Yılmaz Utku

Şuramda, sol yanımda bir güvercin

Okuma süresi: 6 dakika

Öğle sonrası çay saati.

“Çay hazır!”

Geliyoruz, toparlanıyoruz iki plastik masa etrafında. Elektrikli semaver çayı. Dört senedir alıştığım tat. Bıktım denemez. Alıştım. Fazla alışmışız. Her şey o kadar çok tekrar edilmiş ki en küçük değişikliği hemen fark ediyoruz.

“Çayın tadı?”

Önce çayı atmış sonra suyu çekmiş nöbetçi. Tevekkeli tadında hafif bir değişme. Yanında bisküvi, kaymaklısından.

Biri gazete okuyor. Televizyonda bir belgesel akıyor. Guguk kuşu yumurtasını başka kuşun yuvasına bırakmış. Kendi gezmece, yavru başka yuvada büyümece.

“Hain guguk!”

“Adam işini biliyor abi!”

Kimi çayı alıp yatağına varmış hemen. Yatak sadece yatmaya yaramıyor. Günün çoğu yatakta geçiyor. Kitabını, Kuran’ını yatakta okursun. Dersini yatakta çalışırsın. Radyo yatakta, mektup yatakta… Dikdörtgen ofis, yataklı…

Demir ranzanın altı üstü fark etmez. Hangisi sana kalmışsa sahiplenirsin. Dünyanın yarısıdır orası. Enflasyon düşmüş, ülkem rekor büyümüş, dünya bizi kıskanıyormuş, şampiyonlar ligi şampiyonu olmuşuz, eğitim bizsiz çağ atlamış. Umurunda olmaz. Yatağına ilişir, çayını yudumlar, hayalini kurarsın…

Küçük hayaller, basit… Bir kadın, iki çocuk, iki inek, köyde bir ev -belki kerpiç- tavuklar, ağaçlar… Güneşi görürsün, yağmurda ıslanırsın. Toprağa doyarsın. Betonsuz, duvarsız, dikensiz, telsiz bir yığın hayal… Üstüne kimse kapı kilitlemez. Özgürlüğün kokusunu ciğerlerinde duyarsın demir ranzada otururken.

Kanalı değiştirdi biri. Yanık bir türkü doldurdu masaların arasını. Yayıldı, yavaş yavaş yayıldı koğuşa. Çaydan derin bir yudum çektim. Türkünün tadı sinmiş çaya. Gazeteyi katlayıp kenara koydu.

Karadır kaşların ferman yazdırır/Bu aşk beni diyar diyar gezdirir.

“Çayları tazeleyelim, çayı biten?”

Bir dikişte bitirdim çayı. Boğazımdan aşağı bir şeyler yandı.

Ormanların gümbürtüsü başıma vurur./Nazlı yârin hayali karşımda durur.

Semaver fokurduyor.

“Ah ulan ah!”

Karadır kaşların benzer kömüre./Yardan ayrılması zarar ömüre.

“Bunu çalabilir misin hocam?”

“Bakarız, sen yabancı değilsin hocam.”

“Çaylar!”

Güneş avlumuzda daha çok kalıyor. Kışın büzülmüşlüğünü usul usul üstümüzden atıyoruz. Silkineceğim. Belki mutlu bile olurum. Belki mutluyumdur, kim bilir belki!..

Her zaman içeriyi çınlatan, birkaç metal sesiyle, kilit şakırtılarıyla açılan koğuş kapısı sessizce, yağ gibi açılıverdi. Sinsice. İkinci Müdür, başmemurların başı, baş bir memur ve ardı sıra sayamadığım kadar çok gardiyan koğuşa doluverdi. Türkü çekildi gitti. Yarım mutluluğum buharlaştı.

“Evet, beyler avluya. Arama var!”

“Bu kapı demek böyle sessizce açılabiliyormuş.”

Karşımdakilere değil kapıya bakıyorum. Şaşırmışım. Hepimiz şaşırmışız. Usul usul çıkıyoruz. Tıpış tıpış. Mecburen…

Üst katı düşünüyorum. Sıkıntı olacak bir şey yok. Çıkıyoruz. Bıçağın önüne yatınca tepinmenin faydası yok.

Müdür bana dönüyor:

“Sen kal içeride. Üst katta kimse var mı?”

İçim burkuluyor. Yüzüm iyice düşüyor. “Ben mi?” diyorum. Kimse duymuyor. Yukarıdan ses geliyor. “İki kişi var.”

“Biri insin.”

O da dışarı, avluya çıkacak. Atılıyorum.

“Müdür Bey, arkadaş kalsa ben çıksam olur mu?”

Bana bakıyor Müdür. Gözlerimin içine. Sebebini anlayamıyor. Bakışlarım karışmış, bulanmışım.

“İçeride kalamam ki ben. Her arama beni o ilk aramaya götürüyor. Evin basıldığı güne. Sabahın beş buçuğuna. Hallaç pamuğu gibi atılan evimi son kez gördüğüm o kötü sabaha. Allak bullak olurum. Kalamam ben içeride!”

