Ömür Erdem

Tulumbanı Al Yetiş İmdada…!

Okuma süresi: 3 dakika

Bir duman yükseldi bu hafta Ege’de. Deniz kokusunun alışıldık rutubetini bastırdı. Kıyı Ege’nin mavisini, yeşiliyle tamamlayan o eşsiz coğrafya, birkaç gün içinde dumanla kaplandı. Gökyüzü karardı, toprak küle döndü. İzmir yanıyor, Ödemiş yanıyor, Çeşme alev alev… Rüzgâr, bu kez serinlik taşımıyor; kuru, öfkeli ve puslu… Çamlar, ardıçlar, meşeler, zeytin ağaçları çıtırtılarla küle dönüyor; yeryüzü kavruluyor Ege’de yine.   

Biz memleket hasretiyle uzaklardan bakadururken ekrana, görüntüler düşmeye başlıyor sosyal medyaya. Gençler elinde damacanayla, koşuyor alevlere doğru. Bir başka görüntüde incecik bir hortumdan fışkıran cılız bir suyla çırpınıyor alevlere karşı zayıf bir genç. Önünde kalın duman, kızıl alevler ve uğultulu feryatlar… Çaresizliğin resmiydi bu.

İşte o an, yüzyıllar ötesinden bir gölge beliriyor zihinlerde: Tulumbacılar. Osmanlı şehirlerinin gönüllü yangın savaşçıları. İlk kuruluşlarında yeniçeri ocağına bağlı bir birlik olsalar da bu ocağın kapatılmasından sonra mahallelerin gönüllü kahramanı gibi görev yapmışlardı. Dar sokaklarda omuzlarında tulumba, ellerinde kova, yüreklerinde mahalle sevgisiyle koştukları o eski günler… Yangını söndürmek onlar için sadece bir görev değil, bir onurdu da. Onlar, vicdanların gönüllü itfaiyecileriydi.  Mahalle halkından oluşan bu insanlar, yangın çıktığında tulumbalarını omuzlayıp koşar, tek vücut olurlardı.

Bugün de benzer bir ruh Çeşme’nin kenar mahallelerinde, köylerinde sırtında damacanalarla  karşımıza çıktı. Bir yangının tam ortasında, vicdanın sesi olur bazen bir damacana su.  Bugün, bir Çeşmeli eline damacanayı alıp alevlere doğru yürüyorsa, o vicdanlı damar hâlâ yaşıyor demektir.

Fakat asıl akıllara gelen soru şu: 21. yüzyılda neden hâlâ bir yangına karşı halk bu kadar yalnız? Neden her yaz aynı dehşetle, aynı ihmalle, aynı seyir haliyle karşı karşıyayız? Her seferinde halk; gözleri gökyüzünde, “Acaba yangın uçağı geliyor mu?” sorusuyla bekliyor. Her sene, “yine mi?” diye başlayan cümleler kuruluyor. Ve her yaz sonu, “ne zaman öğreneceğiz?” diye biten hayal kırıklıkları var gönüllerde.

Yangınlar yalnızca ağaçları yakmıyor oysa ki. Bir çam ormanı yandığında, gölgesi de yanıyor, serinliği de yok oluyor. Kuşun şarkısı da susuyor. Bir kuşun sesi kesildi mi, artık o orman aynı orman olmuyor. Bir yaban hayvanının izi siliniyor toprağın üzerinden bir yangınla. Bir çocuk, bir daha asla aynı ağaç altında piknik yapamayacak demek oluyor bu. Bir köyün suyu, bir çobanın yolu, bir çocuğun serinliği de yok olur bir yangınla. Yangın yalnızca ağaçları değil, hayatı da yakar geçer.

Ama belki de en kötüsü bütün bunlara her defasında daha çok alışıyor olmamız. Yangınlardan çok yangına alışmak korkutmalı bizi belki de. Sessizliğe alışmak, dumana alışmak, gecikmelere alışmak, ihmale alışmak…

Ve bir başka tartışma konusu da bu yangınların doğal nedenlerden çıkmıyor iddiaları. İhmaller, rant hırsı, denetimsizlik gibi nedenler ormanın kaderini çiziliyor adeta. Eğer bazı bölgelerde imar planları konuşulmaya başlanıyorsa daha alevler sönmeden, orada ağaç değil adalet duygusu yanıyor demektir. Halk, elinde damacana ile koştururken, gökyüzünde yangın uçağı görülmüyorsa; orada yalnızca orman değil,  güven hissi de duman olup uçuyor demektir.

Yine de bir umut var: Sırtında damacana taşıyan insanların kararlılığı. Umutsuzluğa meydan okuyan o insan zinciri. Biri tarlasını bırakmış, biri tatilini… 

‘Tulumbanı al yetiş imdada…Yangın var!’ Bu artık nostaljik bir mecaz değil; gerçek hayata çağrının ta kendisi. Bir orman daha kül olmadan, bir kuş daha susmadan, bir çocuk daha gölgesiz kalmadan…

Bu kez gerçekten ‘Tulumbanı al, ve yetiş imdada… Yangın var!’ Çünkü bu sefer sadece ağaçlar değil, umutlar da yanıyor.

Ve işte şimdi yine o çağrı yankılanıyor zamanın içinden:
‘Tulumbanı al, yetiş imdada…!’ Çünkü bir ormanı kurtarmak için bir damacana su yetmez. Ama bir damacana irade, bir milletin vicdanını canlandırabilir belki.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *