Çağla Beneklim, Kiraz Çiçeklim: Akşehir
On iki yıl aradan sonra nihayet Akşehir’deyim. Bir zaman tek başına çıktığım bu şehre, bir aile olarak dönmenin karmaşası var üzerimde. Öyle sanıyorum, hakkında müstakil bir kitap yazabileceğim üç hatıra mekânımdan birisidir burası. Derin izleri vardır bende. Tıka basa hatıra dolu.
İşte bugün, bir yandan gezip dolaşacak, bir yandan da hatıralar içinde kendimi arayacağım. Aileme gelince, onlar, ben ne ölçüde bir şeyler aktarabilirsem o ölçüde ilgi ve bilgi sahibi olacaklar.
Şehrin Dört Girişi
Yalvaç’tan gelen dağ yolunu saymazsak dört girişi vardır buranın. Konya tarafından gelenler Doğrugöz’den ve İstasyon Caddesi’nden, Afyonkarahisar tarafından gelenler Atakent’ten ve Karayolları Müdürlüğü’nün yanından giriş yaparlar. Biz Aydın’dan dönüyoruz. Atakent girişinden emin olmadığım için Karayolları yanını tercih ettim. Bu yer, Ankara yönünden, yani bizim köyden gelenler için otobüsün karşısına çıkan ilk giriş yeridir; ama şehrin en gösterişli giriş kapısı istasyon karşısındaki bulvardır.
Şimdi arkamızda kalan yerin ismi: Adsız. Adsız’dan Polatlı’ya doğru, iklim de bitki örtüsü de hızla değişir. Bu cennet köşesi şehirde bir Ege tablosu yaşanırken, o tarafa doğru tam bir karasallık çöker. İşte oralar, benim ata toprağım “Turgut” elidir. Özellikle yazın, dışarıdan bakanlar için bomboz dağları ve biçilmiş buğday anızlarıyla dımdızlak, yaşanmaz bir yer gibi görünse de, kalın bir kitabı dolduracak hatırası vardır bende. Bir de kendine mahsus o dağ yemişi tadı.
Önce Taam Sonra Kelam
Vakit öğle oldu nerdeyse. İlk önce o meşhur etli ekmekçilere uğrayacağız. Burada pek çok yerde etli ekmek bulmak mümkün; fakat fırın kebabı, sadece Lezzet ve Lâle Lokantaları’nda bulunuyor. Bunun için, ağzının tadını bilenler, bu iki rakip komşuyu ezbere bulurlar. Onlarsa her daim müşteri kapma yarışındadır. Tercih müşteriye kalmış tabii.
Bildik tanıdık cadde ve sokaklardan şehrin kalbine doğru yaklaştıkça içim pır pır ediyor. Sanki her köşeden bir tanıdık çıkıverecekmiş gibi. Hislerimi bizimkilerin anlaması mümkün değil. Sılaya dönmek, hatıralara dönmektir biraz da. Çağrışımı yoğundur bu yüzden. İşte şu an, ilk gençlik yıllarım benimle artık. Yalnız olsam belki ağlarım.
Şehri hayli değişmiş bulduğumu söylemeliyim. İlk olarak ücretli park uygulaması buraya da gelmiş. Park yeri aramakla uğraşmayalım diye arabayı merkezi bir yere, Anıt Meydanı’nın ucuna bırakıp yürüdük. İki lezzet köşkü göründü. ‘Buyrunculuk’ devam ediyor. Birini tercih edip girdik içeri; ama sanki diğerinin içi cız etti gibi. Hep böyle olur ya da bize öyle gelir. Birini tercih edince, sanki ötekinin boynu bükülür biraz. Belki de umrunda bile değildir, ne bileyim. Rızka ve nasibe inanmış biri için lafı bile olmaz bunun.
Güzel bir karşılama sonrası bildik ritüeller. Siparişleri verdik. Hanım, fırın kebabını tercih etti; çocuklar ve ben, etli ekmek. Yarım saate kalmaz gelir. Tabii önden söğüç ve ayran teşrif eder. Yemek gelene kadar söğüçün tadına bakılır illa. Biz de öyle yapıyoruz. On yıldır reklamını yaptığım yemeği hanım ve çocuklar beğenecek mi diye merak etmiyor değilim.
Şu var ki, etli ekmekte iki usül dikkat çeker. İlki ve meşhur olanı, en az bir metre uzunluğunda ve neredeyse kağıt gibi ince olan Konya usulü. Diğeri de biraz daha kalın ve yarım metre uzunluğunda olan Akşehir usulü. Her ikisi de yatay açıyla kesilir ki bu, tabakta gösterişli durur. Gözüyle görmeyene tarifi zordur. Tercihe göre yağlı veya az yağlı getirilir. Herhangi bir sağlık problemi yoksa yağlısı tavsiyemdir.
Etlinin yanında Çay soğanı da güzel gider. Afyon’un Çay ilçesinde yetişen bu soğan, ortalama yarım kilo gelmekle birlikte hayli suludur. Haliyle, etli ve sulu her bir dilim, alışık olduğumuz o acı soğan gibi de olmadığından, apayrı bir tat verir. Kıymetini bilenler için zengin işidir.
Kebap Değil Kadayıf Mübarek
Nihayet siparişler geldi. İnsandır, hangisini yese gözü diğerinde kalır. Aile usulü birbirimizin yemeğinden tadıyoruz hâliyle. Etli ekmeği yağlı istedim. Bu kadar da olmaz dedirten cinsten. Fırın kebabı da çatal dokununca dağılıyor. Şükür, hanım beğendi. Dediğin kadar varmış dedi. Çocuklar da keyifle yediler. Ardından çay ikramı olacak, biliyorum. Sonra sağlam bir hesap; kürdan, kuru karanfil, kolonya.
Çıkarken ustayla fotoğraf çektirdik. Fırın kebabını sordum. Çatalla dokununca dağılıveren bu lezzetin sırrı nedir, diye. Yavaş ve uzun bir pişirme dedi. Bir de servis edilene kadar hafif ısıda ve kendi yağında bekletiliyormuş. Zaten cam vitrinli bir yerde sergilendiği için yağ içinde löp löp görülebiliyor. Muhtemelen iç yağı ve kuyruk yağından mürekkeptir. İşte, Bitlis ve Siirt’in Büryan’ından farkı bu yağdır ki ekstra bir lezzet olarak yansır. Allah’tan tatlı sevenler tarafındayım. Değilse yemek için yılda bir gelmeye dayanamazdım.
“Az Kuru, Az Pilav”
Hemen söyleyeyim ki bu ilçenin en meşhur çarşı yemeği sadece etli ekmek ve fırın kebabı değildir. O güzelim kırmızı mercimek çorbası ile işkembe çorbası da nefistir. Bir de kuru fasulye tabii. Kemik suyundan mıdır, pişirme yönteminden mi bilinmez, öğrencisi, halkı hepten “Kuru”cudur. Bunda ucuz olmasının da payı vardır illaki. Bu küçük dükkânların masalarında taze ekmek, tuz, pul biber ve limon suyu daim hazır bekler. Hatırlıyorum da öğrencilik zamanında doymazdık. Daha doğrusu geçiciydi doymalarımız. İştahlı gençlerdik yani. Abartı olmasın ama “Yiyip içip aç gezerdik.”
İşte, Akşehir kuru fasulyesi, Konya’nın, o, öğrenci dostu iki meşhur lokantası “Kazım Ağa” ve “Osman Ağa” Kuru Fasulyecisi ile “Süleymaniye Kuru Fasulyecisi”ninki kadar lezzetlidir. Elbette yanında pirinç pilavı ve Çay soğanı şart. Acaba yine, “az kuru, az pilav” geleneği var mıdır? Muhtemelen vardır. Bu usul, öğrenci pratiğidir. Serde gençlik olunca, öğünü ucuza getirmek için yapılır. “Az” dendiği halde az konmaz ve yanında bol ekmek yenir.
Güzel Bir Konak Müze
Karnımız doydu, şükür. Artık gezebiliriz. İstiyorum ki bu gezi biraz da kültür gezisi olsun. Bundan dolayı yukarıya, dağ istikametine yürüyoruz. Hedefte Rüştü Bey Konağı, yani “Nasreddin Hoca Etnografya Müzesi” var. Bu müze yakın, hemen Ulu Cami’nin karşısı. Mimari yapısı ve çağla yeşili rengiyle tam fotoğraflık. İçeri girince her müzede az çok birbirine benzeyen tarihi materyaller göze çarpsa da benzerlik aynılık anlamına gelmiyor. Bundan dolayı her nesne ayrı bir dikkat istiyor.
Ben de dikkatle ve fotoğraf çekerek dolaşıyorum. Bizimkiler de kendi ilgilerini çeken nesnelerin önünde daha çok oyalanıyorlar. Benim ilgimi en çok fotoğraflar, yöresel kıyafetler ve ev eşyaları çekiyor. İlk kez gördüğüm para kesesi bunlardan mesela. İnsana dair yaşanmışlıklar barındıran her şeyde bir hüzün vardır. Sahipleri göçüp gitmiştir çünkü.
Ulu Cami: Selçuklu Nişanesi
Müzeden çıkınca namaz için camiye geçtik. Çocuklar, girişteki bahçe duvarına çıkınca, meyveleri neredeyse olgunlaşmış muşmula ağacını fark ettim. Bu meyveye Hatay bölgesinde rastlanmaz. İyi bilirim ki tam olgunlaşmış bir muşmulanın lezzeti Yayladağı lokumunda bile yoktur. Bir de ayrıca, Ergen (Kızılcık) ve Termiye (Acı bakla) vardır ki Akdeniz pazarlarında onlara da rastlanmaz. Buralarda müşterisi çoktur hâlbuki.
Ulu Cami diyordum. Girişin solunda dev minare duruyor. Selçuklu camilerinde minare ana yapıdan ayrıdır. Yapıda sağlamlık ön planda olduğu için estetik kaygı biraz daha geri plandadır. Minare dahil bütün yapı ekseriyetle kesme taştan ve ateş tuğlasından, belirli bir düzen içinde örülür. Duvarlar kalın, pencereler yüksektir. Böyle olunca yazları serin olur. Namazı serince kıldık biz de. Gerçi şehrin rakımı ortalama bin metre. Bunun da serinliğe etkisi vardır illaki.
Otantik Sokaklar
Namazdan sonra Seydi Mahmud Hayrani hazretlerinin türbesine doğru yürüdük. Zaten uzak değil. Buralar, şehrin tarihi bölgesi. Eski sokaklarda restorasyon başlamış. Ne güzel olmuş. Evler bayramlık giyinmiş gibi rengârenk boyanmış. Bu mahallede ve sokaklarda bambaşka bir hava var. Sanki eski zamana dönmüş gibiyiz.
Bu sokaklar çatallar şeklinde ayrılarak ilerler. İlerde solda “Orta Hamam” var. Öğrenciyken oraya gitmek nasip olmuştu. Şanslıyım, bu mahallede bir yıl oturdum. Bir görsel şöleni andıran bu otantik sokakta yürüdükçe, fotoğraf çekmekten kendimi alamıyorum. Sanki pencere ve balkonlardan entarili hanımefendiler, kırmızı fesli kaytan bıyıklı beyefendiler çıkıverecek gibi.
Gönül Sultanı Bir Seyyid
Nihayet türbe göründü. O eski terkedilmişlik havası gitmiş, yeni bir düzen gelmiş. Önceden gayet bakımsız ve sahipsiz olan türbeye bekçi bile atanmış. Çevre düzenlemesiyle gayet ferah bir yer olmuş burası. Seydi Mahmud Hayrani hazretleri devrin tanınmış velilerinden bir Horasan ereni. İsmi ön plana çıkan pek çok mübarek zat gibi o da Kureyşî. Hoca Nasreddin’in mürşidi olduğu söylenir. Bu şehirde pek çok mübarek türbe ve “yatır” olsa da hazretin yeri ayrıdır. Akşehir’in manevî sahibi bu zat olmalı.
Ziyaretçi sayısı yıl yıl artıyormuş; bekçi öyle diyor. Ankara Savaşı sonrası esir düşen ve bu esarette vefat eden Yıldırım Bayezid Han’ın, geçici olarak buraya defnedildiği söylenir. Hatta Timur bir müddet bu şehirde kalmış o zaman. Bundandır ki o günlere dair fıkraların gerçek bir yanı, tarihi bir dayanağı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Burada bir müddet dinlendik. Çevreye göz gezdirip fotoğraflar çekindik. Hazret ile Han’ın ruhuna İhlas, Felak, Nas bağışladık. Şimdi sırada, öğrenciyken kaldığım evi ziyaret var. Eşim ve çocuklarım dıştan da olsa görsün istiyorum. Zaten çok yakın.
Bir Küçük Anı Mekân
Neyle ve kimle karşılaşacağımızı kestirmek zor. Aradan yirmi yıl geçmiş bu evi görmeyeli. Geniş avlu kapısına yaklaşınca geride yaşlıca bir kadın dikkatimi çekiyor. Tam, “Nazire teyze burada mı,” diye soruyorum ki onun o olduğunu fark ediyorum. Şaşırıyor haliyle. Böyle bir şeyin olacağını muhtemelen aklının ucundan bile geçirmemiştir. Elini öpüyoruz tek tek. Hâl hatır soruyoruz. Yüzünde samimi bir mutluluk görüyorum. Laf arasında, “Mehmet Amca’n ansızın öldü, yavrum,” diyor. Halen acısı taze. Üzülüyorum. Çalışkan ve işinde bir insandı kendisi. Allah rahmet eylesin.
Evin bahçe içinde kalan alt katına geçiyoruz. Şimdi coğrafya öğretmeni olan arkadaşım ile nice anımız var burada; hepsi üşüşüyor. Aklımda kalanlar ile gördüğüm arasında farklılıklar var. Burada ek bir kapı olduğunu hatırlamıyorum mesela. Zihin her detayı hatırlamaz. Tavuklar vardı o zaman. Kenardaki tek damda, kendi bahçesinden topladığımız beyaz elmalar vardı. Üst üste kasalanmış elmalar buruşmasın diye içi su dolu bakır güğümler kordu ortaya. “Şimdi ucuza gider; yazık,” derdi. Kışın daha değerli satardı. Aklımda hatıralar; birkaç cümle de olsa bizimkilere anlatıyorum.
Özellikle bizim o tarafın kasaba ve köylerinden gelen öğrencilerin bekar evleri, başlı başına bir yazı konusudur aslında. Kimi tarihi binalarda kimi de kerpiç evlerde veya betonarme evlerin bodrumunda, aileden uzakta okuyan kırsal kesim çocukları. Yazları köy işinde, kışları kar ayazda, hayatın Hanya’sını Konya’sını görürdü. Evet, çoğu okurdu; çünkü başka çareleri yoktu. İşte onlardan biri, şehri dolaşıyor bugün.
Zor Yılın İki Meyvesi
Zor zamanlar mükâfatlıdır. İşte, üniversiteye hazırlık stresiyle kitaba kaçmam bu evde olmuştur benim. Kütüphaneye üye olmam ve neredeyse her gün, farklı bir romanı, iki arkadaşın sesli olarak sırayla okuması gerçekten güzel bir anıdır zihnimde. Ama şu var ki, o bir aylık okuma bereketini bir daha asla yakalayamadım. “Martin Eden” ile tanışmam da “Tavşanlı Gazetesi”nde ilk şiirimin çıkması da o yıldadır; unutulmaz. Sene: 1994. Soyadı değişikliği aklımdan geçmeye başlamış. İsmimin yanına soyadı denemeleri yapıyorum.
Namaza başlamam da bu yılda nasip olmuştur. Sabah namazı için gittiğim o küçük Dibekbaşı Cami yerli yerinde duruyor. Gelirken gördüm. O camide tanıdığım ve gençliğinde atlı postacılık yapmış olan o nur yüzlü, ak sakallı karizmatik ihtiyar hâlâ aklımdadır. Dizlerinden şikayetlenir, motora ve bisiklete binenlere acırdı. “Bunlar yaşlanınca çok diz ağrısı çekerler,” derdi. Unutmadım. Bir de seher vakti dağdan gelen bülbül seslerini.
O zaman, İplikçi Camisi’nin karşısındaki dershanemizden çıkınca, Ulu Cami’nin, Küçük Ayasofya Mescidi ile Güdük Minare Camisi’nin ve işte bu mescidin yanından geçerek eve gelirdik. Minaresi büyük, kendi küçücük olan Güdük Minare Camisi, sokaktan bakınca görünmezdi; ama ondan yayılan ezanın namaz kılmamda payı büyüktür. Bir de İplikçi Camisi’nde ikindi sonrası okunan nefis Kur’an’ın.
Eski Rum Mahallesi
Bu evin ve türbenin az ötesi “Tekke Deresi” namıyla meşhurdur. Çevre düzenlemesi yapılıp turizme kazandırıldı dediler. O çevre, yani derenin aşağısı da eski Rum Mahallesi’dir. Rumlar, Ermeniler ve Türkler yıllarca yan yana oturmuşlar sorunsuz. Bizimkilere, oraya da gidelim; görmedik demezsiniz dedim. Gittik. Ermeni kilisesi hâlâ ayakta.
Vaktiyle, Sultan I. Alaaddin Keykubat, kendi adıyla anılacak olan Alanya (Alaiye) kalesini teslim alınca, kale beyi Kyr Vart’a ( Kir Fard) Akşehir iktasını bağışlamış. Ayrıca kızı ile de evlenmiş. Bunun üzerine Kyr Vart, bu mahalleye yerleşmiş. O dönem asıl şehir burasıydı demek ki. İşte, Kayseri’de hayır işleriyle meşhur Hunad Mahperi Hatun bu Bey’in kızıdır; Sultan II. Gıyasettin Keyhüsrev’in de annesi.
“Küçük Ağa”
Ben çocukken, akşamları televizyonda “Küçük Ağa” dizisi çıkardı. Fikret Hakan, Çetin Tekindor, Erol Taş ve Aydan Şener’li kimi sahneler belli belirsiz aklımda. Seyrettiğim yılı hatırlamıyorum şimdi. Televizyon yaygınlaşınca seyretmiş olmalıyım. Bu ustaların isimlerini de çok sonradan öğrendim. İşte, bazı sahneleri Tekke Deresi’nde çekilmiş bu dizinin. Akşehirli yazar Tarık Buğra’nın aynı adlı romanından senaryolaştırıldığını lisedeyken öğrendim. O günlerde ciddi bir ilgi uyandırdığını hatırlıyorum.
Lise birde yarım bıraktığım ve sonradan da okumadığım o romanın ilk bölümünde “Kerpiçlik”ten bahsediyordu. Dikkatimi çekmişti. İşte, liseyi orada, iki farklı kerpiç evde oturarak tamamladım. Bataklığı, sivrisineği ve kurbağa sesleri hâlâ aklımdadır. Bir de bahar gelince birbirine karışan gül ve leylak kokuları.
Kerpiçlik’in aşağısındaki Cumbul’un Bahçe’den yediğimiz elmaları da unutamam. O yerin, Meltem Cumbul’un babasına ait olduğu söylenirdi. Kendi haline bırakılmış bakımsız ama güzel bir bahçeydi. Elma, armut, erik fîsebilillah. Bahçe aralarında gövem ve böğürtlen de öyle.
Perşembe Pazarı
Yürüye yürüye Hasan Paşa İmaret Cami’nin ve aşevinin önündeki alana çıktık. Tarihi yapıların genelde korunduğunu gördüm. Kiminde insanlar oturuyor kimileri de okul ve üniversite için değerlendirilmiş. Yakın bir yerde “Akşehir Evi” var; ama tam yerini bilemedim. Bir başka zaman görürüz artık.
Bu alanın hemen alt tarafı Perşembe Pazarı’ydı eskiden. Pazar ta buradan başlar, ayakkabı tamircileri sokağının sonuna ve Akşehir Lisesi’nin önüne kadar uzanırdı. Bu durumda, bir kanalı andıran cılız çay, pazarı ikiye bölerdi. Akşehir Çayı yalnızca yağmur zamanları ve kış sonunda normal akardı. Sair zamanlarda belli belirsiz geçip giderdi.
Şimdi Perşembe Pazarı biraz daha aşağıya taşınmış. O günlerde pazarcılar naralar eşliğinde müşteri çağırır, ortalığı gürültüye boğardı. Kendine göre hoş bir yanı da vardı bunun. Bir de, şimdiki gibi bedava poşet yoktu. Çocuklar ve akranlarım, toptan poşet alır, gelen müşteriye tek tek satarak bolca harçlık kazanırdı. Poşetçilik, kulağa ilginç geliyor bugün.
O zamanlar ürünlerin doğallığı bozulmamıştı henüz. Mesela o günün mis gibi doğal domates ve biberiyle yapılan bir menemen burcu burcu kokar, sanki kıyma katılmışçasına lezzetli olurdu. Meyveler de öyle. Tadı vardı her şeyin. Şimdi şeklen güzellikle beraber bir yavanlıktır yayılıp duruyor.
Gülmece Parkı
Gördüm ki eski pazar yeri bambaşka bir parka çevrilmiş. Böyle çok güzel ve isabetli olmuş gerçekten. Bu, gayet iyi düşünülmüş bir icraat bence. Yapanları tebrik ediyorum. Hem de çok anlamlı. Nasreddin Hoca’nın anısını yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak için harika bir görsel şölen. İşlevsel. Banklar, ortama uygun büfeler gayet güzel. Biraz dinlendik. Çocuklar dondurma istedi. Karşı koymak mümkün mü. Parkın ortasına konulan dev bakır kazan hayli ilgi gördü bizden. Ailecek fotoğraflar çekinmeyi ihmal etmedik.
Beş on adım arayla, çeşitli fıkraları canlandıran heykel grupları ile karşılaşmak sürpriz oldu. Özellikle Hoca’nın, yere yakın tuttuğu sarık, fotoğraf çektiren her çocuğa başını içeri sokarak poz vermeyi ilham ediyor. Kim bunu yapıyorsa o fıkranın bir parçası gibi oluyor. En işlevsel fıkra heykeli bu olmuş sanki. Fakat muhtemelen, bunu yapan kişinin aklına bile gelmemiştir böylesi.