Keşke diyebilseydim. İçimde büyüdü cümleler. Hoş, ben anlatsam, anlatabilsem kim dinleyecek?”

“İyi, çık sen!” dedi. Acelesi var. Çıkıyorum.

Ardımızdan üç beşi daha çıkıyor avluya. İkisi üstümüzü arıyor. Ceplerimize bakıyor. Kenarda duran kovalara, duvara asılı çamaşırların iplerindeki ıslak elbiselere, köşedeki masaya, sebzeliğe bakıyorlar. Müdür de çıkıp avluyu turluyor. Başmemurların başı çıkıyor, sandalyeleri sayıyor. Bir şeyler söylüyor ama ne diyor? Anlayamıyorum.

“Bunlar fazla.” diyormuş. Sandalyeleri gardiyanlara vermesinden anlıyorum.

“Şu masayı boşaltın!”

“Niye?”

Müdür ve başmemurların başı öyle bir bakıyor ki! “Aha bunu demeyecektiniz!” diyor bakışları.

“Boşalt, boşalt!” diyor ve içeri giriyor müdür. Kapı açık kaldı. İçeriyi seyrediyoruz. Çekirge sürüsü, eşyaların yarısını ortaya yığıyor.

“O fazla, bu fazla, şu gereksiz!”

Kantinden aldığımız plastik sebzeliklerin içindekileri masanın üstüne dolduruyorlar. Sebzelikler dışarı. Başmemuru çamaşır leğeni sayarken gördüm. Yukarıdan sesler geliyor. Merdivenlerden bir şeyler düşüyor. Tangır tungur! İçine kitap koyduğumuz plastik kutuları aşağı attılar. Peynir kutusundan kalemliğimi gördüm merdivenden düşerken. Su şişeleri sırayla merdivenden yuvarlanıp iniyor. Plastik şişeden çöp kutusu… Biri tabakları sayıyor, öbürü plastik komodinleri kontrol ediyor. Duvara astığımız ayeti indiriyorlar. Kâğıdı ne yapacağını bilemiyor. Masanın üstüne atıyor. Sebzelikten çıkardığı soğan yığınının yanına.

Müdür gardiyana buyurdu.

“Bıçakları sayın!”

Meyve bıçağı, uçları kesilmiş. Tırnak çakısından hallice.

“Tam müdürüm, iki tane!”

Hiçbir şey hissetmiyorum. Sinirlerim alınmış gibi. Buz tutmuşum. Kutup buzu. Mutfak tezgâhının altında iki metal dolap var. Bizden bir asır önce oraya konmuş. Paslanmış, küflenmiş, boyası uçmuş dolapları yerinden çıkaracaklar. Başmemurların başının anlaşılmaz bir şeyler daha homurdanıp dolapları tekmeliyor. İri yarı adam ayağındaki botların kalın tabanlarıyla dolabın kapağını bükünce dayanamıyorum. Kimse dayanamıyor. İçeri giriyoruz. Müdür “Bunu nasıl soktunuz buraya?” diye söyleniyor.

“Müdür Bey, tezgâhın mermeri kırık. Bakın.”

Tezgâhta silikonla kapatılmış iki derin kırığı gösteriyoruz.

“Bizden önce tezgâh yıkılmasın diye koymuşlar.”

Başmemur anlamıyor söyleneni. Müdür tezgâhı inceliyor. Doğru söylediğimize az kani oluyor. Bir an bize inanıyor. Sanki. Tam o an üst kattan elinde plastik sehpalarla bir gardiyan iniyor. Yatakta ders çalışırken onu kullanıyorum. Kullanıyoruz. Ayaklarını kısaltmışız. Yatakta mini bir masa oluyor. Bacağı kırılmış, eritip dikmişiz plastiği. Elim, ayağım, ciğerim, nefes borum gibi bir şey bu sehpa. Ardından merdivenlerden bir şeyler daha. Karton kutudan Kuran rahlesi yapmıştı can dostum. Düz zeminde okuya okuya boyun ağrısı çekiyorum. Rahle çok iyi oldu. Çok da şirin. Nasıl seviyorum! Bildiğin mühendislik işi. Tahliye olsam her şeyi bırakır, onu alırım. İşte o rahle de merdivenlerden yuvarlana yuvarlana düşüyor.

“Müdür Bey, sehpaları yatakta ders çalışırken kullanıyoruz.” diyor biri.

“Başkanım, başkanım sehpaları almayın başkanım!” diyorum.

Bildiğin yalvarıyoruz adamlara. Müdür metal dolaptaki geri adımın acısını sehpalardan çıkarıyor.

“Bu ne! Hepiniz kendinize bir köşe yapmışsınız.”

Başmemur homurtu halinde yine. Bu kez anlıyorum:

“Eve çevirmişsiniz burayı!”

Bize dönüyor.

“Çıkın, dışarı çıkın. Niye girdiniz içeri? Çıkın!”

