir viraneyi andırıyor. Burada medfun Hazret ile o, gerçekten şaşırtan Harran Evleri olmasa bir daha kimse uğramaz buraya. Bu ikisine ek olarak, restorasyonu süren tarihi kale de eklenebilir tabii. Hem eski hem de yeni Harran için özel bir çalışma şart.

Harran Hâlâ Vazgeçilmez

Rehberimiz anlatıyor, ben de nice hayale gide gele dinliyorum. Hazreti İbrahim, oğlu İshak’ın özellikle Harran’dan kız almasını istemiş. Hazreti İshak’ın Harranlı Rebeka ile evliliğinin sebebi buymuş. İbrahim Peygamberin nesli Filistin topraklarından bu yerlere çokça gelip gitmiş. Hazreti Yakub’a İsrail, “Allah’ın halis kulu” ya da “Gece yürüyen” denmesi bu yolculuklarla ilgiliymiş. Bu, göz alabildiğine uzanan geniş topraklar hayli bereketli. Bereketli lakin su olmazsa olmaz. Şükür ki asrın projesi GAP ile bu mesele çözülmüş.

Zamanında, kuyu bir üstünlük alametiymiş buralarda. Bir ilgisi var mıdır bilmem ama Museviler çevredeki kuyuları kutsal kabul etmişler. Şair Ahmet Doğru, “Paha biçilmez olduğu zaman, Harran’da kuyuları ağalar sahiplenmiş. Halk, su almak için tavuk, buğday ve benzeri hediyeler getirirmiş onlara,” diyor. Kuyu sosyoekonomik bir değermiş yani. Günümüzde de dini ve siyasi bir değer olabilir. Musevi cemaati on dört yıl önce; yani 2000 yılında, hemen yakınımızda yer alan Hazreti Yakup kuyusunda ayin düzenlemiş. Ağırlıklı olarak, Kenan illeri de denilen Filistin bölgesi asıl yurtları iken, buralardaki izlere de sahip çıkmak uzun soluklu siyasi bir yatırım gibi okunabilir pekâlâ. Vaat edilmiş toprakların en cazip noktası Harran olmalı. Buralar hâlâ vazgeçilmez bir yer anlayacağınız.

Şimdi Kapısızdır Şehirlerimiz

Koca ovaya göz gezdirince bu bereketli ve sulak topraklarda bir tek ağacın bile olmadığını fark ediyorum. Meğerki zamanında buralarda talan kültürü hâkimmiş. Bu sebeple öteleri gözetleyebilmek için Harran Ovası’nı ağaçlandırmaktan özellikle uzak durmuşlar. Yerli insanların ağaç dikmeme tedbiri karakteristik bir hal almış demek ki. Ağaçsızlığa acilen bir çözüm aranmalı derim. Çünkü günümüz yağmacılarını da ağaçlar ele veriyor. Kesiyorlar çünkü.

Bir müddet nefeslendikten sonra büyük velinin türbesinden Hazreti Yakup Kuyusu’na yürüdük. İçine merdivenle girilen, üzeri örtülü sarnıcımsı bir yapı burası. Alışıldık hiçbir kuyuya benzetemedim.

Birkaç karelik fotoğraf çektikten sonra kale içine hareket ediyoruz. Zamanında dört kapılı güvenli bir bina olan yapı, ova ortasına kurulan ender kalelerden. Bu da gösteriyor ki bulunduğu nokta çok kritik bir yer. Şimdi çocuklar bile sur duvarlarına yürüyerek çıkabiliyor. Restorasyon tamamlanırsa ilgi göreceği muhakkak.

Bakıyorum da, vaktinde canla başla korunan kaleler bugünün insanı için çok tuhaf. Şimdi şehirlerimiz sursuz ve kapısız. Devasa bünyelerini bir kaleye sığdırmak ne mümkün. Velev ki düşman tehdidi başkalaştı. Yağma kültürü suret değiştirdi. Çoğu zaman ruhlara bile hissettirilmiyor talanlar.

İlim Şehrinden Kalan

Kale içinde, geniş bir alanın ortasında höyük olduğu anlaşılan bir tepe rüzgârlanıyor. Bu kıraç yerde dalgalanan bayrak, yalnız bir gelincik çiçeği gibi. Tren raylarını taşıyan emekli ahşap kalaslarla tarihi kalıntılara yaya yolu yapılmış.

Merak içinde Harran harabelerine ulaştık. Etkilenmemek elde değil. Sabit Bin Kurra, El Battanî, Cabir bin Hayyan ve Sinan bin Sabit gibi dev bilginlerin yetiştiği o büyük üniversiteden geriye pek bir şey kalmamış. Öyle ki, yıkılmış eserlerden kalan tuğla ve taşlar bile sonraki pek çok yapıda kullanılmak üzere götürülmüş. 

Etrafa bakınca, Ulu Cami tabanı ile dört köşe formunda yarım bir minare görünüyor yalnızca. Bütün olarak kalabilen kare ve dikdörtgen kalıplı birkaç büyük tuğla da ilgimi çekiyor. Böylesini daha önce hiç görmemiştim. Nasılsa fark edilmemiş diye sevindim.

Asurlulara ve Emevilere başkentlik yapan kadim Harran’ın talan üstüne talan gördüğü yetmemiş. Lakin asıl kaybın alimler ve ilmî eserler olduğuna şüphe yok. Çünkü Moğol işgalinden kaçan âlimler Şam, Halep ve Kurtuba kütüphanelerine çokça kitap götürmüş o zaman. İnsan hayıflanıyor buna. Hem ilim erbabı hem kitaplar hem de koca bir gelenek başka yerlere gitmiş, oralarda meyve vermiş. Anadolu’ya ise ıssızlık kalmış.

Fahrî Hemşeriyim Artık

Yolların kesişme noktası Harran’dan çağrışımlarla dönüyoruz. Çevremizde pamuk tarlaları, karşımızda Tek Tek Dağları ve Urfa. Hayli acıktık. Nasibimiz bizi çağırıyor. Ee, yemeğin bunca sevildiği bir yerde nefsin payını unutmamalı.

Etrafa bakıyorum da pamuklar şimdilik tebessümde. Ne zaman ki kozalar büyür ve çatlar, o vakit bembeyaz güldükleri de görülür. O gülüş, insan yüzlerine yayılır. Pamuk gibi yumuşar kalpler. Gerçi daha şimdiden kalbimiz yumuşamış durumda. Hayaller ve dualar içinde, müstakbel pamuk denizini geride bırakıyoruz.

Nihayet gezimiz nezih bir lokantada tamamlanıyor. Muhabbet eşliğinde payına düşen rızka yürüyor herkes. Gerçek şu ki, ölçü kaçırılmadığında yemek yemek her zaman güzeldir. Lütfedene şükür. Elbette detaya girerek kimsenin vebalini yüklenmek istemem; lakin ismiyle dikkatimi çeken Lebeni ve Bostani adlı garnitürleri, Şıllik ve Billuriye tatlılarını ve ana yemeğimiz patlıcan kebabını anmadan geçemeyeceğim. Tabiî ki bir de acı kahve Mırrayı. Bu unutulmaz misafirperverlik için emek veren herkese çokça teşekkür ediyorum. Kabul ederlerse Urfalıların fahri hemşerisiyim artık.

Hasan Çağlayan

Eylül 2013 Antakya

(*Bu yazı “Yağmur” dergisinde yayımlanmıştır.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *