Babamın Gölgesinde Yaşamak ve Yazmak
(Kanada Günlükleri / 14)
15 Mayıs Çarşamba,
Babam rahmetli becerikli adamdı, çok becerikli. El becerisi gerektiren bir şeyi bir kere görse aynısını yapabilirdi. Yaptığını da sağlam ve güzel yapardı. Onun yanında biz oğulları hep çört kalırdık. Tornavida tutuşumuzu beğenmez, çivi çakışımıza kusur bulur, keresteleri tanıyacağımıza pek îtimat etmezdi. Annemse onun tam aksiydi, onun oğulları ne yaparlarsa iyi yaparlardı. En azından ellerinden geleni yaparlardı, fazlası da onlardan istenmemeliydi, Allah beş parmağın beşini de bir yaratmamıştı ya!
Sonraları biz erkek evlatların hemen hepsi pek çok alanda babamdan daha iyi ustalar olduk, o ustalıklardan ekmeğimizi kazandık/kazanıyoruz. Bu beş kardeşin içinde en çört ve yöndemsiz yani beceriksiz olan şüphesiz benim. Ama ben bile bazı el becerilerine sahipmişim, kırk beş yaşından sonra kendimi keşfediyorum. Hafife almayın, bu yaşta fayans ustası oldum yahu! Henüz babamın standartlarını tutturduğumu iddia edemem ancak vaziyeti idare ediyorum işte. Elime matkabı yakıştırıyorum; mala tutmayı, alet edevat kullanmayı, ölçü alıp uygulamayı, çimento yapmayı, fayansları kesmeyi ve daha pek çok şeyi…
Bunları yaparken ne oluyor biliyor musunuz? Babam aklıma geliyor. Her ne zaman iyi bir döşeme yapsam yahut bir arızayı tamir etsem tutup bu yaptıklarımı ona gösteresim geliyor. Yok yok, onu iğnelemek, sen bize böyle böyle diyordun ama bak ben bunları yapabiliyorum demek için değil. Onunla bir bağ kurabilmek için belki. Bunlar bana babamı hatırlatıyor ve hoşnut oluyorum. Böyle şeyler yapınca kendimi babama yakınlaşmış, ondan aferin almış gibi duyumsuyorum.
Bu duyumsayışımın farkına varınca kendimi şu soruyu sorarken buldum: Peki, babam yaşasaydı yazdığım yazıları ve kitapları ona göstermek ister miydim? Zihnimin ve beynimin, belki daha çok kalbimin ürünlerini hani? Onun hayali benim en azından öğretmen olduğumu görmekti. Liseyi bitirdiğimi bile göremedi. Yazar olduğumu görse koltuklarının altına iki karpuz alıp kasalır mıydı? Yoksa Hasan Ali Toptaş’ın babası gibi kitabımın boş sayfalarına telefon numaraları mı yazardı? Yahut kıymetlim Ali Çolak’ın babası gibi oğlundan tek bir satır okumadan göçüp gider miydi? Belki de Raymond Carver’in babası gibi nasihat ederdi bana, akıl verirdi: “Bildiğin şeyler hakkında yaz.”
Doğrusu bunu kestiremiyorum, bunu kestirecek kadar babamı tanımıyorum. Hele yazdığım kitapların yasaklı olduğunu, suç delili sayıldığını ve o yüzden bir şekilde imha edildiklerini bilseydi? Ya yurt dışındayken yazdığım romanların ülkeme giremediğini görseydi? Devletçi yanı harekete geçip beni mi suçlardı yoksa Toros Dağlarının suyuyla çelikleşmiş mert karakteri ortaya çıkar, oğluna yaslanacak bir dağ mı olurdu? Kestiremiyorum… Güvendiğimiz o kadar çok dağa kar yağdı ki babam yaşasaydı ne yapardı bilemiyorum. İyi ki görmedi bu günleri diye teselli ediyorum kendimi…
Baba-oğul ilişkilerinin nadiren düşünce alışverişiyle beslendiğinin farkındayım. Onu daha çok duygular besliyor. Hürmet, sevgi, merhamet, şefkat ya da utanç, korku, nefret… Düşünceler gittikçe başkalaşıp çeşitlenirken duygular daha az değişiyor. Belki de bu yüzden günün sonunda erkek çocuklarının çoğu, Oğuz Atay gibi istemeye istemeye de olsa babalarına dönü/şü/yorlar. Kimisi hiç göndermeyeceği mektuplar yazıyor babasına kimisi babasının bavulundan çıkamıyor. Öyledir, insan eninde sonunda babaya döner zaten. Geleneksel öğretilerde babayı güneş temsil eder, ne yana dönsen baban var yani, onun izleri var. İster inşaat işçisi ol istersen Nobel ödülü al, ister hayran ol istersen nefret et. Baba, ocaktır. Ocak, insanın köküyle ilgili bir şeydir ve ondan kaçış yoktur…
Babamın aksine annem kitaplarımı da gördü, bu günleri de. Gül Dikenler yayımlandığında altmış yaşlarındaydı ve okuma yazma bilmiyordu. Osmanlıca okuyabiliyordu ama Latin alfabesiyle yazılan Türkçe’yi okuyamıyordu. Altmışından sonra mahallenin ilkokulunda açılan kursta onu da öğrendi. Kendisine sorsak otobüs ve dolmuşların önündeki yazıları okumak istiyordu. Benim gördüğümse gözlerine kalın camlı gözlüğünü takıp kucağına benim kitabımı aldığıydı. Belki de sırf onları okuyabilmek için öğrendi alfabeyi, olamaz mı yani!
Harflerle cedelleşe cedelleşe bir sayfayı belki yarım saatte okuyarak bitirdi ilk kitabımı. Muhtemelen Zerdali Çekirdeği’ndeki hikâyelerimi ve dergilerde çıkan yazılarımı da öyle. Hemen her yazdığımı okuyordu ama yazılarım hakkında konuşmuyorduk. Hâlâ da öyle sanırım, bunlardan konuşmuyoruz. Ona göre benim yazmam, onun da okuması son derece doğal. Yazar değil de meşhur bir gazeteci yahut bilim insanı olsam yine normal karşılar. Annemin dünyayla ilişkisi biraz böyle, pek bir şeye şaşırmaz gibi. Ona göre bu dünya bir yap-boz tahtası ve burada her şey mümkündür çünkü.
Yazdıklarım üzerine annemle ya da babamla konuşamadım. Gerçi babam ben on sekizimdeyken rahmetli oldu, o zamanlar yazıyla çiziyle alâkam yoktu ama babam yaşasaydı da konuşabileceğimizi pek sanmıyorum. Dünyayı algılayış biçimlerimiz bayağı farklılaşmıştı. Onların sahip olduğu irfan bir nokta gibiyken benim malumatlarım o noktayı belki de gereksiz şekilde çoğaltmıştı. Belki sadece yazdıklarımın hikâyelerini anlatabilirdim onlara. Menkıbe dinler gibi dinlerlerdi onları muhtemelen, bilemiyorum…
Metinlerim üzerine oğlumla ve kızımla da konuşamıyorum. Algı dünyalarımız onlarınkiyle daha yakın aslında ama onların ilgi alanları şimdilik, umarım şimdiliktir yani, benim yazın dünyamı pek kapsamıyor. Ya da ben onların dünyasını ihata edemiyorum. Ama adım gibi biliyorum ki yaş aldıkça benim yazdıklarıma dönecekler. Bu adam ne yapmaya ne demeye çalışmış, derdi neymiş, hangi tavşan deliklerine girip çıkmış diye satırlarım üstüne eğilecekler. Belki de bu yazdıklarım onlara da birer kaçış rampası olacak. Umarım çok geç kalmazlar…
Şu durumda ben kendim/e yazıp kendim/e okuyarak yazıp gidiyorum işte. Kelimelerden bir bahçe kuruyorum. Orada saklanacağım bir tavşan deliği buluyor, bir kaçış rampası kazıyorum. Bu tavşan deliğine benden başka düşenler, kaçış rampasında mola verenler de oluyor. Bir çeşit yol arkadaşı oluyoruz onlarla. Alice’in harikalar dünyasında beraber dolaşıyor, köşe bucağı birlikte keşfetmeye çalışıyoruz. Böyle zamanlarda yalnızlığım dağılıyor. Ama günün sonunda yine bir başıma çıkıyorum tavşan deliğinden, yine yalnız başıma düşüyorum yollara. Yazmak böyle bir şey galiba, hatta yaşamak bile…
Benim babam da ben 15 yaşındayken göçtü gitti.
cümlesine rahmet olsun 🤲
Çocukken okulda, dinde, kültürde hep annenin öncelenmesini düşünür acaba bablar bundan alınıyor mu diye onlar adına mahcubiyet duyuyordum. şimdi baba oldum annelerin önceliğini farklı bir açıdan da gördüm. Onlar hak ediyor lakin babaları da ödüllendirmek hiç fena fikir değilmiş, ruhumu okşuyor evladımın saçlarımı okşayan sözcükleri. Babalar günümüz de kutlu olsun.