İçimde bir yerler kanıyor. Buzum çözülmüş. Yangın artık ortalık. Hiçbir şeye üzülmüyorum. Şu muameleye bile alışmışım ama sehpamla rahleme yanıyorum.

Dışarı çıkıyoruz mecbur. Kapı kapanıyor. Aramaya devam ediyorlar. Hepimiz avlunun bir köşesine çökmüşüz. Pısmışız da içimizde yanardağlar lav harlıyor.

Az sonra sesler kesiliyor. Girerken sessizce açılan kapı “Oh olsun size!” diye haykıran sert kilit sesleri, metal çınlamasıyla kapanıyor. İçeride kalan arkadaş üstümüze kapanan bahçe kapısını açıyor.

“Gittiler.”

“Cehennemin dibine!..”

İçerisi darmadağın. Eşyalar birbirine girmiş. Çekiştirilmiş, yerinden sökülmüş. Üst kata çıkmaya cesaretim yok. Zihnimde o melun sabahtan fotoğraflar… Yüreğim kaldırmayacak sanıyorum da neler kaldırdı bu yürek. Nelere katlandı…

Söyleniyoruz.

“Yasaksa niye satıyorsunuz?”

“Dört senedir yasak değildi de ne değişti?”

“Allah’ınızdan bulun!”

Sızlanıyoruz. Elden ne gelir!

Üst kata çıkıyorum. Üstünde namaz kıldığımız birkaç battaniye vardı. Kantinden satın almışız. Üst üste yığmışlar.

“Neredeyse götüreceklerdi. Zor ikna ettim.”

Yatağın kenarındaki kitapları dağıtmışlar. Eşyalarımızı ortaya yığmışlar.

“Hepsi birden girişince nereye bakacağımı şaşırdım.” diyor üst katta kalan.

Çamaşır ipini kesmişler. Ortada bir masamız vardı, götürmüşler. Kendimi kirli hissediyorum. Botlarıyla yüzüme basmışlar sanki. Her şey kirlenmiş. Temizlemeye takatim yok. Bu kirin temizleneceği de yok. Sabunun, deterjanın çıkaracağı bir kir değil bu. Zulüm lekesini, ruhlarının karasını her bir yere çalıp gitmişler. Zalimin görünmeyen ama hissedilen pisliği; yerlere, boyası-sıvası dökülmüş isli duvarlara, demir ranzalara, yatılmaktan ortası göçmüş yıpranmış yataklara, tuvalet havalandırmasından bozma el kadar pencerelere, havaya bulaşmış. Kokusu her yere karışmış.

Leğene deterjanlı su dolduruyor, bezle yerleri siliyorlar.

“Çıkmaz abi, bunların pisliği çıkmaz.” Çıkmaz bu zulüm lekesi, ruhumuzdan çıkmaz. 

Battaniyeleri seriyoruz yeniden. Yere battaniye sermek yasakmış. “Seriyoruz ulan!” Eve çevirmişiz burayı. “Çeviriyoruz ulan!”

Ezan başlıyor. Abdest alıyor kimisi. Kiminin abdesti var. Namaz kılalım, yaralarımızı ancak O sarar. Ancak O iyileştirir bu yaraları. Bu kiri ancak O…

Kanadı kırık kuşlar gibi saf oluyoruz. Birbirimize tutunuyor, O’na sığınıyoruz. Bütün kapılar yüzümüze kapandı. Üstümüze kilitlendi. Başka gidecek kapı yok. O’na gidiyoruz. Namaz bitiyor, eller duaya açılıyor.

“Allahım!”  diyorum. “Sepeti, kovası değil Allahım! Bir bacağı kırık sehpam vardı. Bir de karton rahlem. Ben onların üstünde Senin kelamını okuyordum. Onları götürdüler. Sen gariplerin sahibisin. Kimsemiz yok, sahipsiz kaldık. Sahibimiz Sensin. Sehpamla rahlemi götürenleri sana şikâyet ediyorum. Sana havale ettim. Sen bilirsin… Sen bilirsin… Sen bilirsin Allahım!..”

O gün kendime gelemiyorum, kimse gelemiyor. Bir bardak çay geçmiyor boğazımdan. Şuramda, göğsümün sol yanında bir güvercin uçmak istiyor. Uçup gitmek istiyor. Göğüs kafesimi açasım var. Yarasım var göğsümü. Göğsümü açsam duvarlar var. Pencerelerde çifte demir, döne döne sarmışlar gökyüzünü. Nasıl uçacak güvercin? Kapılar kilit üstüne kilit, sürgü üstüne sürgü… Perde duvar betonlar.

“Eve çevirmişsiniz burayı, burası hapishane!”

Güvercin, göğsümüzdeki güvercin çaresiz pes ediyor. Duvarlar üstüme geliyor. Yüreğim durup durup kanat çırpıyor. Çaresiz. Teslim oluyor. Yüreğim, yüreklerimiz kanadı kırık güvercinlere dönmüş. Uçamıyoruz.

Kırılmışız.

Dağılmışız.

Paramparçayız…

Üç beş gün kendimize gelemiyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *