M. Said Acar

Yolcu

Okuma süresi: 15 dakika

Gece boyunca aralıksız direksiyon sallayan İsmail’in yaptığı ani frenle uyanan Abdullah’ın gözüne önce polis arabalarının çakar lambaları ilişti. İleride yolun sağ tarafına iki şeridi kapatacak şekilde çaprazlama durmuş bir tırın önündeki ekiplerin sayısından fevkalade bir durum olduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Trafik polisleri araçları tek boş kalan şeride yönlendirip trafiği açmaya çalışırken diğerleri fenerlerle arabaların içlerine bakıyorlar. Çelik yelekler giymiş birkaçı ellerinde otomatik silahlar, yolun iki tarafında güvenlik tertibatı almışlar. Abdullah “Hayırdır İsmail!” dedi. Sesinde mahmurluğunu kovalayan bir korku. Boğazı iyice kurumuş. İstemsizce bileklerini oğuşturdu. “Birinci köprüye giriyoruz, bunlar da galiba tırı çevirmişler abi. Birinci köprüye ağır vasıta girmesi yasak. Hele böyle zamanda çok tehlikeli. Polisler de durur mu, vatan görevi deyip hemen üşüşmüşler. Yani abi, tırcının da hiç mi yolu düşmemiş İstanbul’a! Herkes bilir, İstanbul’a Anadolu yakasından ağır vasıtayla girersen Fatih Sultan Mehmet köprüsüne dönersin. Boğaziçi ağır vasıtalara kapalıdır. Sen de İzmit’ten beri uyuyorsun arkadaş, böyle yolculuk mu olur!” İsmail konuşurken arabanın iç lambasını da yakmıştı. “Memur beylere yardımcı olalım abi hem dikkat de çekmeyelim.” Nitekim kontrol noktasındaki uzun boylu bir polis memuru durmalarını işaret etti. İsmail camı indirdi, “Hayırlı geceler amirim, kolay gelsin.” “Sağ ol.” dedi polis memuru. İsmail ara vermeden devam etti. “Kolay gelsin amirim, çünkü millet kan uykularda, siz burada görev başındasınız. Vatanı bekliyorsunuz. Biz Çankırı’dan geliyoruz amirim, evraklarımız tamdır, küçük esnafız amirim, manifutara işi yapıyoruz. Mal almaya arada bir geliriz. Bugün de Cuma, Eyüp Sultan’a bir uğrayalım dedik sabah namazına. Cemaate yetişelim gelmişken, duamızı edelim istedik.” Polis memuru, bir yandan, köprü girişindeki araç kuyruğunun uzamasından endişelendiği bir yandan da İsmail’e laf yetiştirmek zorunda kalmaktan çekindiği için “Devam et!” dedi. İsmail ikiletmedi, “Sağ olun amirim, tekrar kolay gelsin, Allah güç kuvvet versin.” Camı kapatırken aracı hareket ettirdi, çabucak hızlandı. Köprüye girerken Abdullah sordu: “Eyüp Sultan’a mı geçiyoruz?” “Yok abi, ne Eyüp Sultan’ı! Seni Yenibosna’ya saat altı buçukta ulaştırmamız lazım değil mi! Namazı ancak o tarafta bir yerde kılarız. “İyi de yalan söylemiş oldun polislere!” “Ne deseydim Abdullah, amirim, arkadaş yurt dışına kaçacak da acelemiz var, mı deseydim!” Abdullah sustu. Yıldızlı bir gece. Geride Çengelköy sahili, ileride Üsküdar’ın ışıkları. Bir şilep Marmara’ya doğru yol alıyor. “Hiç bir şey söylemeyebilirdik, sormadılar ki!” “Ne yapayım abi! Söylemiş bulundum bir kere, Allah affetsin!” dedi İsmail. Hıncını gaz pedalından çıkarmak istiyor. Araç iyice hızlandı. İsmail’in uykusuzluğuna can sıkıntısı da eklenmiş olmalı. Mecidiyeköy’ü suskun geçtiler. Motorun ve tekerleklerin biteviye uğultusu aracın içini iyice doldurdu. Haliç’e doğru inerken sağda Eyüp Sultan göründü, ışıklar içindeydi. Abdullah derince iç çekti, sonra “Keşke yalan söylemeseydik.” dedi. “Haklısın abi, bazen hiç konuşmamak daha iyi aslında.” Abdullah cevap vermedi. Marifet-i ilahî samtla başlar, diyecekti, vazgeçti. İçinde bir bungunluk.

Yollar bir süre daha aynı yeknesak uğultuyla aktı. Yenibosna’ya yaklaşırken İsmail konuştu: “Allah’tan trafik yoğun değil abi. Çok şükür vakitlice gelebildik, adamlarla altı buçukta buluşacağız. İnşaallah bir maraza çıkmaz.” “Namazı kıldıktan sonra arayalım.” dedi Abdullah. “Aceleye gelmesin!” “Tamamdır abi, nasıl istersen!” Merkez camisiyle Şehitler İlkokulu arasındaki sokağa park ettiler. İsmail derin bir oh çekti, mekanik bir sesle “Sayın yolcularımız, geçmiş olsun, kaptanınız esenlikler diler.” dedi. Abdullah sessiz, okulun ismine bakıyor. İndiler, ayaz çarptı yüzlerine, İsmail ürperten ayaza karşın uzun uzun gerindi. “Yorulmuşuz yahu! Hava da iyice soğumuş.” “Hakkın var, neredeyse dört saattir araç kullanıyorsun.” Montlarına sarıldılar, telefonlarını, Abdullah’ın çantasını aldılar.

Şadırvanda, soğuk su uykularını iyice açtı. İsmail tedarikliydi, kâğıt havlu da getirmişti. Camide cemaati bekleyen birkaç ihtiyar var. Abdullah saate baktı, vakit henüz girmiş. “Biz cemaati beklemeyelim.” dedi. Sünneti kıldılar, cemaat oldular, Abdullah Kehf suresine başladı, iki rekâtta da uzun uzun okudu. İsmail Abdullah’ın okuyuşunu severdi ne var ki namazda bir türlü rahat edemedi. İhtiyarların bakışlarından, buluşma saatini kaçırma kaygısından kurtulamadı namaz boyunca. Selam verince Abdullah’ın omzuna dokundu. “Abi, acele edelim, tesbihatı yolda yaparız.”

Çıktıklarında İsmail telefonuna sarıldı, uzun uzun çaldıktan sonra cevap geldi. “Hayırlı günler. Ben İsmail, dün konuşmuştuk, evet biz geldik. Evet abi, anlaştığımız gibi Yenibosna’dayız. Anladım. Tamamdır, biz bekleriz.” Telefon kapandı, Abdullah’a döndü. “Herif akşamdan mı kalmış nedir! İki saate kadar gelirim diyor. Gel bir çay içelim.” Abdullah’ın dudakları kıpır kıpır. Başıyla İsmail’i onayladı. Cadde boyunca yürüdüler. İlk gördükleri pastane kalabalıktı, henüz müşteri gelmemiş olan ikincisine girdiler. Camlar buharlanmış. İsmail kahvaltı tabağı sipariş etti. “Fırından yeni çıkmış birer de simit yiyelim abi, hem sen yakın zamanda bir daha kolay kolay simit bulamazsın! İsmail çevreyi kolaçan etti, sonra konuşmayı sürdürdü: “Abi, programa göre seni adamlara yahut adama teslim edeceğiz. Adamın adı Cumhur. Onlar seni götürecekler. Sağlam çalışıyorlar diye duymuştuk. Ama baktık, gözümüz tutmadı ben de seninle gelirim. Sen telefonunu şarj et istersen. Yol hali, tedarikli olmakta fayda var. Aklına takılan, unuttuğumuz bir şey var mı?” Abdullah tesbihatı bitirmişti. “Bilmiyoruz.” dedi. “Neyi bilmiyoruz? “Adamın akşamdan kalıp kalmadığını.” İsmail önce anlamsızca baktı sonra “Haa!” dedi. Abdullah mevzuyu değiştirmek istedi. “Allah senden razı olsun. Gelmene gerek kalmaz inşallah. Allah büyük, biz üzerimize düşeni yaptık. Sorduk, soruşturduk. Ötesini bilemeyiz.” dedi. Sesi ikirciksiz. “Hakkın geçti, saatlerdir yollardasın. Biraz da kırdım seni galiba. Kusura bakma!” İsmail başını önüne eğdi, dudaklarını ısırdığı yine de belli oluyor. “Yok be abi, benimki boşboğazlık. Kalp hızlanınca çenenin ayarı bozuluyor. Hakkım yerden göğe helal olsun, sen de helal et!” Durdu, “Neyse, çayları tazeleyelim.” dedi. Çayları garsonun getirmesine fırsat vermedi; kalktı, tezgâhın önünde uzunca oyalandı, nafile!. Masaya döndüğünde gözleri ıslaktı, zoraki bir gülümsemeyle “Şimdilik bana ilişen yok ama bakarsın yaza ben de gelirim yanına, belli mi olur!” dedi. Abdullah temennisini gizlemiyor. “İnşaallah. Çok iyi olur bence, burada hayatta ve ayakta kalmak gittikçe zorlaşıyor. Arz geniş.” Sonra bir beyit geldi aklına, yüksek sesle okudu: “Kişi kendi arzusuyla terk-i diyâr etmez, sebepsiz gurbetin kahrını kimse ihtiyar etmez.” Gülüştüler, İsmail, “Yahu abi, senin bu beyti ta lise yıllarında diline dolaman sebepsiz değilmiş.” Abdullah biraz daha güldü: “Evet, doğrusun! Ama benim yolum seninkinden uzağa düştü!” Durakladı, “Cumayı bir yerde kılabilir miyim acaba!” İsmail’in sesi şaşkınlığını gizlemiyor. “Abi sen tam seferdesin artık. Yolculuk ne zaman biter belli değil. Öğlen namazını kılsan yetmez mi!” Abdullah başını sallamakla yetindi. Çayları bir daha tazelediler, gece boyunca yaptıkları yolculuktan, arabanın yakıtından, havanın ayazından, caddede yoğunlaşan trafikten konuştular. Konuşmalarını İsmail’in telefonu böldü. Cumhur gelmişti.

Gün iyice ağarmış, korna sesleri, motor gürültüleri; İstanbul uğulduyor. Kalabalığa rağmen Cumhur’un onları bulması vakit almadı. Yalnızdı, “Yolcu kim?” diye sordu, cevabı beklemeden de çıkıştı: “Ne diyeyim ben size! Jilet gibi giyinirsiniz. Ben yumurta satarım. Yanımda düğüne mi gidersiniz! O kadar anlattık be ya! İnzibatlar tutunca ne derim ben ?” Daha devam edecekti, İsmail’in gözlerini üstüne diktiğini görünce ağırdan aldı. “Neyse!” dedi. “Haydi gidelim, beklemeyelim!” Abdullah, İsmail’e döndü, “Allahaısmarladık kardeşim, senin gelmene gerek yok gibi. Ben geçince seni de annemi de ararım inşaallah. Sen de dönünce annemi bir yoklasan iyi olur, yalnız kalmasa!” dedi. İsmail’in sesi iyice çatallanıyor: “Hayırlı yolculuk olsun! Niyet hayır, akıbet hayır. Afife teyzenin üzerimde çok emeği var. Sen tasalanma. Hepimizin sahibi de Allah’tır.” Kucaklaştılar. “Gece uyumadın, biraz dinlen de öyle dön!” dedi. İsmail yine gözlerini kaçırıyor. “Ben hallederim, sen merak etme!” Cumhur’un telaşı vedalaşmayı kısa kesiyor.

Cumhur kapalı kasa bir kamyonetle gelmişti. Şoför mahalline oturmadan, kahverengi, neredeyse battal beden bir ceket uzattı Abdullah’a, “İcap ederse giyersin!” Abdullah ses çıkarmadı, ceketi katladı, koltuğa bıraktı. İçindeki sıkıntı gittikçe koyulaşıyor. Bir köşeden bir kapı, menfez açılsa, korna seslerinden, motor gürültülerinden, şu amansız telaştan kaçıp bir kurtulsa!

Yola koyuldular. Cumhur bir sigara paketi çıkarmıştı ki Abdullah kendisinin de şaşırdığı bir ses tonuyla atıldı. “Arabada içmeseniz.” Cumhur duraladı. ‘Siz’li konuşulmasına hiç alışkın değil! “Deme be ya! Tadımızı hepten kaçırırsın böyle!” “Kusura bakmayın! “Biraz dokunur sigara bana!” “İlla içecekseniz bir yerde duralım.” Cumhur paketi cebine koydu. “Ohooo, öyle olursa iki güne varamayız be ya! Ben iki paketi patlatırım her gün.” Sesini ciddîleştirip devam etti. “Bak birader, iyice anlatayım sana. Sen beni tanımazsın ben de seni tanımam. Soran olursa el kaldırdın, ben de arabaya aldım seni. Nereye gidersin, kimsin, bilmem. Erketeden telefon gelirse arka tarafa geçersin. İcap ederse inersin.” Abdullah “Tamamdır.” dedi. “Tamamdır.” Kısa kessin istiyordu. Lakin Cumhur devam etti. İçemediği sigaranın acısını çıkarmalı. “Ben seni götürürüm, botçuya teslim ederim. Ne botçu tanır seni ne de ben tanırım. Kâğıttır, çantadır, ne taşırsın ben bilmem. Polis, inzibat çevirir, aman bir yanlış yapmayasın! Abdullah “Tamamdır.” dedi tekrar. Sonra bir daha. Sonuncusunda sesinin rengi iyice kaçmıştı. “Tamamdır.” Cumhur sustu.

Yollar yine akıyor. Yavaş gidiyorlar. Abdullah başını cama yasladı. Bir süre yolu izledi, sonra kendisini kekik kokulu yemyeşil bir yamaçtan aşağı koşarken gördü. Tökezlemeden, sarsılmadan koşuyor, kollarını açtı, açınca uçmaya başladı, aşağıda ağaçlar, tarlalar, köyler küçücük kaldılar. Büyükçekmece. Köydeki evlerinin salonunda. Mutfakta kaynayan sütün kokusu evi sarmış. Annesi gülümsüyor, kollarını açıyor; hoş geldin anasının kuzusu. Kumburgaz. Babasının kucağına kedi gibi kıvrılmış. Babası Kur’an okuyor. Caminin döküm sobasında odunlar çatırdıyor. Yanan reçinenin kokusu yayılıyor sobadan. Abdullah iyice sokuluyor babasına. Silivri. Konuşsana ulan! Ömrün billah çıkamazsın bu delikten. Kimleri tanıyorsun bir bir anlat!

Kamyonetin alışılmadık sarsıntısıyla Abdullah seslerden, kokulardan sıyrıldı. Cumhur bir benzinliğe giriyor. “Kafam dumanlanır benim, şuracıkta duralım. Senin de ihtiyacın varsa gör birader.” Abdullah da abdest almak istedi. İndiler. Cumhur Abdullah’ın arkasından seslendi: “Birader, ateşle bir şeyler de biraz mazot alalım!” Abdullah döndü, cüzdanını cebinden çıkardı, Cumhur’a uzattı. “Ne kadar lazımsa al.” Cumhur’un cevabını beklemeden yürüdü. Abdullah’ın sesi öyle kaygısızdı ki Cumhur neredeyse paranın değersiz bir şey olduğuna inanacaktı. Çabuk toparlandı, cüzdana baktı. Üç tane elli euro ve yetmiş Türk lirası. Kısa süren bir kararsızlıktan sonra elliliklerden birini cebine attı. Benzinlikten çıkarken cüzdanı Abdullah’a geri uzattı. “Birader say paranı, mazot parası aldım. Bizde yanlış olmaz. Teminatçımız vardır. Yolcu geçerse paramızı alırız.” dedi. “Önemi yok!”

Vakit öğlene yaklaşıyor. Abdullah çantasından bir büyük cevşen çıkardı, delaili’n-nur okumaya başladı. Okuması bitince Cumhur sordu: “Ne iş yapardın sen?” dedi. “Öğretmendim.” “Küçük çocukları mı okuturdun?” “Yok”. dedi Abdullah. Kısa cevaplar veriyor. “Din Kültürü.” Cumhur mazot parasından sonra konuşmaya pek hevesli. “Desene hocasın yani! Ben ortaokul ikiden sonra okumadım. Kafam almadı. Babam da üstelemedi. Şimdi de çok okurlar ama hep boş gezerler. Ben askere kadar orada burada sürttüm. Babamla amcam öteden beri yolcu götürürlerdi. Askerden sonra beni de aldılar yanlarına.” “Yumurta satmıyor musunuz?” “Satarım elbet, köylerden, çiftliklerden toplar, İstanbul’da marketlere bırakırım. Ama yumurtacılıkla aç mı doyar! Dönerken de yolcu götürürüm. Yolumuzu böyle buluruz.” “Tehlikeli değil mi?” “İşi bilirsen tehlikeli olmaz. Bizim namımız vardır. Biz Aksaray’a, Laleli’ye gidip yolcu aramayız, yolcu bizi bulur. Eskiden arardık. Şimdi gözümüz tumadı mı götürmeyiz. Yolda arıza çıkarsa polise, jandarmaya okuyuveririz adamı. Ruhu bile duymaz. Şimdilerde sizinkiler sayesinde işimiz iyidir.” Abdullah’ın dudakları istemsizce geriye gitti. “Sizinkiler okumuş, çabuk anlarlar. Kolay olur geçirmek. Yakalanan da var tabii, olmaz mı! Bazıları kendi gitmek ister, para vermek istemez. Telefondan bakar, yolu bulurum, der. Doğrudan jandarmanın kucağına düşer. İnzibatlar kimseyi yakalamazsa işimiz zordur bizim. Çok gelirler üstümüze. Göz açtırmazlar. Haftada bir iki yakaladı mı onlar da rahat ederler biz de yolumuza bakarız!” “Siz yakalandınız mı hiç!” Abdullah’ın cevabını hiç beklemeden sorduğu soru Cumhur’u iyice açmıştı: “Yakalanmam mı hiç! Ama bir kere! Bir kere düştüm, bir daha da düşmedim. Gençtim. Bir gece benimle yaşıt birisini aldım. Suyun kenarına vardık. Kuytuda bir balıkçı damımız vardı. Tekneye binecekken asker üstümüze geldi. Ben bağrışmaları, mekanizma seslerini duyunca çaktım manzarayı, attım kendimi sazların arasına ama öteki oğlan durmadı. Makine varmış üzerinde. Atladı tekneye; bir yandan askere mermi sıkar, bir yandan tekneyi yürütür. Asker de karşılık verince ben baktım post pahalı. İki ateş arasında bağırdım, ben bağırınca asker ateşi kesti ama oğlan da yolu yarıladı. Jandarmalar karanlıkta oğlanın peşine düşmediler, beni götürdüler karakola. Dursun başçavuş vardı, karakol komutanı. Çok dövdü beni.” Abdullah “Evet.” dedi “Döverler.” Cumhur duymamış gibi. “Meğer kaçan oğlan terörden aranırmış. Nerden bileyim ben! Üç gece yattım sonra saldılar beni, baktım amcam beni bekliyor karakol kapısında. Eve dönünce bir de amcam dövdü. Tam üç kasa rakı verdim kumandana, ne okudun bir bir anlat dedi. Kimseyi okumadım dedim. Anlatana kadar anacığımdan emdiğim süt burnumdan geldi. İnandım der ama inanmaz bana. Bir daha da bota göndermediler.”