Parkın bir köşesine İsmail Dümbüllü’den günümüze dek, on kadar Türk mizah ustasının büstü konulmuş. Bu tür incelikler tiyatro sanatı adına güzel bir vefa olarak görülebilir. Ayrıca bu köşe, mizahın merkezinin Akşehir olduğunu da nazara veriyor ve hatta tescilliyor bir nevi. Şükür, Nasreddin Hoca hâlen yaşıyor.
Nasreddin Hoca Türbesi
Türbeye yürürken badem ağaçlarına baktım. Baharda gelseydik müthiş çağla olurdu. Şimdi yok ne yazık ki. Bizim okul, hemen yolun altı olduğundan, boş derslerde gelip çağla yediğimiz vakidir. Buranın çağlası yağlı ve lezzetlidir. Buna benzer bir lezzeti, yıllar sonra Akdamar Adası’ndaki kilisenin bahçesinde tattım ancak. Taptaze kıyır kıyırdı o da.
Bu türbe, asri mezarlığın neredeyse tam ortasında mübarek. Çocuklar ve hanımla birlikte Hoca hazretlerinin ruhuna küçük hatim bağışladık. Türbenin mermer direkleri arasındaki demir parmaklıklar sökülünce yeniden takılmamış; fakat ilginçtir ki kilitli kapısı öylece kalmış. Görenler, mübareğin mezarı bile fıkra anlatmayı sürdürüyor diyorlar. Gerek çocuk gerekse yetişkin, onu sevmeyen bir kişiye bile rastlamadım. Allah’ın “Vedud” isminin tecellisi olmalı bu.
Okulun Nasihat Üçgeni
Lisedeyken hocalarımız için nasihat vermek çok kolaydı. Çünkü okulumuz, “hapishane, hastane ve mezarlık” üçgeninin ortasında kalıyordu. Bazı muzip hocalar, ayar çekme maksadıyla üç yönü tek tek gösterirdi. “Okuyun, derlerdi, değilse yeriniz belli.” Acaba burada öğretmenlik yapsaydım, ben de der miydim böyle. Muhtemelen derdim. Ah ki gerilerde kaldı bunlar; güzel anılar oldular.
Bir İnce Sıla Tadı
Okul ile mezarlığın ortak ve en işlek köşesine yaz boyunca karpuzcular yerleşir, tatlı bir göz zevki sunarlardı. Bugünden bakınca, masalsı bir hatırası olan o manzaralar nasıl da etkileyiciydi. İri çekirdekli, kabuğu koyu yeşil, içi kızılımsı karpuz ile şerbet gibi yerli sarı kavun harikaydı mesela. Renkleri, kokuları ve tatları başkaydı onların. Serilmiş buğday sapları karpuz ve kavunlara yuva olur, farklı bir doğallık katardı. Böylesi manzaralar, o zamanki sıcaklığı taşımada da karşımıza çıkıyor yine.
Akşehir Lisesi ve Soğancı Dede
Bu lise, tarihi mezarlığın üzerine yapılmış. Hemen önünde bir yatır mevcut: Soğancı Dede. Okul yapılırken bütün mezarlar kepçeyle sökülüp yıkıldığı hâlde bunda başarısız olmuşlar. Denilene göre kepçe defalarca arıza yapmış. Dede, operatörün rüyasına girmiş. Mezarımı rahat bırakın diye. Ondan sonra vazgeçmişler. Bebeğinde “Çığırtı” yani sürekli ağlama olanlar buraya gelip dua okuyor, onun hürmetine şifa istiyormuş. Mezara para atanlar ve kuru soğan bırakanlar da oluyor. Biz de ziyaret ettik. Dua okuduk. Bu okulda pek çok anım var. Şimdi çok gerilerde kaldı.
Şu var ki, gezip dolaştıkça, hatıralar gözümde canlandıkça, içimi bir daüssılanın kaplayıp durduğunu fark ediyorum. Özlemiş miyim? Evet, hem de çok. Şöyle her yaz, bir aylığına da olsa ailecek gelip kalmak ne güzel olur. Hem değişiklik iyidir. Antakya yazlarının o boğucu neminden de kurtuluruz bir müddet. Memleketin ya da toprağın insanı çeken bir yanı vardır her zaman. Çekiyor işte.
Başka, Bambaşka Tatlar
Akşehir sokaklarında at kestanesi ağaçları, leylaklar ve güller mutlaka karşınıza çıkar. Özellikle bahar zamanı bir şiiriyettir yayılır burada da. Şehirlerarası otobüs terminali ile lisenin bulunduğu alan önemli bir merkezdi. Köy otobüsleri de buraya geldiğinden, burada hareketlilik fazla, dükkânlar işlekti. Bu yüzden buradaki lokantaların yemekleri taze ve nefisti. Halka tatlı ve gevrek simidin lezzeti de öyle.
Simit neyse de, burada yediğim halka tatlının eşdeğerini henüz görmedim. Yalnızca bunlar değil elbette, dövme dondurması, yerfıstıklı irmik helvası, köpük ve tahin helvası da nefistir bu şehrin. Ayrıca, hafif mayhoş tadıyla “zerdali”si, İngiliz kraliyet ailesinden iltifat gören iri “Napolyon kirazı,” açık yeşil rengi ve hafif mayhoş tadıyla “kavak elması” ve bir de özellikle aromasıyla “Çakıllar çileği” nefistir. Ben bunları ne kadar söylersem söyleyeyim tadan bilir ancak. İşte, bu lezzetleri bir tek dükkânda bulmak mümkündü o zaman. Market ve Süpermarket isimleri yeni yeni yaygınlaşıyordu. Kendine mahsus bir havası vardı marketin.
Bir de “Baba tatlısı” ve “Şambaba tatlısı”nı eklemeliyim buraya. Bunlardan Baba tatlısı, tereyağlı ve tam kıvamlı yapıldığında enfes olur. Buradan başka bir yerde görmedim henüz. Bir de Akkent sucukları vardır ki, şayet sonradan işi bozmadıysa bu yaşıma kadar ülkemde gördüğüm en güzel dört sucuktan biridir. Peki, diğerleri mi? Bunlar, Aydın Ortaklar’da Kasap Orhan’ın sucuğu, İnegöl Oylat’ın sucuğu ve Hatay Karaksı’nın kasap sucuğudur ve başkadır.
Unutulmaz Yaprak Döner
Merkezdeki Nasreddin Hoca heykelinin tam karşısı istikametinde ilerleyince kuyumcular, zeytinciler, komisyoncular, bankalar ve derken Adliye Parkı’na çıkılır. Sol çapraza doğru gidildiğindeyse eski Yoğurt Pazarı’na varılır. İşte, eskiden bu yolun sağ yanında küçük bir dönerci dükkânı vardı. Orada yediğim yaprak döneri unutamam. O dükkan çoktan kapandı sanırım. Açıkçası öyle bir lezzeti yıllar boyunca hiç tatmadım. Sonradan, belki otuz yıl aradan sonra, Kayseri’de cağ kebabı yerken hatırladığım lezzet, buranın yaprak döneridir.
Yoğurt Pazarı: Esnaf Çarşısı
Eski Yoğurt Pazarı, sobacıların, kumaşçıların, hazır giyimcilerin ve ayakabıcıların mekânıdır. Bu mevki, tam bir Akşehir fotoğrafıdır denilebilir. Sıcak para dönen asıl çarşı da buralardır. Birkaç kuyumcuyla birlikte, helvacılar, nalburiye dükkânları, terzi, berber, kasap, çorbacı ve fırıncılar da bulunur. Fırıncılar yalnızca ekmek yapmaz; pide de pişirir. Malzemesi kasap ve manavdan temin edilerek daha ucuza etli ekmek yaptırmak mümkündür buralarda. Lezzeti kolay kolay değişmez.
İplikçi’nin Dev Halısı
Türbeydi, liseydi, heykeldi derken epey yürüdük. Aslında çok uzun bir mesafe değil; ama ailecek olunca ara sıra dinlenmek iyi geliyor. Vakit ilerledi. İkindi namazı için İplikçi’ye uğradık. Ama restorasyon var. Cami, cemaatle namaza müsait değil ve içinde bir tek halı bile yok. Hâlbuki dev bir halıya ev sahipliği yapıyordu eskiden. Onu bir ikindi namazı sonrası, desenlerini takip ederken fark etmiş, geriye dönüp bakınca da şaşırıp kalmıştım. Ama işte yok. Bir zaman bütün ülkede, özellikle tarihi camilerde, saf düzenli yeni halı furyası başlamıştı. Öyle sanıyorum, tarihi halıların iç edildiği bir dönem oldu bu. Şimdi o güzelim halı nerededir? Yeniden buraya serilecek midir? Zor.
Hıdırlık Bir Yeşil Yamaç
Koca bir turu tamamladık sayılır. Yorgunluk hissedilir oldu. Fakat Hıdırlık’a gitmemek olmaz. Hem, orada biraz dinleniriz. Bu yer, Sultan Dağı’nın yamacında serin bir mesirelik. Ailecek veya arkadaşlarla gitmek için ideal. Gerçi eşim böylesi bir yerde büyüdüğü için ona normal gelecektir; ama ben, bozkır çocuğuyum; yeşilliği severim. Sultan Dağı silme yemyeşildir çünkü. Hem çocuklar için anı kalır.
Hasan Paşa İmaret Camisi’nin oradan, kâh yeni kâh tarihi evlerin arasından ilerleyerek nihayet Hıdırlık’a tırmandık. Tırmandık demem yanıltmasın. Öyle çok fazla yokuş değil. Arabayla rahat çıkılıyor. Burası ferah gerçekten. Çam kokusu belirgin. Sırtımızı dağa vererek, çam ve köknarlar arasından aşağılara baktık bir müddet. Yeşiller içindeki şehir sessiz görünüyor.
Özellikle bilenler biraz daha dikkat ederek bakarsa, mavi bir çizgi olarak Akşehir Gölü’nü görebilir. Bizimkilere gösterdim. İşte orası, Nasreddin Hoca’nın yoğurt mayaladığı göl, diyerek. Şimdi suyu epeyce azalmış ne yazık ki. Bu gidişle kurursa şaşırmam. Çiftçilerin hoyratça kullandığını söylüyorlar. Hâlbuki zamanında sazanı meşhurdu. Hamarat birinin elinde çupra ile yarışırdı mübarek. Bunu o kıvamda bir kez tatmışlığım vardır; o sebeple söylüyorum. Şimdi ne durumdadır bilemem.
Artık, vakit akşama döndü. Dönüşe geçtik biz de. Bu şehirde pek çok akrabam olsa da, bugün, akraba bir arkadaşta kalacağız kısmetse. Birlikte nice anımız var onunla. Dile kolay, aynı mahallede beraber büyümüş, üniversite hariç ve dershanenin bir kısmı dahil, bütün eğitim hayatımız boyunca aynı sırada oturmuşuz. Evi Halk Kütüphanesi’nin ve Taş Medrese’nin o tarafta. Gecikmeyelim.
Yarenlik Geleneği
Arabayla ilerlerken kütüphanenin ve Taş Medrese Müzesi’nin yanından geçiyoruz. Tıpkı “Batı Cephesi Karargâhı Müzesi” gibi burayı da dışarıdan ve birkaç cümleyle anlatıyorum. Bir dahaki sefere gezdirmek de isterim. Gün tükendi; biz yorulduk. Yorulduk ama mutlu da olduk.
Sultan Dağı’na tatlı bir gölge düşmüş vaziyette. Şimdi hâlâ durur mu bilmem. Ben lisedeyken, kütüphanenin zemin katında, gündüz esnaf, salı akşamları da birer tiyatrocu olan “Sıra Yarenleri” buluşurdu. Bir tür amatör tiyatro ekibi olan Yarenler, işi bilip de buraya gelenlere anlamlı ve hoşça vakit yaşatırlardı.
Denilene göre, asırlar süren bir geçmişi varmış bu işin. Elbette Ahî kültürüyle de sıkı bir ilişkisi olduğu kesin. Gösteriyi kendine mahsus yöresel kıyafetler giyerek ve neşeli bir hava içinde icra ederlerdi. Sahne platformu yoktu o gün. Şimdi bir tiyatroları var mı, geleneğin devamı adına neler yapılıyor bilmiyorum. Ama şu var ki bu bir medeniyettir.
Gün Akşam, Yol Tamam
Biliyorum, bu şehre dair daha pek çok şey söylemek mümkün. Çünkü her şehir, her mekân ve her nesne biraz da anı değeriyle anlamlıdır. Anılara ve mekânın anılarla taşıdığı anlama yaklaştıkça zaman da düşünceler de bir genişlik kazanır. Öyle olduğunda da söylenecek söz çoğalır. Şükür, ana hatlarıyla da olsa gezdik. Bizimkiler bir memleket daha tanımış oldular. Bense anılarımı tazeledim. Daha önce de dediğim gibi, hakkında bir kitap yazılabilecek bu güzel şehir için tatlı bir fragman olsun bu.
Hasan Çağlayan
Ağustos 2015 Akşehir