Leziz Bir Antik Kent: Antakya (1)*
Amanoslar’ın Radar Tepesi ile Kel Dağ, uzaktan uzağa birbirine bakar. Bu iki dağ, doğal iki piramittir ki şehrin Kuzey ve Güney başucunda dururlar. Tıpkı, Bayezid-i Bistamî hazretlerinin makamı ile Şeyh Ahmet Kuseyrî hazretlerinin türbesi de öyledir. İşte bu maddi ve manevi zirvelerin arasında ve genişçe bir alanda yemyeşil Antakya uzanır. Doğu tarafından Habib-i Neccar Dağı’na (Silpiyus’a,) Batı tarafından da Nur Dağları’na (Amanoslar’a) bakar bu şehir. Güneybatı istikametinde ise, denize çok yakın bir noktada, Musa Dağı görünür. İşte, şehrin coğrafi zemini böyle.
Asi Ya Da Orontes
Ta Lübnan dağlarından doğan Asi Nehri (Orontes) şehri ikiye bölerek Akdeniz’e boşalır. Bu nehir, güzelim Amik Gölü kurutulurken bir kanal şeklinde derinleştirildiği için tarihi doğallığını kaybetmiştir ne yazık ki. Hâlbuki şehrin tam merkezine denk gelecek şekilde bir ada bile oluşturduğu söylenir. Oradaki Ada Çarşısı’nın adı buradan geliyormuş.
Bir de vakti zamanında, nehrin bazı noktalarına, bahçe sulamak amacıyla su “dolap”ları yapılmış. Eski fotoğraflarda görülen ve lunaparklardaki dönme dolabı andıran görseller onlardır. Bunun yanı sıra, nehrin temiz aktığı yıllarda tonlarca yılanbalığı avlandığı da olmuş. Hatta Mısır’a bile ihraç edilmiş o zaman. Yine, eski fotoğraflarda, tam da tarihi Roma köprüsü üzerinde uçan martılar, o günlerdeki balık bolluğunun işaretidir aslında. Şimdilerde hiç martı yok. Az da olsa yayın balığı bulunsa da, böylesi bir ava inanmak güç bugün.
Bu nehrin çok özel bir yanı daha vardır ki ilgilisi dışında kimseler bilmez. Peki, nedir bu, diyecek olursanız söyleyeyim: Dünyada, Nil ile birlikte “Ney” kamışının yetiştiği iki nehirden biridir kendisi. Ney yapımına uygun eşit aralıklı ve dokuz boğumlu kamışlar, Asi’nin, özellikle Samandağ ilçesindeki sazlıklarından toplanıyor.
Şehrin Havası Suyu
Peki, havası suyu nicedir, diyecek olursanız, peşinen söyleyeyim, bu şehrin havası son derece kararsızdır. Bu sebeple denize veya kadına benzetilir sık sık; bunu defalarca duydum. Özellikle bahar ve güz zamanlarında, bir gün içinde dört mevsim görmek sürpriz olmaz. Kışın ise, özellikle ilk geldiğim yıllarda yağmuru öyle böyle değildi. Bundan dolayı yıllarca su geçirmeyen ayakkabı aradığımı bilirim. Bilirim lakin ne zaman ki böyle bir ayakkabı buldum, yağmurlar da kesildi.
Hatay’ın yağmuru o kadar çoktur yani. Hatta bununla ilgili meşhur bir hikâye bile vardır. Vakti zamanında Arabistanlı bir tüccar, koyun satın almak üzere Hatay’a gelir. Alacağını alır, vereceğini verir velâkin tam dönüşe geçeceği sırada yağmur başlar. Derler ki yağmur dinince gidersin, ne acelen var. Adam da beklemeye durur. Üç gün, beş gün, bir hafta derken tam kırk gün gurbette mahsur kalır. Yağmur hâlâ devam ederken çaresiz yola çıkar tabii. İşte aradan epey bir zaman geçince, hacda bir Hataylı ile karşılaşır. Böyle olunca sorar: “Yahu, o yağmur hâlâ devam ediyor mu,” diye. Öyle.
Bir de meltemlidir bu şehir. Sıcak günler boyunca deniz tarafından Amik ovasına doğru nazlı nazlı eser mübarek. Her ne kadar yayla havası aranır olsa da, Adana ve İskenderun’da olduğu gibi bunalmaz insan. Bundan ve güneş görmesinden dolayı güney cephesine bakan evler daha makbul ve biraz da pahalıdır.
Pek çok sebep bir arada düşünüldüğünde Antakya’da yaşamanın kendine mahsus farklı bir tadı olduğu kesindir. Belki bundandır, rivayet doğruysa, Hz. Ömer radıyallahu anh, bu şehrin fethinden sonra Ebu Ubeyde Bin Cerrah hazretlerine şu minvalde bir emir gönderir: “Orada uzun süre kalmayıp geri dönün. Kalbiniz dünyaya meyleder,” diye. İşte böyle.
“Tebdil-i Mekânda Ferahlık”
Uzun zamandır yaşadığım ve doymadığım bu şehri köşe bucak gezmekle birlikte, artık gelenlere de gezdirir oldum. Seyahat ekipleri, genelde “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır,” düşüncesiyle geldikleri için, tarihi ve kültürel bir gezi hedeflemezler. Birkaç yer görmek, meşhur yemeklerden bir ikisini tatmak ve iki üç hediyelik almak onlara kafi gelir. Böyle olunca çok yüzeysel bir geziyle geri dönerler. Mutlu da olurlar. Yine de ben, ekstradan ne katabilirsem kârdır diye düşünürüm.
İşte, bu sefer, bu yazı vasıtasıyla, aynı güzergâhı dikkate alarak siz okurlarımı gezdireceğim. Daha önce de gruplar gezdirdiğimden dolayı, benim için zor olmayacak bu. İlk olarak, dünyanın ilk kilisesi St. Pierre var hedefte. Sonra diğer önemli noktalar. Şu var ki, özellikle öğretmenler başta olmak üzere, eğitimli kesim, ülkemiz şehirleri hakkında ortalama bir genel kültüre sahipler. İşte ben buna detaylar eklemekle yetineceğim.
Saint Pierre Kilisesi
St. Pierre, bir mağara kilise olup Habibi Neccar Dağı’nın kale surları dışında kalan kuzey uzantısında, Reyhanlı ve Altınözü karayolunun sağ tarafındadır. Bu yamaç mekân, o günlerde, Hazreti İsa aleyhisselam’a inanan ilk Hıristiyanların gizli buluşma yeri olmuş. Hatta ilk “Hıristiyan: İsevî” kavramı burada kullanılmış. İşte bu yer, sonradan bu dinin ilk kilisesi payesine de erişip önemli bir hac merkezi kabul edilmiş. Bu tarihi buluşmayı başlatan Simon Petrus ise, Katolik Hıristiyanlar tarafından ilk Papa olarak kabul edilmiş. Yani bir dinin ilkleri burada toplanmış bir nevi. Antakya önemli.
Bir yeri orijinal kılan asıl şey, bakış açısıdır. Şehri dolaşan gezginler ne düşünür bilemiyorum ama mutlaka farklı hislerle başbaşa kalarak içlerine dönerler. İşte son derece sade ve sıradan görünen bu mekân, bir semavî dinin hac yeri. İçinde bulunan ve ancak damla damla biriken su, kilise cemaati tarafından şifa niyetine içiliyor ve hürmet görüyormuş.
Bir de içeride, yukarı doğru uzanan ve ancak bir insan sığacak kadar bir havalandırma göze çarpıyor. Bacayı andıran bu çıkış, herhangi bir kuşatma durumunda kaçabilmek için açılmış. Dağ yamacında profesyonelce oyulan bir koridora bağlanıyor. O koridoru daha önceden deneyimledim. Bir kişinin ancak yürüyebileceği o koridorda beş on metre kadar yürüyerek, o günün insanının bakış açısını ve hislerini anlamaya çalıştım. İnananlar rahat bırakılmamış hiç.
Kayakçı “Haron”
Çıkış kapısının biraz ilerisinde, kayaya oyulmuş “Cehennem Kayakçısı Kharon” büstü var. Bu dev kabartma, aslında vebaya karşı yapılmış ve ona bu isim sonradan verilmiş. Ölüleri, para karşılığında nehirden karşıya geçiriyormuş güya. Geçemeyenler ise eziyet çekiyormuş. Eski pagan kültürüne ait bu tür pek çok inanış ve anlatı var. Mitolojik hikayeler turistlerin dikkatini çekiyor.
Bir zorluğu aşmak ve karşıya geçmek, Sırat’ı geçmekle örtüşüyor. Bu husus, insan ve inançla ilgili farklı ve çok yönlü bir inceleme konusu aslında. İçinde hakikatler barındırması da muhtemel. Ama şu var ki turizm böylesi hikâyeleri seviyor; onlar üzerinden renklendiriyor kendini. Dilden dile yayılmasını sağlayarak görme şevki oluşturuyor. Kötü mü oluyor peki, tabii ki hayır. Turizm yalnızca turizm değildir.
Bereketli Amik
Tarihi önemi ve derinliği büyük olan bu şehre, ismi bilinen ve bilinmeyen pek çok devlet sahip olmuş ve meşhur pek çok komutan uğramış dersem abartı olmaz. Amik Gölü ve çevresi, Asi nehri, Belen geçidi ve Akdeniz sebebiyle bu bölge, dile kolay, sekiz bin yıldan beri insan yerleşimi görmüş. Dokuz darphane kurulduğunu bizzat bir arkeologtan dinlemiştim.
Sonra İpek ve Baharat Yolu’nun son noktalarından olması, hac yolu üzerinde bulunması, “Hilâli Bereket” içinde yer alması gibi büyük avantajlar da burayı gözde bir belde kılmış. “Tel Aççana,” “Tel Cüdeyde,” “Tel Tayinat” gibi hâlen kazı yapılan önemli höyükler mevcut. Buluntular Hatay müzesinde sergileniyor. Hitit kralı I. Şuppiluliuma’nın heykeli ilginç. Şöyle bir düşününce, insana inanılmaz bir çağrışım sunuyor bu coğrafya.
Hemen aşağılarda Küçük Dalyan köyü var. Eskiden “Hipodrom” ve “darphane” orada bulunuyormuş. Hipodrom kalıntıları halen duruyor. Neredeyse tam üzerine mezbahane yapılmış. Öyle sanıyorum ki hiç kimsenin umurunda bile değil. Bu durum gerçekten üzücü. Oysa, “Ben-Hur” filminde yer alan ve savaş arabalarının yarıştığı o hipodrom burayı canlandırıyormuş. Öncekilerden kalanlar, bugünün düşünen insanlarına bir ibarettir aslında. Bunun için bile olsa müzeler ve kalıntılar önemlidir.
Mozaik Müzesi: Tefekkür Evi
Az ötede yeni açılan müze var. Artık, ‘dünyanın en büyük mozaik müzesi’ olmuş durumda. Birkaç defa gezdim. Öğrenci götürdüm. Özellikle yapay bir mağara önündeki avcı görselini etkileyici buldum. Balmumundan yapılmış heykelin önünde, yeni avladığı ceylan yatıyor. Sanki canlı ve konuşacak gibi. Ayrıca, içinde insan iskeleti bulunan mezarlar çok çarpıcı ve ibretlik. Bir de bir kabile işareti olsun diye henüz bebeklikten itibaren kafatasının arkası sarılan ve uzatılan insan başları mevcut. Her biri ayrı bir tefekkür konusu bunların.
Mozaikleri de tek tek dolaştım. Princeton Üniversitesi’nin katkılarıyla açılan merkez müzedeki mozaikler buraya taşınmış. Ve daha başkaları da sergilenerek rekor elde edilmiş. Şu kadarını söyleyeyim ki, insan burada şaşırıp kalıyor. Bir zamanların debdebeli hayatları sağlam izler bırakmış geriye. İnsan ve iktidar neredeyse hiç değişmemiş. Nesneler, eşyalar ve yapılar öylece dursa da insanlar amelleriyle göçüp gitmiş. Her gelen toplum, önceyi ve sonrayı pek düşünmeden benzer yollardan yürüyor yine.
Tarihi Bir Cadde: Kurtuluş
Sırada Habibi Neccar hazretlerini ziyaret var. Bunun için, tarihi bir yol olan Kurtuluş Caddesi’nden geçiliyor. ‘Dünyanın ilk ışıklandırılan caddesi’ burasıymış. Çünkü bu şehir, nüfus ve jeopolitik açıdan, dönemin en önemli başkentlerinden biri olmuş. Kral Selevkos I. Nicator tarafından ‘ızgara planlı’ olarak kurulduğunda, son derece düzenli bir yerleşimmiş. Elbette sonradan aynı düzen korunamamış tabii.
Cadde boyunca ilerlerken görülen sağlı sollu eski konaklar cumhuriyet dönemi Antakya’sının ileri gelenlerine ait. O zaman bu cadde gözde imiş. Büyük masraflar göze alınarak restorasyon çalışmaları yapılıyor bugün. Zamanla farklı ve dikkat çekici bir görünüme kavuşacaktır illaki. Zaten şehrin eski bölgesi komple sit alanı ilan edildiğinden, otantik dar sokaklar ve kalker evler, insanı tarihin ortasına çekmeyi sürdürüyor.
Bu konaklar, içlerinde insan yaşadığı müddetçe anlamlıdır. Bundan dolayı insanla birlikte yaşatılabilirse güzel olur. Ama bu nasıl olacak bilmiyorum. Vaktiyle eski sahipleri veya evlatları, şehrin yeni cazibe merkezi olan Akevler’e taşınmışlar. Şehir canlı bir yapı olduğundan cazibe merkezleri ve gözde caddeler sürekli değişiyor. Şimdi gelip de kim oturacak buralara, bilmem ki.
Habib-i Neccar Hazretleri
Bu yer, Kur’an’da zikredilen ve “Sahibi Yasin” olarak bilinen Habib-i Neccar hazretlerinin makamı. O ki, “Şehrin öte başından koşarak gelen adamdır. Adam gibi adam” yani. Yüce Allah böyle övüyor onu. Çünkü kritik bir zamanda ve çok riskli bir durumda, hakikati savunan ve insanları hakka çağıran ses olmuştur kendisi. Buranın, şehre gelenlerin özellikle uğradığı bir yer olması maneviyatla ilgili.
Yalnız, ismi üzerinde yeterince düşünülmediği kanaatindeyim; çünkü bu tamlama Arapça. Habib-i Neccar: “Neccar’ın (Marangoz’un) Sevgilisi” anlamına geliyor. ‘Hazreti İsa’nın marangoz oluşuna gönderme var’ burada. Muhtemelen sonradan bu isim verilmiş. Bir de marangoz mu yoksa çoban mı olduğu karışıyor anlatılarda. Öyle sanıyorum ki ikisi de değil.
Elçiler ve Tebliğ
Rivayete göre Hazreti Mesih tarafından gönderilen iki elçi, Yuhanna (Yunus) ve Pavlos (Yahya) hazretleri, açıktan tebliğ yapmaları sebebiyle tutuklanır. Bunun üzerine Hazreti Mesih, bir üçüncüyü, Simon Petrus’u (Şem’un Safa’yı) gönderir. Onun metodu ve yaklaşımı dikkat çekicidir. Öyle ki kralla aynı kayığa binecek derecede saygı görür. İçerdekileri çıkarmak ve mesajlarını duyurmak için, “Bir dinleyelim bakalım, acaba ne diyorlar,” der.
Kral izin verir ve iki elçiyi huzura çıkarırlar. Sorarlar, dinlerler ve imtihan ederler. Elbette inananlar çıkar. Tabii olarak tepki gösterenler de olur. Yine de en sonunda halk tarafından, “Siz, eski inanç ve düzenimizi değiştirmek istiyorsunuz,” suçlamasıyla taşa tutulurlar. İşte Habibi Neccar hazretleri, bu noktada devreye girer. “Yaptıkları karşılığında sizden ücret istemeyen bu insanlara uyun,” der. Onu da şehit ederler. Şehir âni bir depremle yerle bir olur. Yüce Allah, onu cennetine davet eder. O da, “Ah halkım bir bilseydi!” der
Habib-i Neccar Cami
Bu mekân huzur verici, aydınlık bir yer. İlk önce pagan tapınağı imiş ve yıkılmış. Sonra şehrin Ebu Ubeyde Bin Cerrah hazretleri tarafından fethedilmesiyle buraya bir cami yapılmış. İşte bu, ‘Anadolu’nun ilk camisi’ olmuş. Yangın veya deprem sebebiyle yıkılınca da Osmanlı zamanında bu bina inşa edilmiş. Avlusu, şadırvanı ve hafız odalarıyla insanı çeken bir havası var.
Ana girişin solunda Yuhanna ve Pavlos hazretlerinin makamı ile bu hücrenin hemen çıkışında, yine soldaki kapıdan içerde ve iki kat aşağıda Habibi Neccar hazretleri ve Şem’un Safa hazretlerinin makamı yer alıyor. Sürekli ziyeretçi gelen bu yerlerde sürekli dua, niyaz ve Kur’an var. Maneviyat ve bereket devam ediyor yani.
Şifa Bahçesi
Caminin ilerisinde ve yine Kurtuluş Caddesi’nin solunda, “Hatay Tıbbi ve Aaromatik Bitkiler Müzesi” bulunuyor. Alanında ilk müze imiş. Bu çevrede yetişen çiçekler ve bitkiler bunlar. Her birinde ayrı bir şifa ve esans var. Özel şişeler içinde orijinal bitki yağları sergileniyor ki paha biçilmez. Burası görülmeye değer bir yer, bir şifa bahçesi doğrusu. Güzel bir hizmet. Ortam sakinse bitki çayı ikramı da olabiliyor. Ben öğrencilerimle gruplar halinde ve bazen de bir iki arkadaşla defalarca uğradım. Müsait vakitte bitki çayı da içtim. Anlamı başka.
Diyalog Huzuru
Bu müzenin az ilerisinde “Havra” bulunuyor. Musevi cemaatinin tek ibadet yeri burası. Ziyaret yeri olmadığı için, iç kısmı şahsi ilişki vesilesiyle ancak görülebiliyormuş. İçinde tarihi Tevrat nüshası olduğunu ben de belgeselde gördüm. Rulo şeklinde sarılarak okunuyor. Şehirde, üç farklı soyadı taşıyan on kadar Musevi kalmış. Esnaf olarak çarşıya renk katıyorlar. Musevi Cemaati Vakıf Başkanı Şaul Cenudioğlu Bey ile sürekli diyalog halindeyiz.
Yalnızca onunla değil, Ortodoks Cemaati Vakıf Başkanı Josef Naseh Bey ile, Protestan Kilisesi Ruhani Lideri Pastör Yakup Chang Bey ile, Ermeni Cemaati Vakıf Başkanı Garbis Kuş Bey ile ve sair inanç önderleriyle görüşüyoruz. Onlar, derneğimizi ve dernek başkanımız İsa Bey’i seviyorlar. Özellikle dini günlerde olmak üzere birbirimizi ziyaret ediyor ve en azından birlikte bir fincan kahve içiyoruz. Huzur ve barış için söz ve slogan üretmekten daha güzel oluyor bu.
Hasan Çağlayan
Eylül 2015 Antakya
(*Bu yazı üç bölüm olarak yayımlanacaktır.)