Antakya: Cimemli Konak
Anadolu’nun her ilinde olduğu gibi Hatay’da da zengin bir zanaat kültürü var. Kimi ürünler ihtiyaca binaen üretilmeye devam etse de kimileri de yaşatılmaya çalışılan nostaljik değerlere dönmüş durumda. Köşkerlerden son “Yemeni” ustası seksen yaşına gelmiş mesela. Dükkanını her gün açamıyor artık.
İlin, ancak köy hayatında karşılaşılan “Kernep,” yani su kabağından, kulplu banyo tası, son zamanlarını yaşıyor. Ben gördüm ve kullandım; şanslıyım. Bununla birlikte kabak “Lif”i ve defne sabunu ilgi görmeye ve üretilmeye devam ediyor. Özellikle “defne sabunu” üretiminin devam etmesi önemli; çünkü kokusuyla ve şifasıyla çok özel bir üründür bu.
Hatay’da “Gar” veya “Har” denilen defnenin, görünümüyle karayemiş veya zeytini anımsatan meyvesinden çıkarılan yağ, kıymetini bilenler için doğal bir esans, bir hazinedir. Şükür ki Harbiye’den başlayarak, Samandağı ve Yayladağı köylerine kadar pek çok yerde üretilir.
Bu şehirde, ipekçilerden bıçakçılara, saraçlardan ahşap oymacılara, cam atölyesinden hasırcılara kadar daha pek çok detay var anlatılacak; lâkin konuyla ilgili bir noktayı ve iki değeri özellikle vurgulamak istiyorum.
Cimemli Konak
Affan Kahvesi’nin yanındaki sokaktan yukarı doğru ilerleyince sizi ara bir yerde “Kiremitli Cami” ve caminin tam karşısında da eski bir konak karşılar. Orası el sanatları okulu olarak hizmet veriyor. Halk Eğitim Merkezi’ne bağlı bu tarihi konakta mozaik atölyesi özellikle dikkatimi çekti. Diş diş kırılan renkli taşlarla tablolar yapıldığını bizzat gördüm. Müzelerde dolaşırken hayran kaldığımız mozaikler, hiç boya kullanılmadan, böyle bir usulle yapılmış demek ki. Etkileyici.
Bir çok el sanatının öğretildiği bu kurslarda dikkatimi çeken bir diğer detay da “Cimem” atölyesi oldu. Buğday sapından örülen bu renkli “sini,” çok güzel bir geleneksel üründür. Halen köy yerlerinde kullananlar var. Öyle ki duvar süsü olarak bile değerlendirilebilir. İşte bu zarif mekâna, müsait oldukça ve misafirim geldikçe gidiyorum. Şehir kültürüne dair ince bir damar pıt pıt atıyor orada.
Affan Kahvesi ve “Haytalı”
Yine aynı hizada ve hemen yakında meşhur “Affan Kahvesi” yer alıyor. Bu kahvenin yeşiller içinde bir avlusu var. İşte meşhur “Haytalı” orada yeniliyor. Gül şurubu ile dondurma ve muhallebi kompozisyonundan oluşan bu lezzetli yiyeceğe “Bici Bici” de deniliyor. Bu yiyeceğin ana malzemesi kar veya öğütülmüş buz ile nişastadan yapılan muhallebidir. Tercihe göre limonata veya vişne şurubu dökülüyor üzerine. Renginin sarı veya kırmızı olması şuruba bağlı.
Adana’dan başlayarak buraya ve Mersin’e kadar uzanan Bici Bici’nin Aydın’ın “Kar Helvası”ndan farkı işte bu muhallebidir. Özellikle yaz günlerinde alışkanlık yapan bir serinleticidir bu lezzet. Oğlum da çarşıya uğradıkça mutlaka ister. Merkezdeki seyyar büfecilerden birine uğrarız. Bir yaz serinliği bağışlar bize. Doğal malzemelerle yapıldığı takdirde zengin işidir.
Bir Dernek
Bu caddenin sağında, aramotik bitkiler müzesinin karşı çaprazındaki arada “AKADİM” tabelası göze çarpar. Eski bir Antakya evi olan bu dernek, bizim ‘Antakya Kültürlerarası Diyalog Derneği’nden başkası değildir. Burası aynı zamanda bir edebiyat mekânı olarak da işlev görür. Genelde pazar günleri, mutlaka kahvaltı etrafında buluşup şiir ve yazı okuruz. Yerelden ve şehir dışından şair ve yazarlar davet ettiğimiz de olur.
Heyetimiz bir aileye dönüştü çoktan. Yazar ve sanatçı dostlarım Ali Şanverdi, Emre Bey, Halis Bey, genç şairimiz Mehmet Bey ve sanatçımız Eyüp Bey çekirdek kadromuzu oluşturuyor. Bu ekiple, üç aylık periyotlarla “Bamteli” edebiyat dergisini çıkardık. Galiba on bir sayı kadar sürdü. Sponsorlar yardımıyla bastırıp ücretsiz dağıttık hep. Farklı bir tecrübeydi bizim için. Nice kimsenin ilk eserini yayımladık mesela. Her kesimden okurumuz oldu. Kalemimizi sıcak tuttuk. Şimdilerde kâh Habib-i Neccar Dağı’na tırmanarak kâh Karaksı zeytinliklerine yürüyerek zinde kalmayı sürdürüyoruz. Kırda kahvaltı, tadımlık manevi sohbet ve yazı eleştirisi olmazsa olmazımız.
Heyetimiz canlılığını koruyor. Ara sıra, derneğimizin ya da herhangi bir resmi kurumun davetiyle gelen yazar ve şairleri ağırladığımız da oluyor. Şehir turu, yöresel lezzetler ve Eyüp Bey’in saz ekibiyle yaşatılan ‘türkü akşamı’ son derece mutlu ediyor onları. Farklı zamanlarda pek çok misafirimiz geldi. Onlara derneğimizde sunduğumuz yöresel, mütevazı bir kahvaltı bile farklı bir mutluluk yaşatabiliyor. Ama şu var ki en güzel ikram tebessüm ve samimiyettir.
Türkmen Evi
Bitişik komşumuz, tarihi bir konak. Burası Hatay Esnaf ve Sanatkarlar Odası olarak hizmet veriyor. Tez çalışması sırasında öğrendim; meğerki bu konak, Hatay Cumhuriyeti Meclis Başkanı Abdülgani Türkmen’in eviymiş. Büyük bir masraf ile birkaç yıl boyunca sürmüş inşaatı. İçinde oturmak az kısmet olmuş ona. Hastalık sebebiyle vefat etmiş. Ailesi birkaç yıl otursa da sonra kimse kalmamış. Dünya böyle işte.
Caddenin Devamı
Bu konağın az ilerisinde tarihi “Sarimiye Cami” ile caminin hemen bitişiğinde Katolik Kilisesi yer alıyor. Peder Domenico Bertogli Bey ile de görüşüyoruz. İnançların yan yana hiç sırıtmadığı bir şehir burası. Bu cadde boyunca terzi, fırıncı, dişçi derken eski konaklar devam edip gidiyor. Bu bölgenin, tarihi güzelliğine kavuşması için yine de çok emek ve masraf gerektiğini söylemeliyim.
Dağın tam eteğine paralel uzanan bu cadde, askeri kışlaya kadar uzansa da, kışladan itibaren Sümerler Caddesi başlıyor. Ekseriyetle “Nusayri” vatandaşların oturduğu bu hoş cadde ise Harbiye’ye doğru yeşillenip gidiyor. Nusayri inanç önderleri Nasrettin Eskiocak Bey ve Ali Yeral Bey’le de irtibatımız iyi. Bayramlar ve çeşitli programlar vesilesiyle onlarla da görüşüyoruz.
Yeşil Harbiye
Aslında güzel bir sayfiye yeri olan bu beldede Şeyh Yusuf El Hekim’in türbesi bulunuyor. Kendisi tıbbi konularda bitkisel tedaviler uygulamış saygın bir hekimmiş. Türbeyi ilk görev yerimdeyken okul olarak ziyaret etmiştik. Ama doğal güzelliğiyle hayli cazip olan bu belde özellikle yemek turizmiyle ün yapmış.
Dağdan getirilen o nefis buz gibi suyla yapay şelaleler ve havuzlar oluşturulmuş. Bir kısmı balık restoranı olmak üzere lokantalarıyla meşhur. Buradaki yemekler ve kahvaltılık çeşitleri tam bir Hatay şölenidir. Öyle sanıyorum dünyada eşi yoktur. Farklı yerlerden gelen misafirler için benim de gitmişliğim ve o lezzetleri tatmışlığım vardır. Bu yöresel tatlar sıcak pideyle öyle lezzetli olur ki ana yemeği unutur insan.
Harbiye, kendisine tam alternatif olan Kuzeytepe lokantaları tanınınca ve başta “Karaca Çay Bahçesi” olmak üzere, Karaksı’daki içkisiz kahvaltı bahçeleri açılınca hayli müşteri kaybetti. Ama asıl büyük sıkıntı, üst üste yaşanan iki sel felaketi oldu. İşte bu felaket sonrası neredeyse cazibesini yitirmiş vaziyette.
Bir Yüce Köy: Bezge
Harbiye yokuşu, Şeyh Ahmet Kuseyrî hazretlerinin medfun olduğu Şenköy’e ve Yayladağı’na çıkar. Bu ilçe, okumuş insanları ve imamlarıyla bilinir daha çok. Bundan dolayı “Kutsal Topraklar” latifesine konu olur sık sık. İşte bu ilçenin “Bezge” isimli meşhur bir köyü vardır ki Maraş’ın mini ilçesi “Andırın” ile birlikte ülkemizde lobisi en güçlü köydür. Bu köyden çıkan okumuşlar, ilçelerini ve köylerini o derece ön plana çıkarırlar ki bu durum espri konusu olmaktan kurtulamaz. Öyle ki, “Türkiye, Bezge’nin kuzeyindedir,” “Kutsal Bezge Cumhuriyeti” gibi yakıştırmalar havada uçar. Bu ilçe ve köyden çokça arkadaşım vardır.
Karaksı (Karlısu) Bahçeleri
Rakımı şehirden yüksek ve yeşili bol olan bu çam kokulu belde, eşimin de köyü aynı zamanda. 2013’teki o büyük yangın olmasaydı yemyeşil, çam kokulu bir denizdi. Mavi gökle birleşip nazar boncuğu gibi gülümserdi. Şimdi bir hoyratlıktır çöktü üstüne.
Ama yine de, havasından mı yoksa tertemiz suyu ve toprağından mı bilmiyorum, bu beldenin sebze ve meyveleri son derece lezzetlidir. Allah’tan, çay bahçeleri önünde envai çeşit köy ürünü bulunuyor da gelen müşteriler eli boş dönmüyor buradan. Müsait oldukça her hafta sonu geliyoruz biz de.
İşte, kahvaltı bahçeleri, birbirinden güzel lezzetleriyle, önlerinde satılan sebze ve meyveleriyle, nar ekşisinden pekmeze, sumaktan pul bibere, baş biber “kleyde”sinden yeşil zeytine kadar bir çok köy ürünüyle farklı illerden de ziyaretçi çekmeyi sürdürüyor. Duyanlar ve tadanlar birbirine anlatarak bir çekim oluşturuyor hâliyle. Sektör hayli canlı. Hizmetler şimdilik profesyonel olmasa da ilerde o da olacaktır diye ümit ediyorum.
Karlısu’yu ziyaret yeri kılan bir başka sebep daha var. O da, ömrünü eğitime ve ülke huzuruna adayan rahmetli Mehmet Özyurt’un mezarı. Özellikle aynı yolda yürüyen fedakar eğitimciler ve hizmet gönüllüleri onu ziyaret ederek hatırasını canlı tutuyorlar. Kendisi buralı. Akrabaları, kasabanın kalabalık ailelerinden. Mezarlığın hemen yakınında adını taşıyan bir misafirhane bile mevcut.
Uzun Çarşı: Şehrin Candamarı
Hem yakın hem de doğal bir cazibe merkezi olduğundan, genelde Habib-i Neccar’dan hemen sonra Uzun Çarşı’ya geçilir. Bu tarihi çarşı, şehrin candamarıdır. Yiyecek ve giyecek dükkânlarının her türünden, fırıncı, sahaf, berber ve kuyumculara kadar ne ararsan bulunabilecek bir yerdir burası. Aktarlar, çerezci ve çökelekçiler benim favorimdir.
Aktarlar, her yerde olduğu gibi burada da çeşit çeşit baharat ve otlarla hem bir görsel zenginlik hem de doğal şifa sergileridir. Çökelekçilerde ise birbirinden renkli yiyeceklerle birlikte başka illerde kolay rastlanmayan iki ürün bulunur: “Sürk çökeleği” ve “Cara çökeleği.” Her biri ayrı bir anlatı gerektiren bu nimetler de asırların birikimidir. Bundan dolayı, buraya gelip de bir gözlemci gibi dolaşmak mümkün değildir. Çünkü bir şey mutlaka ilginizi celbeder ve sizi müşteri pozisyonuna çekiverir.
Biri diğerinin lazımı olan her bir işyeri, esnaf için altın bilezikten farksızdır. Farksızdır çünkü sıcak para, bankalarda bile bunca sık el değiştirmez. İşte, her daim hareketli olan bu antik “AVM,” özellikle bayram önceleri tam bir ana baba gününe döner; “iğne atsan yere düşmez.”
Bayramlar haricinde bir de okul açılış günlerinde böyle bir izdiham yaşanır. Gerek Kunduracılar Çarşısı gerekse Saka Hamamı ve Halep Çarşısı sokakları bir insana değmeden yürümenin mümkün olmadığı günler yaşar. Bu günler esnafın en telaşlı en saadetli günleridir.
Tıpkı İstanbul, Antep ve Mardin’de olduğu gibi burada da kahve, kavrulmuş çerez ve baharat kokusu, envai çeşit kokuyla karışarak çarşı pazar gezenlere tam bir yaşama sevinci olur. Bir ucu Şam’a, Kahire’ye ve Marakeş’e, bir başka ucu da Bağdat, Yemen ve Kalküta’ya uzanan bu enfes atmosfer, rengiyle, deseniyle çağlar ötesinin mirasını taşır.
İşte bu tarihi çarşıların cazibesinden kendini kurtarıp eski Antakya sokaklarına karışan biri, tarihi konakların ve mütevazı evlerin arasında dolaşırken hüzünlü bir “Feyruz” şarkısıyla ya da bir Antakya türküsüyle başbaşa kalabilir: “Altın tasta gül kuruttum aman Alim. Yâri sinemde uyuttum Alim. Yâr söyledi ben unuttum aman Alim. Gönül efendimi buldum Alim. Saçı Leyla’ya vuruldum.”
Kurşunlu Han
Payas’taki “Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi”nden sonra hacıların Anadolu’da konakladığı son durak olan bu hanın, üst katı marangozların, alt katı da kumaşçı ve perdecilerin yeri olarak hizmet veriyor. İki kapılı hanın kunduracılar tarafında çömlekçi, diğer tarafında da çaycı bulunuyor. Uzun zamandır bu çaycının müşterisiyim ben. Burayı bir dünya tasavvur edecek olursak, bir kapısında pişmiş topraktan eşyaların, bir kapısında da çayın olması metaforik bir konudur aslında.
Bir de bu hanın içinde küçük bir mescit var. Bu mescit, ben bu şehre geldiğimde örülmüş bir duvarla kapalıydı. Sonradan ibadete açıldı. İşte, küçük dükkânlarıyla ve iki dal ağacı, bir dal asmasıyla sakin bu avlu, kenara çekilip dinlenmek ve kitap okumak için ideal bir huzur alanıdır. Benim bekarken keşfettiğim ve katıklı ekmekle birlikte çay yudumladığım bu yer, arkadaşlarla buluşma noktası olduktan sonra sakinliğini yitirdi. Fark eden, bir daha bırakmadı. Fena da olmadı aslında.
Ulu Cami
Bu şehrin külahlı minareleri ve tabiri caizse butik camileri dikkat çekicidir. Ama böyle olmadığı halde dikkat çeken bir mabedi daha vardır ki o “Ulu Cami”dir. Memlûklerden kalma bu cami, komple taştan ve çapraz tonozlu bir şekilde inşa edilmiş. İçi ferah, serin ve enlemesine uzun bir yapıdır. Çarşıdayken namaz vakti girince ya da bir koridor olarak avlusundan geçince nimettir.
Bahçesinde şadırvan ve sıra sıra turunçlar dikkat çeker. Turunçların iki başında birer serin servi boy verir. Bu avluya adım attıktan sonra ferahlık açıkça hissedilir. Bir huzur alanıdır burası. Minare ana yapıdan ayrıdır ve avluyu sanki bir duvar şeklinde çevreleyen küçük dükkânların başında durur. Dükkânlara gelince, bunların cümlesi, caminin vakfiyeleri olsa gerek.
Köprübaşı ve Meclis
Bu meydan, şehrin ana merkezidir. Hatay Meclis binası olarak da hizmet veren tarihi “Gündüz Sineması,” Hatay Müzesi, tarihi Ziraat Bankası binası, eski belediye, tarihi PTT binası burayı çepeçevre kuşatır. PTT’nin arkası da “Cebrail Tepesi” olarak bilinir. Bu şehir defalarca deprem yaşamış. Hazreti Cebrail, şehri batırmaya geldiğinde buraya inmiş diyorlar.
Postane ile eski belediye arasındaki yol, Cemil Meriç’in ve şehrin tanınmış pek çok simasının okuduğu Antakya Lisesi’ne çıkar. Fransız yönetimi zamanında yapılmış bu bina, tam tepeden bakınca “E” harfi şeklinde inşa edilmiş. “Ekol”ün baş harfi yani. Özellikle, dostum Emre Bey vesilesiyle böyle bir okula imza günü ve söyleşilere davet edildiğim için şanslıyım. Şiir akşamı, tiyatro ve çeşitli sergilerle edebiyat ve sanat dostu bir okul burası.
Tarihi Roma Köprüsü
Bu meydan ile Ulu Cami’yi birbirine bağlayan yerde, yani şimdiki Ata Köprüsü’nün yerinde, yakın zamana kadar, tarihi Roma köprüsü bulunuyormuş. Eski fotoğraflarda da görülen bu iki bin yıllık köprü, Amik gölü kurutulurken yıkılmış. Nehirse, yatağı derinleştiğinden dolayı büyük bir kanala dönüşmüş durumda.
Hâlbuki herhangi bir tarihi değer bütün bir insanlığa aittir. Başka coğrafyalardan insanları çeker. Tanışmaya ve kaynaşmaya vesile olur. Gelen kişilerle dostluk kurulur. Hiçbir şey anlatmaya gerek kalmadan pek çok şey söylenebilir. Mesela, bir turistin, şehirde dolaşırken dinleyeceği bir ezan ile neler değişir bilemeyiz. Bundandır ki böylesi kayıplar, göründüğünden daha büyük kayıplardır aslında.
Saray Caddesi
Bu cadde, birkaç yıl önce trafiğe kapatıldı. Ortodoks kilisesi, kiliseye ait dükkânlar ve pek çok özel işyeri sıralanıyor burada. Alışveriş merkezleri açılmadan önce şehrin en gözde yerlerindendi. Şimdi lokanta ve dönerciler işlek olsa da sair mağazaların eski cazibesi kalmadı.
Bu kilisenin ve dükkânların tarihi bir hikâyesi var. Biz de sonradan, tevafuken öğrendik. Meğerki Sultan I. Abdülhamit Han, buraları bir deprem sonrası yeniden inşa ettirip dükkânları da vakfiye olarak bağışlamış. Kilise görevlileri de bu ilgiye vefa gösterip giriş kapısının alınlığına Osmanlıca bir teşekkür yazısı koymuşlar. Güzel bir örnek bu.
Caddenin ikiye ayrıldığı yerin sağ tarafında Antik Beyazıt Otel var. Burası 1935 yazında, Mehmet Akif’in misafir kaldığı “Bereketzâde” konağıymış. Merhum, hasta olarak Mısır’dan döndüğünde saygı ve hürmetle ağırlanmış burada. Hemen yanında “Ata Koleji” bulunuyor. Yine bir konak olan bu bina da Bereketzâdelerin. Sokağın sonunda ise tarihi Valilik binası vardır ki Hatay Devleti cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık konutu olarak hizmet vermiş. Tarih denilen şey ilginç gerçekten.
Büyük Park
Şehirde nefeslenecek en ferah yer burasıdır dersem isabet olur. Fransızların da peyzajına katkıda bulunduğu bu parkta Amanoslar’da yaşayan karacalardan tutun da, sülün, tavus, kuğu, ördek, kaz ve tavşana kadar birçok canlı besleniyor. Hafta sonları uğruyoruz mutlaka. En çok çocuklar mutlu oluyorlar buna. Bizimkiler “Kuşlu Park” diyorlar. Kâğıt helva, pamuk şeker ve dondurma ekstra hizmet. Oyun alanları cıvıl cıvıl. Çocuklar gelmesin de ne yapsın.
Bu parkta, bir nizam dizilmiş servilerin arasında yürürken, insan, büyük bir törenin içinden geçiyormuş hissine kapılıyor. Bundandır ki ne zaman burada veya Akevler üçüncü ve dördüncü sokakta yürüsem çok hoşuma gider. Akşam veya günün herhangi bir vakti ailecek çimlerin üzerinde ya da piknik masalarında bir şeyler yiyip içmek de güzel olur. Asi Nehri’ne komşu, bakımlı ve güzel bir bahçe burası.
Vali Göbeği
Şehrin ikinci büyük yeşil alanı olan Vali Ürgen Parkı, bizim çocukların dilinde “Atlı karıncalı park”a dönüştü. Yetişkinler ise, dönel kavşaktan dolayı “Vali Göbeği” diyorlar. Halkın buluşma ve çay içme noktalarındandır burası. Her mekânda olduğu gibi buranın da müdavimleri vardır. Tavla, çay, kahve ve nargileciler abonedir.
Çevresinde çerezci, kestane kebapçı, mısırcı, dondurmacı eksik olmaz. Bu seyyar tezgahlar şehre farklı bir yerel doku kazandırır. Beş duyuya hitap eden böylesi hatıra mekânlarının olması iyidir aslında. Burada geçirilen bir vakit, içilen güzel bir kahve ya da demli çay, yenilen bir avuç kestane kebabı ve edilen hoşça bir sohbet, kiminle vakit geçirmişseniz o şekilde tatlı bir anı olarak kalır, unutulmaz sanırım.
Hasan Çağlayan
Eylül 2015 Antakya