Dağlar Güzeli Sular Şehri: Van*
Gece olunca, Ahlat’ta güzel bir misafirhanede istirahate çekildik. Hayli yorgundum; lakin saat dört otuz civarında dinlenmiş olarak uyandım. Gördüm ki, yayla havası ve az nem iyi bir uyku bahşediyor insana. Uyuduğumuz salonun cephesi deniz. Bundan mıdır, daha bir mutlu hissettim kendimi. Ailelerimizle buluşup erkence yola çıkmak için derlenip toparlandık. İnşallah yedi buçuk gibi hareket edeceğiz Âhlat’tan. Artık, yeniden gelmek nasip olur mu olmaz mı bilinmez.
Otobüsümüz harekete hazır. Kısmetse yoğun bir gün olacak. Ali Yalçın Bey’in rehberliğinde Adilcevaz, Muradiye Şelalesi, Bend-i Mâhi, derken Van Kalesine uğrayacağız. Sonra da Gevaş’tan Akdamar Adası’na, oradan da Tatvan’a geçip tam bir Van Gölü turu atarak geldiğimiz istikametten Şanlıurfa’ya yol alacağız. Böylesi durumlarda, yetmez sanılan sıradan bir gün, koskoca bir zamana dönüşebiliyor, şükür.
Adilcevaz Tatlı Bir Hatıra
Ahlât ile Adilcevaz arası yirmi beş kilometre. İç açıcı sahil yolunda ilerlemek Akdeniz hissi uyandırıyor. Fakat buranın ekstrası var: Dağlar. Hatırlıyorum da, üniversitenin ilk yaz tatili başında, yani 1996’da, buraya kitap okumaya gelmiştik. Öğrencilik yıllarımın, hatta hayatımın ilk ve tek derli toplu programıydı. İlçenin tek otelinde bir hafta kitap okumuş ve yer yer yüzme gibi farklı aktivitelere katılmıştık.
Okumada birinci gelen odaya, ödül olarak karpuz alınıyordu. Gerçekten pek çok yönüyle nitelikli bir programdı. Odamız deniz manzaralı olduğu için şanslıydım. Balkonu tam okumalık bir yerdi. Kendi kendime karar almıştım; yarışmaya katılmayacak, Risaleleri yavaş yavaş ve anlayarak okuyacaktım. Üst sınıftan ağabeylere karşı mahcup olmamak için de en ince ve küçük ebatlı dört kitap belirlemiştim: Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İşârâtü’l İ’câz, Mesnevî-i Nûriye ve Asâ-yı Musa. Seçtiklerimin en zorlu kitaplar olduğunu çok sonradan öğrendim tabii.
Bir haftada bu dört kitabı okudum. Üstelik sözlükle ve anlamaya çalışarak. Sayfalarda rastladığım ayetleri, bir yıl boyunca gördüğüm Osmanlıcanın da tesiriyle okumayı başardım. Böylece kendi tespitlerimle Risalelerin derinliğini ve üstadın kıymetini fark ettiğim gibi, Kur’an okumayı öğrenmek de nasip oldu. Üst üste büyük nimetti bunlar.
Sözlükle aram hâlâ iyidir. Muhabbetimin iyi olduğu bir arkadaşa, o günlerde şöyle dediğimi hatırlıyorum. “Bu insanlar bizden yol, otel ve yemek parası almadılar. Peki, karşılığında ne istiyorlar? Okumamızı. Okuduğumuz kitaplar da belli. Allah aşkına, böyle bir imkânı anne ve babası dışında kim sağlayabilir insana?” Beni tasdik etmişti. O gün bize o ortamı sağlayan herkese şükran borçluyum.
Bend-i Mâhi’de İbretlik Maraton
Erciş’e doğru ilerlerken, rehberimiz, dünyada flamingoların barındığı bir kaç yerden birinin bu yeşil ilçe olduğunu söylüyor. Asıl flamingo ülkesi ise Kenya Nakuru Gölü malum. Anadolu’da allı turna diye bilinen bu zarif ve kızıl kuşların sodalı suları sevdiği besbelli. Renginden ve krater göllerinden havalanırken görülmelerinden dolayı ‘ateş kuşu’ da denilmiş onlara. Flamingolar gerçekten çok zarif kuşlar.
Erciş’in bir diğer güzelliği de inci kefali göçü. Bu göç, Alaska’daki somon göçünün görsel bir alternatifi. Mayısta, tam zamanında geldiğimiz için şanslıyız. İnşallah birazdan bizzat şahit olacağız.
Aracımız, göçün gözlenebildiği en uygun yer olan Bend-i Mâhi’de (Balık Bendinde) durdu. İzleme terası da kurulan nehir kıyısına varınca hayretler içinde kaldık. Binlerce balık, ölümüne ve akıntının tersi istikametinde zorlu bir maratona koyulmuştu. Sonunda güçlü olanların başarılı olacağı muhakkak. Sağlıklı ve güçlü nesillerin çoğalması ancak böyle zorlu bir maratonla mümkün oluyor demek ki. İnci kefali ismi de çok isabetli bir seçim. Çokça fotoğraf çekiyorum; lakin daha güzel bir makine elzem.
Saklı Güzellik Muradiye Şelalesi
Erciş’ten yirmi kilometre sonra Muradiye Şelalesi’ne ulaştık. Nefis bir görüntü; lakin bir tür kanyon içinde olduğundan gözlerden saklı. Çoğu tabii, bir kısmı da baraj tarafından getirilen sularla desteklenen bu çağlayan, yöreye Rabbin güzel bir armağanı. Üçüncü kez geldiğim halde ilk kez geliyormuşum gibi hissettim kendimi. Bu coğrafya, fotoğraf sanatçıları için çok özel bir plato.
Eş, dost, arkadaş asma köprüden karşıya geçerek şelaleyi seyre koyuluyoruz. Tabiî ki fotoğraf çekmeyi hiç ihmal etmiyoruz. Fotoğraf çektirmek seyahatin tabiatında var. Kimi telefonla, kimi makineyle hatıra topluyor. İnsana su, güneş ve yeşillikler sevdirilmiş. Çevrede ışkıncılar dolaşıyor; çocuk, genç, yaşlı piknikçiler mangal yelpazeliyor. Oh, kış sonrası dinlensinler bir güzel.
Van’a Yeni Reklamlar Gerek
Erciş ve Muradiye tarafından Süphan’ın görüntüsü muhteşem. Göl alabildiğine turkuaz ve mavi. Bu yerler tam bir fotoğraf albümü. Yol boyu güzelim manzaralar karşısında projeler aktı içime. Turizm sahasında yapılabilecek her türlü yatırım er geç meyvesini verir; fakat hoyrat şehirleşmeden ve sanayi kirliliğinden azami ölçüde sakınarak. Bölgeyi bir bütün olarak düşünerek ve mimariden her türlü sosyal imkâna kadar her şey detaylarıyla hesaplanarak yeni bir atılım başlatılırsa, buralar her açıdan paha biçilmez marka bölge olur. Şimdilik Van kahvaltısı reklamı tuttu. Bence bu bir başlangıç; ama yetmez. Daha başka reklamlar gerek.
Bu arada, kahvaltı dedim de, o mutluluk bugün epey gecikti. Yol boyunca bir şeyler atıştırsak da artık son sınıra gelmiş bulunuyoruz; çünkü vakit öğleyi buldu. Allah’tan Van’a yaklaştık. Lüks veya gayr-ı lüks bütün salonlarda aynı malzemelerden mürekkep kahvaltı sunulduğu için daha az gösterişli ve biraz daha uygun olan bir salonu seçiyoruz. Daha otobüsteyken arayıp kırk kişilik sipariş verdik. Varana kadar ancak hazır olur dediler. Bakalım Van kahvaltısı niceymiş?
Van Kahvaltısı
Deprem ve deprem sonrası izleri cümlelerimize taşıyarak Van’a girdik. Park yeri için kısa bir tur sonrası Yeni İmsak Kahvaltı Salonu’na yürüdük. Mütevazı salonda masalar tamamen hazırlanmış. Höşmerim, haşhaş ezmesi, yumurtalı kavurma, melemen, zeytin, peynir, bal kaymaktan oluşan on dört çeşit kahvaltıda en çok otlu peyniri sevdim. Ağrı’dayken aşina olduğum bu peynir, yeniliğe açık damaklar için bulunmaz bir tat. Diğer çeşitlerin ekseri Anadolu sofralarında mevcut zaten. Sık sık çay isteyerek bir güzel yiyip içtik. Çayda sınır yok.
Kahvaltı sonrası kendime geldiğimi fark ettim. Bunca çeşit kahvaltılığı beğenmemek mümkün değil. Yine de Hatay yöresinin zenginliğini ayrı bir yere koymak gerektiğini düşündüm. Çünkü Hatay mutfağı, Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Adana, Kilis ve Gaziantep ile birlikte Halep Sancağı’nın birikimini yansıtır. Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve sair milletlerin kültür potası bu yerler zengin bir gastronomi sahasıdır. Fakat böyle de olsa, Van kahvaltısı yayla kahvaltısıdır. Bulunduğu çevreyle birlikte düşünüldüğünde eşi yoktur.
Kale Yanı Medrese
Kahvaltı sonrası doğruca Van Kalesi’ne hareket ettik. Yüksekçe bir tepe üzerine kurulan bu Urartu başkentinin kalesi gerçekten güzel. İşin şaşırtıcı tarafı, aslının tabanı büyük kesme taşlardan, duvarının da kerpiçten olması. Sonradan imar edilen kısımlarıyla taş surlar da eklenmiş; fakat her nasılsa orijinal kerpiç duvarlardan hâlen ayakta kalanlar var. Demek ki yağmur tehdidi çok az.
Doğubayazıt’ta yüksek bir dağ zirvesinde gördüğüm Urartu kalesini de düşündüğümde, İskenderun körfezine dek ulaşan Urartuların geniş ve kudretli bir hâkimiyetlerinin olduğu anlaşılıyor. Burada, Urartuların eski Hurrilerle şimdiki Çeçenlerin akrabası olduğunu belirteyim. Dil ortaklığı bunu gösteriyor çünkü.
Uygun bir park yeri bulduktan sonra çevre düzenlemesi yapılan ve çay bahçesi hizmeti sunan kale düzlüğüne indik. Zengin Urartu takıları satılan bir dükkân ile bir iki örnek Van evi inşa edilmiş. Kerpiç evler, mertekle desteklenen toprak damdan müteşekkil. Bir tanesi iki katlı. Belli ki zengin işi. Gezi grubumuzun çoğu kadın olduğu için takıların dikkat çekeceğini düşünüyorum.
İç Anadolu’da da hâlâ taş temelli, kerpiç duvarlı ve mertek damlı toprak evler mevcut. Böyle iki kat olanlarına “hanay” deniliyor. Tarih bilgim beni yanıltmıyorsa, bu tip evler Çatalhöyük’ün ve Hititlerin mirası. İnsanlık tarihi en fazla on bin yıl ise, belki de Hazreti Âdem Aleyhisselam zamanına dek uzanır bu miras.
Evlerin önünden geçerek gişeye yaklaşıyoruz. Giriş ücretli. Varsın olsun. Turizmi destekliyorum. Çünkü değerlerimize sahip çıkma vesilesi o.
Tarihin Kırılma Noktası: Hor Hor Medresesi
Niyetimiz, ilk etapta Hor Hor Medresesi’ni ziyaret etmek. Malum, burası, Bediüzzaman Hazretleri’nin otağı. Yavaş adımlarla ve fotoğraf çekerek rehberimizi takip ediyorum. Etraf nefis salkımsöğütler, yüksek kavaklar, diz boyu yeşilliklerle bezeli tablo gibi.
Su bol. Kalenin bulunduğu bu yüksek ve geniş tepenin zemininden kaynak fışkırıyor. Bunlardan biri de Hor Hor Çeşmesi. İçteki basıncın tesiriyle suyunu nefes alıp verir gibi boşalttığından dolayı böyle denilmiş. Medresenin adı da buradan geliyor. Hor Hor suyundan avuç avuç içtim. Buz gibi ve tatlımsı. Pek sevdim.
Medreseyi İlk kez görüyorum. Yeniden ayağa kaldırılmış demek ki; öğrenciyken geldiğimde görmemiştim çünkü. Hürmetle girdim içeri. Üstadın ilk ve son medresesi olan bu yer, hayatı ve hatırası gibi tertemiz. Bizim çocuklar şanslı. Anne babalarının nice zaman sonra görüp yaşadığı pek çok güzelliği daha şimdiden tadıyorlar.
“Davaam!”
Hor Hor Çeşmesi’nin bulunduğu yerden dimdik yükselen çıplak yamaçta iki mağara mevcut. Üstteki biraz dışarı çıkkın, alttaki ise içeri girgin duruyor. Üstadın ibadet için çıktığı bu iki saadet otağı çokça dikkat isteyen yerler. En küçük bir hatada düşmek mümkün.
Çeşmenin olduğu yerle mağara arasında derin bir çatlak bulunuyor. Üstad, çoğu zaman bu çatlağın içinden çok seri bir halde inerek abdest alır, su temin eder geri çıkarmış. Bir seferinde nasılsa ayağı kaymış. Üstteki mağaradan düşerken “davaam!” diye bağırmış. Kerametvari alttaki, biraz da içte kalan mağaraya düşmüş. Kendi ifadesiyle gaybî bir el onu içeri çekmiş. Fiziken kurtulması mümkün değil. Apaçık görülüyor bu.
“Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir; aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” sözünü beyan eden büyük mütefekkirin yapacağı işler vardı elbet. Bugün dünyanın dört bir yanında açılan okullar onun medreseleri değil de nedir.
Akdamar Adasına Tam Yol İleri
Kale civarında bir güzel dinlenip Akdamar’a gitmek üzere yola koyulduk. Karşımızda Gevaş Sıradağları karlı zirveleriyle bir harika görünüyor. Göl boyunca ilerlediğimizden yolculuğun tamamına yakını deniz manzaralı oluyor. Yeşil otlaklarda tereyağı, peynir, taze süt ve yayla etinin membaı koyun ve sığır sürüleri otluyor.
Pazar olduğu için piknikçiler de boş durmamış. Kıyı boyunca mangal ve semaver başları cıvıl cıvıl. Kıyılar boyunca kahvaltı salonları Alanya’daki beş yıldızlı oteller gibi dip dibe uzayıp gidiyor. Bu coğrafyanın, kahvaltı gibi çağrışımı güzel bir sektörlerle anılması sevinç verici.
Edremit’ten geçerken Su Sporları Merkezi gözüme takıldı. Ne iyi olmuş. Gençler spor ve sanatla uğraştıkça olumsuz pek çok ortamdan uzak kalır. Güzelim sular da değerlendirilmiş olur böylece.
Sol tarafımıza doğru Hoşab (Hoş su) ve Çavuştepe tabelasını fark ettim. Çavuştepe Urartuların önemli şehirlerinden Sardurihinili’nin ta kendisi. Bu isim, “Sarduri’nin Şehri” anlamına geliyormuş. Orada, kendi çabasıyla Urartuca okuma ve yazmayı öğrenmiş ilkokul mezunu Mehmet Kuşman amcanın olduğunu biliyorum. Dünyada bu dili bilen otuz sekiz kişiden biri o. Kendisi Urartuca yazmayı bilen tek kişi aynı zamanda. Öğrencilerime ders olarak işledim.
Akdamar Martılar Adası
Akdamar, gayet güzel bir ada. Kıyıdan bir kilometre uzakta. Yüz kişi kapasiteli iki gezi teknesiyle ulaşım sağlanıyor. Başta martılar olmak üzere pek çok kuşa ev sahipliği yaptığını biliyorum. İnsanların az geldiği dönemlerde orta yerde kuş yuvası görmek mümkün demişlerdi. Şimdi bu durum değişmiş olmalı. Zirvelerde uçan kuşları fotoğraflarken tepelerde dolaşan kimseler gördüm.
Baharın da tesiriyle etraf yemyeşil. Tam mevsimi olduğu için ağaçlar çağla dolu. Burada sadece çağla ormanı var desem abartı olmaz. Piknik için de ideal. Gerçi dokuz yıl öncesine kadar su varmış; ama şimdi sudan mahrum kalmış ada. Yakında kıyıdan su hattı çekilecekmiş. Ne iyi olur.
Buradaki manastır okulu dünyadaki Gregoryen kiliselerine papaz yetiştiriyormuş. Sultan II. Abdülhamid cennetmekânın, burada bir ruhban okulu açılmasına izin verdiğini öğreniyorum. Bediüzzaman Hazretleri’nin,“Akdamar Adası’nda on senede elli talebe yetiştirsem, İslâm’ı dünyaya hâkim kılarım” dediğini hatırlatmasam olmaz.
Hüzünlü Bir Hikâye: Ahtamara
Rivayete göre adada oturan kralın kızı, karşı kıyıdan bir genci sever. Genç, her gece yüzerek sevdiğine gelir. Kız da yaktığı bir lambayla işaret verir ki karanlıkta yönünü şaşırmadan gelsin diye. Her ölümsüz aşk gibi onların aşkı da engellerle karşılaşır. Ahtamara’yı kıskanan bir başka saraylı kadın bu durumu krala bildirir. Kral da karşı çıkar; çünkü kızının sevdiği genç, kendi ailesine denk değildir. Yasaklar koyar böylece. Ama bir türlü mani olamaz buluşmalarına. Sonunda bir çözüm bulur.
Bu çözüm, oldukça acımasızdır. Kızın işaret olarak kullandığı lambayı bir kayıkçıya verirler. O da adadan yavaş yavaş uzaklaşır. Karşı kıyıdan yüzerek gelmekte olan gençse ışığı takip eder. Bir türlü adaya çıkamaz. Anlar ki kendine tuzak kurulmuştur. Lakin gücü de tükenmiştir. Geri dönmeye çalışırken boğulur. Son anlarında sürekli sevdiğinin ismini söyler: Ahtamara! Ahtamara! Bu isim, adanın da ismi olur.
Taştan Ansiklopedi: Akdamar Kilisesi
Ziyaretçilerin çoğunun geliş sebebi Akdamar Kilisesi. Önceden harabeye benzerken şimdi restore edilip ibadete açılmış. Bu yapı, onuncu yüz yılın başlarında Ermeni Kralı I. Gakik tarafından saray kilisesi olarak yaptırılmış. İlginç olan yönü, dış cephelerindeki rölyefler. Duvarların üzerindeki beş ayrı rölyef kuşağının ikisi inançla ilgili, diğerleri de yöredeki hayvan ve bitkileri resmetmiş. Tevrat ve İncil’de (ve elbette Kur‘an’da) geçen peygamber kıssaları üç boyutlu kabartma şeklinde işlenmiş.
Hazreti Âdem ile Havva annemizin kıssası, Hazreti Yunus Aleyhisselam’ın denize atılması, Hazreti İsa Aleyhisselam ve Hazreti Meryem’in kıssası, Hazreti Davut Aleyhisselam ile Calut’un (Golyat’ın) savaşı ve İlyas (Elija) peygamberin kıssası bunlardan. Anadolu coğrafyasındaki hayvanların rölyefleri de işlenmiş, taştan bir ansiklopedi gibi bu mabed. Ayrıca İncil yazarları, günlük hayattan sahneler; üzüm hasadı, güreş ve av sahneleri yer alıyor. Hâkim kabartma üzüm ve kartal odaklı.
1951’de hükümet tarafından yıkılması söz konusu olunca Yaşar Kemal’in müdahalesiyle kurtulmuş. İyi ki kurtulmuş. Anadolu’muz zengin bir tarihi belgeden mahrum kalırdı. Ufuksuzluk ve cahillik ne kötü. Bir insan, bütün beşerin mirası olan herhangi bir eseri ne hakla yok eder.
Önyargılar Tuz Buz
Adadan ayrılınca, ikindi çoktan demini aldı. Vazifemizi görüp Tatvan’a hareket ettik. Şehre akşam vakti ulaşacağımızdan, orayı gezme imkânı bulamayacağız ne yazık ki. Fakat alışveriş merkezi varmış. Orada mola verip yemek yiyecek ve yöresel bir şeyler alacağız inşallah. Ben özellikle Mardin pestili bulurum diye ümitlendim. Dolaştığımız yerlerde sordumsa da yoktu çünkü. Artık, kısmet.
Rehberimiz ihtiyaç duydukça açıklamalar yapıyor. Yol boyunca filmlerde rastlanabilecek güzellikte çayırlar görülüyor. Bu bereketli çayırlar, hayvancılığın vazgeçilmezi buralarda. Haziran ve eylül ayında olmak üzere yılda iki kez biçilip balyalanıyormuş. Elle yapılıyorsa çok zahmetli ve bir o kadar da bereketli bir iş ot biçmek. Çünkü bu çalışma olmadan hayvanların kışı çıkarması hayli masraf gerektirir. Sakla samanı gelir zamanı meselesi yani.
Sol tarafımıza Nemrut Dağı’nı alarak boyna ilerliyoruz. Kıyılar boyunca piknik alanları ve parklar göze çarpıyor. Dingin bir Ege manzarası sanki bu. Farklı noktalarda bulunan ve şehirden de uzak olan bu yerlerde ailelerin olması güvenlik probleminin yaşanmadığının ispatı. Otobüstekilerin kurduğu cümleler, hem coğrafi olarak hem de terör noktasında Doğuyla ilgili bütün olumsuz kanaatlerin yıkıldığını gösteriyor. Her kim ki Doğu’nun herhangi bir şehrine günübirlik bir seyahat düzenler, götürdüğü insanların olumsuz kanaatlerini bir günde yıkabilir. İşte, yaşadığımız tecrübe ortada.
Tatvan’da Günün Sonu
Tatvan’a girerken akşam oldu. Göl manzarasıyla ufkun kızıllığı ve Süphan’ın silueti bu kadar da güzellik olmaz dedirtiyor doğrusu. Işıklar içindeki şehrin, nerdeyse Boğaziçi’nden farkı yok.
Buradan Van limanına feribot seferleri yapıldığını biliyorum. Dünyada iki büyük tren feribotundan biri burada, diğeri Çin’de çalışıyormuş. Bunu yeni öğrendim. Anadolu’dan gelen tren, vagon vagon bu feribota bindirilip Van’a geçiriliyor, oradan da Tebriz’e gidiyormuş.
Rehberimizi dinleyerek şehir merkezine ulaşıyoruz. Onunla ayrılma vaktimiz geldi. Kendisine minnettarız. Her şehirde böylesi gönüllülerin olması büyük bir kazançtır şüphesiz. Hem şehir hem de insan için.
Tavsiye üzerine Yaşam AVM’deki Gökte Ada Restaurant’a geçeceğiz. Akşamı eda edince lokantaya geçmeden oğlumla birlikte bir bankamatik aramaya koyulduk. Üç tekerlekli tezgâhlarda “ışkın” bolluğu göze çarpıyor. Kürt muzu da denilen yiyecek muzdan biraz daha pahalı. Sağlığa faydası çok diyorlar. Biraz taze ışkın aldım; bir de tevafuken pestile rastladım. Markette kalan son pestillermiş gördüğüm. Baktım ki hafif mayhoş, Midyat işi olduğunu tahmin ettim. Susam serpiştirilmiş, kâğıt gibi ince ve katkısız. İki kilo kadar aldım. Bu da Tatvan hediyesi.
Yemek için lokantaya geçmemiz uzun sürmedi. Gerçekten temiz ve lezzetli yemekleri olan bir yer Gökte Ada. Tatvan ise su perisi. Lakin yolcu yolunda gerek. Otobüse gitme zamanımız geldi. İnşallah sabah namazında Urfa’ya uğrayıp doğruca Antakya’ya hareket edeceğiz. Bu dağ ve denizle bezeli yeşil coğrafya, içimizde dupduru kalacak.
Hasan Çağlayan
Mayıs 2014 Antakya
(*Bu yazı daha önce “Yağmur” dergisinde yayımlanmıştır.)