Malkara’ya yaklaşıyorlar. Abdullah saatine baktı “Bir yerde durabilir miyiz, namaz kılmam lazım.” Cumhur itiraz etmedi, o da sigara içmeli. Bir benzinlikte durdular. Abdullah namazını kıldı. Tekrar yola koyuldular. Cumhur iyice ağırdan alıyor. “Bizim de kalbimiz temizdir birader. Kimseye zararımız yoktur. Soframızı kurar, rakımızı içeriz, geçinir gideriz. Benim kızanlara da söylerim, garibanın malını çalmayın derim. Büyük kız üniversiteye başladı giden sene. Okur durur. Bakalım ne olacak! Oğlan serseri, liseyi zor bitirdi.” Abdullah “Allah hayırlısını versin.” dedi. Keşan geride kalmıştı. Cumhur daha konuşacaktı ama telefonu çaldı. Kısa süren konuşma bitince arabayı durdurdu. “Birader, sen arkaya geç artık.” Abdullah itiraz etmedi. Çantasını aldı, kamyonetin arkasına geçti. Sıkıştırılmış yumurta kolilerinin üzerine oturdu. Cumhur kapıyı üstüne kapattı. Tavan lambası cılız bir ışık yayıyor. Kesif çürük kokusuna rağmen Abdullah rahatladı. Yolculuk biraz daha sarsıntılı şimdi. Cumhur bir yerde durdu, inmiş olmalı araçtan, başkaları da var, kahkahalar, küfürleşmeler… Sonra tekrar hareket etti. Sarsıntı iyice artmıştı. Abdullah birkaç kez oturduğu yumurta kolilerinin üstünden düştü. Toprak yola girmiş olmalılar.

Neden sonra durdular. Önce sessizlik, sonra kapı açıldı. Derme çatma bir evin önündeler. Cumhur tedirgin. “Birader şimdi çabukça şu eve gir. Ben gelirim arkandan.” dedi. Abdullah söyleneni yaptı, eve geçti. Perdeler kapalı. Soğuk. Abdullah odalara göz atmak istedi. Bir odada bir somya, vişne çürüğü kırlentler. Yerde renkleri iyice solmuş bir kilim. Diğer odada eski, yanmayan bir soba, bir kanepe, birisi uyuyor. Daha küçük odada bir gaz ocağı, alüminyum çaydanlık, küf tutmuş çay bardakları. Mutfak olmalı burası. Bir otomobil aküsü. Köşeye istif edilmiş yumurta kolileri. Elektrik düzeneği göremedi Abdullah, tavanda lamba da yoktu. Öylece ayakta etrafı süzerken Cumhur geldi içeri. “Birader, dışarı çıkmak, perdeleri açmak yok. Sobayı da yakmayasın. Gören olur, kitap çarpsın tanımam seni. Üşürsen çay içersin. Su içeride var. Gazı kapatmayı unutma. Ekmek, peynir aldım, acıkırsan yersin.” İçerideki adam seslere uyanmıştı. Uykulu, bağırıyor: “İki gecedir acımızdan öldük ulan burada!” Cumhur aldırış etmedi. “Kebap mı getireyim sana! İyi haber bu gece gidersiniz artık. Hem sana arkadaş da getirdim. Tekin gelip sizi alana kadar burada beklemeye devam!” Cevap beklemeden kapıyı çekip çıktı. İçerideki adam ayaklanmıştı. Cumhur’un arkasından sunturlu bir küfür savurdu, yetinmedi birkaç küfür daha… Ardından mutfağa girdi. Cumhur’un getirdiği poşetten ekmeğin birini çıkardı, peynir kalıbını elleriyle ikiye böldü, iskemleye çöktü, iştahla yemeye başladı. Abdullah sabahtan beri bir şey yemediğini hatırladı. Adamı beklemek daha doğru görünüyor. Abdesti hâlâ var, montunu serdi, kıbleyi tahmin edip ikindiye durdu. Namazı bitirince telefonunu açtı. Tekrar şarj etmeli. Perdeyi araladı, çevreye göz attı. Çeltik tarlaları uzanıyor. Çevrede hiçbir yapı yok. Sessizlik. Gün aşıyor, bulutlar toplanıyor. Cumhur’u aramak istedi, elektriği soracaktı. Cumhur’un telefonu kapalı. Abdullah o an Cumhur’un anlattığı her şeyden hatta adının Cumhur olduğundan şüphe etti. İçinden, bakalım âyine-i devran ne gösterir, dedi. Sabahtan beri yüreğini dolduran sıkıntı artık bir dipsiz boşluğa dönüşmüştü. Tatsız, renksiz, kokusuz, sonu gelmeyen bir boşluk… Perdeyi çekti tekrar. Hava karardıkça evin içi de karanlıklaşıyordu. Mutftaki adamın sesiyle toparlandı. Yemeğini bitirmiş olmalı. “Helaya buradan geçiliyor. Sen sormadan söyleyeyim. Adım Şehmuz, onu da sormazsın bir daha!” Abdullah gerçekten de bir şey sormak istemiyordu ama konuştu: “Elektrik var mı!” “Mutfakta var.” Abdullah kalktı, mutfağa geçti, otomobil aküsüne bir şarj cihazı bağlanmış. Şehmuz ekmeğin birini bitirmişti. Abdullah diğerinin ucundan böldü, birkaç lokma yedi. Akşam namazı vakti. Tuvaletin kapısını açtı. Burun direklerini kıran ama tanıdık bir koku. Abdest aldı, montunu serdi, telefonundan kıbleyi bulmak istedi. Evet, ikindiyi doğru tahmin etmiş. Namaza durdu, Şehmuz telefonda oyun oynuyor, Abdullah selam verdi, tekrar tekbir aldı. Evvabini kıldığında içerinin iyice soğuduğunu hissetti. Kalktı, montunu sırtına geçirdi, somyaya bağdaş kurup oturdu, tesbihata başladı. Sözcükler karışıyor, babasıyla ders okuyorlar, yanında birileri daha var, caminin sobası gürül gürül, esbaba tevessül dahi takvânın kemâlindendir, elfü elfü salatin… binaenaleyh er kişi mâsivâdan el yuya kat’a cîfeye tenezzül eden kilâb gibi olmaya, ya cemîl… Bir haykırışla yerinden sıçradı. Şehmuz oyunu kaybetmişti. Abdullah tekrar başını önüne eğdi, lâ yestevî… “Önceki gecenin yorgunluğu iyice çöktü üstüne.

Neden sonra gözlerini açtığında kendisini somyaya uzanmış buldu. Soğuktan iyice büzüşmüş. Karanlığa gözleri alışana kadar bekledi. Şehmuz telefonda birileri ile konuşuyor. Saate baktı, neredeyse üç saat geçmiş uykuya dalalı… Kalktı, Şehmuz’un konuşmasından cesaret aldı, İsmail’i aradı. Kısa konuştular. İsmail dönüş yolunda, Gerede’yi geçmiş. Annesini aramaya içi elvermedi, konuşursa kendisi de anası dayanamaz. Kalktı, abdestini tazeledi. Yatsıyı bitirmişti ki kapı çaldı. Ayaklandılar. Şehmuz kapıyı açtı, kapıyı çalanın yüzü karanlıkta pek seçilmiyor. Tekin olmalı. “Gidelim, yürüyeceğiz, beni takip edersiniz, düne kadar çok yağış oldu, çamur, batak çoktur. Yat deyince yatarsınız, koş deyince koşarsınız, sus deyince susarsınız. Asker nöbet değiştirir, yeni devriyeler gelene kadar kıyıya ulaşalım.” Abdullah çantasını kontrol etti, su geçirmez bir dosyaya koyduğu evraklarını, azık olsun diye aldığı kuruyemiş paketlerini… Bir tane Coraspin attı ağzına. İçeriden kalan bir hatıra. “Ben hazırım.” dedi. Sonra cüzdanından yirmi lira çıkardı, ekmek poşetinin yanına bıraktı.

Çıktılar, hava iyice kapanmış, rüzgâr var. Konuşmadan yürüyorlar. Yalnızca ayaklarının altında ezilen otların, çalıların sesi. Tekin hiç şaşırmadan ilerliyor, bazen birden duruyor, etrafı dinliyor. Sonra yürümeye devam. Rüzgâr hızını artırıyor, çamurlu arazide ilerlemek zor. Yer yer ayağı kayıyor Abdullah’ın. Şehmuz kıvrak, talimli olduğu belli. Tökezlemiyor. Bir süre sonra bir şoseye çıktılar. Biraz ilerlediler, bir yol çatında şosenin kenarına sinmiş üç kişi daha gördüler. Tekin içlerinden biriyle kısık sesle bir şeyler konuştu. İki kişi onlara katıldı, biri geri döndü, karanlıkta kayboldu. Hiçbiri konuşmuyor. Şose boyunca ilerlerken Tekin birden durdu, “Şşşt, bir araba sesi var.” Gerçekten arkalarında ama uzakta bir far huzmesi gördüler. Yoldan ayrıldılar, tekrar tarlalara girdiler, biraz koştular. Arkalarındaki araç onlara ulaşmadan başka bir yöne döndü. Kısa bir süre soluklanıp yürümeye devam ettiler. Biraz sonra ileride karaltı halinde ağaçlar göründü. Nehir yakında olmalı. Yağmur damlaları tek tük düşüyor. Ağaçlığa ulaşınca bir patikaya girdiler. Patikanın sola doğru kıvrıldığı bir yerde nehir önlerinde belirdi. Koyu karanlık, sessiz, ürkütücü. Bulundukları yerde bir kıvrım yapıyor, suyun sesinden akıntının bu kıvrımla şiddetlendiği anlaşılıyor. Tekin’in işaretiyle durdular. Etrafta ses yok, sadece yüreklerinin çarpışını duyuyorlar. Tekin alçak ve hırıltılı bir sesle, “Yardım edin, dedi.” Botu çıkaralım.” Karanlığa rağmen botu, nehre uzanan ağaç dallarının altında eliyle koymuş gibi buldu. Can yelekleri içinde. Abdullah dışında hepsi hızlıca giydiler. Abdullah telaşsız. Tekin, “Haydi dedi, durmayın artık, akıntıya doğru kürek çekersiniz, karşısı Yunanistan’dır. “Sen gelmiyor musun ulan!” dedi Şehmuz, sesi hayli yüksek çıkmıştı. “Benden buraya kadar, sırtımda mı geçireyim sizi! Daha ne istersin!” Yeni gelenlerden biri “Ama böyle anlaşmamıştık.” dedi. Tekin iki adım uzaklaştı “Anlaşma budur, sizi hududa tertemiz getirdik. Botunuz, yelekleriniz hazır. Bundan sonrası size kalmış, isteyen gider, isteyen kalır. Beş bilemedin, on dakikada geçersiniz. ” Şehmuz Tekin’in üstüne yürüdü ama sonradan gelenler onu tuttular. Şehmuz küfrediyor. Tekin tetikte, elini beline atmış. Bir yandan ağaçların arasına doğru arka arka yürüyor. Abdullah sessizce izliyor. Yeni gelenler “Buraya kadar geldik, geri dönemeyiz.” dediler. Abdullah da onlara katıldı. Şehmuz atik davrandı, bota önce atladı, küreğin birini eline aldı. Diğer ikisi botu itmeye yeltendiler. Akıntının umduklarından şiddetli. Abdullah da yardım etmek istedi. Bot açılınca dengesini sağlayamadı bir ayağı dizine kadar suya girdi. Su soğuk, adamlardan biri elini tuttu tekneye atlamasına yardım etti. Yağmur hızlanmıştı. Rüzgârın şiddetiyle damlalar yüzlerini tokatlıyor. Açılmaya başladılar.

Neredeyse nehrin ortasına varmışlardı ki bot birden sarsıldı. Ne olduğunu anlamayadılar. Sarsıntının şiddetiyle yön değiştirmişlerdi. Bot yanlayınca kendilerine doğru gelen büyük bir kütüğü son anda hepsi gördüler. Ağaç bota yandan bir defa daha çarptı; botu önüne aldı, sürüklemeye başladı. Şehmuz aralıksz küfrediyor. “İtin oğlum şunu! Patlatacak şerefsizim.” Kürek çeken diğeri kürekle kütüğü uzaklaştırmak istedi. Kürek kütüğün üzerinden kayınca dengesi bozuldu, Abdullah botun bağlama halatını tutuyordu fakat üstüne düşen adamdan sakınmak için hamle yapınca kaydı, kendisini suyun içinde buldu. Bedenine bir anda yüzlerce, binlerce iğne batmış gibi, nefesi kesildi. İğneler her yerini hızla dolaştı. Bottakilerden biri küreği uzattı fakat kütük aralarına girdi, mesafe iyice açıldı. “Kütüğü tut.” diye bağırdı biri, Abdullah can havliyle kütüğe uzandı ama akıntının şiddeti buna izin vermedi, eli de yırtılmış olmalı. Hâlâ suyun üstündeydi, nefes alıp vermeye başlayınca yüzmeyi denedi ne var ki var ki çantası hâlâ sırtındaydı, hareketlerini kısıtlıyor. Çantadan kurtulmak istedi, çantayı çıkarmak isterken can yeleğini çıkardığını son anda fark etti. Elini uzattı ama yeleği tutamadı. Hızlı düşünüyor şimdi, bottakilerin bağırışlarını duyuyor fakat akıntıda onlara yetişmek zor. Çantadan kurtulunca biraz hafiflemişti, ama elbiseleri iyice ağırlaşıyor. Üstelik karanlıkta yönünü kestiremiyor. Ne tarafa yüzmeli, nasıl! Soğuk nefes almayı zorlaştırıyor. Abdullah sakin kalmaya, çevreyi görmeye çalışıyor. Arkasını döndü, geldiği kıyıya doğru kulaç atmaya başladı ya da öyle sanıyor. Birkaç dakika çabalamıştı ki bir anafor onu birkaç defa kendi etrafında çevirdi. Anafordan kurtuldu, başını tam kaldırabilmek için ayaklarıyla kendini yukarı itmeye çabalıyor. Kıyıyı bir görebilse, nereye yüzdüğünü anlayacak. Kulaçları artık aynı hızda değil. İlk düştüğü anda biraz da su yutmuştu. Şimdi her kulaçta biraz daha su yutuyor. Düşünceleri düzensizleşiyor. Yine de aynı tempoda yüzmeye devam etmeli. Birkaç metre daha. Bir ağaç dalı, kaya parçası, tutabildiği bir nesne yok. Derin bir nefes alsa, ciğerlerini iyice havayla doldurabilse güç kazanabilir. Ne var ki aldığı her nefes biraz daha su gönderiyor ciğerlerine. Birkaç kulaç daha, ayağını zemine basabilse kendini yukarı itebilir! Başını kaldırabilir, kıyıyı seçebilir! Bottakiler geri dönüyor mu acaba! Kulaklarında bir uğultu şimdi. Bedenini esir alan soğuktan kurtulabilse! Sıcak bir sobanın yanına kıvrılsa, hiç uyanmasa günlerce. Hava karanlık ve fırtınalı, tipi savuruyor dışarıda, Galib divanı okuyor, tedbirini terk eyle takdir hüdânındır… Öksürebilse, boğazına dolan çamuru, yosunları atabilse. Annesi sıcak süt getirmiş, bal katmış içine “Hasta mı oldun sen kuzum benim!” ya şâfi okuyor. Son bir gayret, ellerini boşlukta sallıyor! Ayaklarının zemine temas edip etmediğini ayırt edemiyor, balçığa da saplanmış olabilir. Parmakları bir dal parçasına dokunuyor. Tutmak istiyor. Vücuduna batan binlerce iğne şimdi bütün kaslarını kenetlemiş. Yeniden nefes almak istiyor uzanabilmek için; su ağzından, burun deliklerinden iyice doluyor ciğerlerine. Bir ocak yanıyor yosunların arasında. Çevresinde hiç görmediği insanlar, içlerinde babası da var, Abdullah’a gülümsüyorlar “Çok üşümüşsün sen, gel ısın!” diyorlar. Abdullah duraklıyor, içinde kalan son havayı çıkarmak istiyor: “lâ ilahe illâ ente…” Kendisine açılan kucağa doğru yürüyüyor.

One thought on “Yolcu

  • Kerim

    Elinize sağlık güzel bir Meriç hikayesi.
    Aslında süreçle ilgili pek çok eser ortaya konulmalı diye düşünüyorum. Sinema, tiyatro, resim, müzik alanında ve edebî türlerin çeşitliliğiyle yepyeni eserler bu dönemi unutulmaz kılabilir. Sanatçılara, akademisyenlere, şair ve yazarlara çok iş düşüyor.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *