Ruhun Mahzenleri ya da Gönül Sarayı
İsmail Hakkı Bursevî’nin Kitâbü’n-Neticesi’nde mi okumuştum tam hatırlamıyorum: Mârifet-i ilahî samtla başlar, diyordu. Samt yani sükût, sessizlik. Yazmak için de derin bir sükût gerekiyor galiba. Elbette marifet-i ilahî ile yazmayı kıyaslamak hiç doğru görünmüyor. Ne var ki yazma eyleminin Necip Fazıl’ın meşhur poetikasında söylediği türden bir hakikat arayışı olması gerektiğini düşünüyorum. Sonra kendimce, kıyısından köşesinden de olsa o hakikati idrak edebilmek için sükût etmek gerektiğini çıkarıyorum.
Bir tavır belirleme, bir eylem ya da direniş biçimi olarak susmak değil sözünü etmeye çalıştığım. İnsanın içine doğru derinleşmesine, ruhundaki uçsuz bucaksız okyanuslara dalmasına imkân sağlayacak bir sükût hâli. Bir tür inziva, uzlet.
İyi bir yazar; imza günlerine, içindeki boşluğu yazar sözleriyle doldurmaya çalışanların katıldığı yaldızlı yazar-okur buluşmalarına, çok satan listelerine pek de itibar etmez, diye düşünüyorum. Kendime yazının yalnız başına çıkılan nihayetsiz bir yolculuk olduğunu hatırlatmaktan bir türlü vazgeçemiyorum. Sonra kendime, kendimce başka sözler de söylüyorum yazma yolculuğuyla ilgili. Bu yolculukta, diyorum türlü menzillerden, konaklardan, duraklardan geçersin, başka izlere rastlar, başka yolcularla da karşılaşırsın.
Sözgelimi eski bir taşra otogarına düşer yolun. Yorgun otobüsten bir bir iner yolcular. Yüzü kırış kırış bir adam dikkatini çeker bir köşede, son yolcu da inip otobüs perondan ayrılınca sigarasını yakar. Neredeyse tek nefeste tüketişinden anlarsın, beklediği her kimse yine gelmemiştir. Kederle savurduğu küllere bakarsın, bakarsın da sigara külü kadar yalnız olmanın ne demek olduğunun ayrımına varırsın.
Yolun karlı dağlara uğrar kimi zaman. Kızıldağ’dan inmektesindir yahut da Ulukışla’ya yakınsındır. Kar iyice çökmüştür, buram buram bembeyaz bir şafaktır gördüğün. Karşı koyamazsın çağrısına, bir kenarda motoru susturup kendini beyazlığın koynuna atarsın. Sarıp sarmalar seni karlar. Gözlerini kapatırsın sımsıkı, ana kucağı gibi demek istersin, ya da asude bir ölüm gibi. Uyanmak istemezsin, Allah aşkına dersin, Allah aşkına hep yağsın.
Kekik kokan dağlara çıkar yolun mesela. Üstelik deniz de yakındır. İmbatlar yosunları kekiklerle karıştırır. Sular menevişlenir. Sen baştan aşağı mest, kalbin imbatla dolu, renkleri kokuları seçemezsin, camgöbeği mi, turkuaz mı; değil, ördek yeşili desen hiç değil.
Amik Ovasına inersin. Temmuzdur. Güneş altın bir tepsi gibidir. Hava, toprak yanar, adeta kaynar da kaynar. Bir gölge aranırsın, gökte bulut, çevrende gölge yoktur. Acizliğine, zayıflığına bir isim koymak istersin. Sarı sıcak böyle bir şey olmalı, dersin.
Gece çökmüştür, çevrende cırcır böceklerinin sesleri. Kerpiç bir evin damındasındır ya da bir yayla evinin bahçesinde. Samanyolların ılık sedirine uzanıp yıldızların şehrâyinine dalar gidersin. Bir bakıma her şey mestanedir. Nazlı yâr türlü yönlerden hayal edilmektedir öylece. Hayrete düşmemek elde değildir. Anlarsın, sözcükler aramak beyhudedir.
Yolun bir zindan köşesine de düşebilir. Parmaklıklar, duvarlar, kilitler… Baba katilleriyle aynı safta kolları vurulu yiğitler görürsün; görüş günüdür, sevdiceğin, evdeşin gelmiştir. Gözüm, cânım efendim, sevdiğim, sultanım hoş geldin, safâlar getirdin demek istersin, ama dar vakitlerde sevgiyi söylemenin pek de makbul olmadığını hemen hatırlarsın. Aylardan farksız dakikalar birden tükeniverir çünkü, kahırlanırsın; haykırmak, etrafını saran duvarları yıkmak, parmaklıkları kırmak istersin. Nafiledir uğraşların, ilaç kokulu çayını karıştırıp zamanı eritmekten başka bir şey gelmez elinden.
Işıklı, kalabalık salonlara da çıkabilir yolun. Ucuz tebrikler, teşekkürler; sahte gülüşler, boş temenniler, pahalı armağanlar, anlamsız plaketler, hiç arayıp sormuyorsunlar, kapımız her zaman açıklar vıcık vıcık yapışır üstüne; yeşil sarıklı ulu hocaların sana öğrettikleri arasında bunların hiçbiri yoktur. Dudakların istemsiz tebessümlerden gerilmiştir. Ağzından dökülen sözcüklerin hiçbirisi senin değildir, engel olamazsın bir türlü. Kaçmak, saklanıp kayolmak istersin.
Başka menzillerden de geçebilir yolun, Tokat’la Niksar arasındaki bir çeşme başından, beş yüz mumluk ampullerle aydınlanan bir meyhanede felç olmuş bir gecenin köşesinden ya da Emperyal Otelinin önünden, havaalanlarından, kontuarlardan geçebilirsin.
Mesafeler geride kaldıkça karşılaştığın yolcuların hiçbirinin sana benzemediğini fark edersin. Kalemini yüklenen başkaları da aynı sulardan içmiş, aynı geçitlerden geçmiştir. Ama hiçbirinin ayak izi seninkine benzemez. Senin yüzünü kavuran ayaz bambaşkadır, güz bahçeleri senin ilhamını ancak öyle kırbaçlar. Sahillere vuran bebekler, evladının kemiklerini bir kutuda taşıyan babalar birçoklarını üzer de senin yüreğini bir başka dağlar. İşte böyle her menzili ancak bir özge temâşâ ile geçtikçe, yalnız kendi sesinin sana yoldaş olabileceğini fark edersin.
Cemil Meriç, ruhumuzun mahzenlerinde bizden habersiz yaşayan bir alay misafir var, diyor. Gönül sarayının henüz çalmadığımız, çalmayı bilmediğimiz sayısız kapıları var demek daha doğru geliyor bana. O kapıların tokmağına dokunmak için uzlete çekilmek gerekiyor.
Hakikat arayışında kalemini de yoldaş edinen âdemoğlu, ancak zâtına hoşça baktıkça –yine Galib gibi- başka bir lugat tekellüm etmenin yollarını bulabilir.