Yusuf Ünal

Avustralya’nın İlk Müslümanlarına, Sumrulara ve Savruluşlara Dair / (Kanada Günlükleri 5 )

Okuma süresi: 4 dakika

3 Şubat Cumartesi,

Eh madem söz vermiştim, şu Avustralya’nın develerini anlatayım sana sevgili günlük. Dün anlattığım gibi, söz onlara kargalardan sekti. Hani Tanzanya’nın gürültücü kargalarından. İngiltere’den oraya cebren götürülen ve şimdilerde bütün bir ülkeyi adeta sesleriyle işgal eden kargalardan. Sadece kargalar değilmiş,

 insanlar eliyle göçe zorlanmaktan develer de nasibini almış. İlginçtir her ikisinde de İngiliz parmağı var.

Efendim malumunuz Avustralya’yı evvela Portekizler sahiplenmiş, 1600’lü yıllar. Daha sonra İspanyollar, Hollandalılar derken en son İngilizler el atmış. Kıtanın iç kesimleri madenler açısından oldukça zengin. Gelgelelim oralara ulaşmak ve çıkardıkları madenleri limanlara götürmek güç. Bu güçlüğü aşmak için İngilizler sömürge tecrübelerinden yararlanıyorlar ve Asya ve Ortadoğu sömürgelerinde mebzul miktardaki develeri akıl ediyorlar.

Develerin en dayanıklıları Afganistan sahasında. Oradan birer ikişer deve götürüp taşıma işlerinde kullanmaya başlıyorlar. İstedikleri verimi almaya başlayınca 1860’tan sonra sürüler halinde deve götürmeye başlıyorlar Avustralya’ya. Kıtanın iç kesimlerine ulaşacak demir yolları yapılıncaya kadar taşıma işlerini develere gördürüyorlar. Hatta demiryollarının inşası için gereken malzemeleri de develere taşıtıyorlar. Nihayet tren işlemeye başlayınca bu zoraki göçmen hayvanları birer ikişer ıskartaya ayırıyor, ayırdıkları hayvanları da doğaya bırakıyorlar. Ama bilirsiniz, evrende hiçbir şey bıraktığın yerde durmaz. Her şey değişir ve dönüşür. Develer de kolayca yeni şartlara adapte oluyor, kendi topluluklarını kuruyor ve sürüler halinde Avustralya’nın geniş arazilerinde hayat sürmeye başlıyorlar. Gün geçtikçe sayıları artıyor. Avustralyalılar onlardan yararlanmayı bilmiyor veya etini-sütünü sevmiyorlar. O yüzden yük taşımacılığının dışında özel bir anlamları yok onlara göre.

Develer çoğaldıkça su kaynaklarını daha çok kullanmaya, yerleşim yerlerine dadanmaya, doğadaki diğer hayvanların hayatlarını tehdit etmeye başlıyorlar. Tabiattaki doğal denge alarm zilleri çalmaya başlıyor. Bunun üzerine Avustralyalı yetkililer develeri topluca öldürmeye karar veriyor. Sonrasını haberlerde seyretmişizdir, deve sürüleri helikopterlerden avlandı. Artık onlar Avurtralya’da istenmiyor…

Afganistan’dan getirilen develer Melbourne limanında gemilerden indiriliyor.

Ben size başka ilginç bir şey söyleyecektim aslında. Avustralya’daki ilk Müslüman toplulukla bu develerin birebir ilişkisi var! Şimdi bu develer dünyanın dibine götürülünce onların dilinden anlayacak, onlardan yüksek seviyede istifade edecek bakıcılara yani çobanlara ihtiyaç vardı. Develerle birlikte Afgan deve çobanları da götürülüyor. İlkinin adı Keşmirli Dost Muhammed. Sonra başkaları da gidiyor ve yedinci kıtanın ilk Müslüman topluluğunun temelleri böylece atılıyor. Bulundukları her yerde bir mescit açmaya gayret ediyorlar. Afgan Müslümanlardan bazılarının Avustralya yerlileriyle yaptıkları evlilikler vesileyle Aborjinler arasında da İslâmiyet’i benimseyenler çıkıyor. Müslümanlık, yedinci kıtaya develerin eliyle gitmiş anlayacağımız. Rabbim istersesular büklüm büklüm burulur

Afgan deve çobanlarından iki tanesinin ilginç hikâyesi 2018 yılında bir filme de konu oldu. Türk İşi Dondurma. Filme göre Osmanlı’ya karşı savaşmak için Avustralya’dan asker toplanmaya başlanır. Avustralya’da yaşayan iki Türk genci de asker sevkiyatını durdurmak için mücadeleye girişir ve bir yere kadar başarılı olurlar. Filme dikkatimi kıymetli Semih Yılmaz çekti. Uzun yıllardır Avustralya’da yaşıyor ve sinema yazıları da yazıyor. Söylediğine göre filmde Türk genci olarak anlatılan kişiler gerçekte Afgan deve çobanlarındanmış. Osmanlı seferberlik edince onlar da halifenin emrine uymak için seferberliğe iştirak etmiş olmalılar.

Dünyanın düzeni böyle işte, bir taşı yerinden oynattığında zincirleme etkileşimler oluyor, domino taşları gibi. Avustralya’daki maden ocakları Afganistan’daki develerin ve çobanların hayatını etkiliyor. Ne demişti rahmetli Kemal Ural: Küçük Şey Yoktur!

Avustralya’nın ilk camisi Adelaide Merkez Camii.

7 Şubat Çarşamba,

Kargalardan söz ettiğim günlüğümü okuyan hemen herkesin kargalarla ilgili söyleyecek bir şeyi varmış. Erzurumlu bir arkadaş köylerinde karga öldürmenin sevap kabul edildiğini anlattı. Ellerinde sapan, kavakların tepesinden karga kovalarlarmış çocukken. Büyükleri de onları teşvik edermiş. Güya Kerbela’da Hz. Hüseyin’in ve ehl-i beytin mübarek cesetlerine dadanmış kargalar. Tamam bizim orada da kargalara bayılmazlar ama itlaf etme seferberliği de yoktu. İtlaf etmek ne kelime, kimilerine göre bizim “gaak, gaak, gaak” diye duyup kulak tıkadığımız sesler aslında “Haak, Haak, Haak” demekmiş. Sadece karganın gak demesi değil; leyleğin lak, ördeğin vak demesi de Hak demekmiş.

Doğrusu ben bu yorumu kabul edebilirim. Ses benzerliklerini bir tarafa bıraksam bile benim itikadıma göre her mahlûk kendi lisanınca Hakk’ı anar. Pekâla karganın anışı da gak diyerek olabilir. Kedinin mırmırını, güvercinin gurgurunu zikir kabul ediyorsak karganınkini neden etmeyelim…

Bir arkadaş, Türkmenistan’lı şair  Gurbannazar Ezizov’ın kargaları da anlattığı Kar şiirini paylaştı. Hiç duymamıştım, çok iyiymiş: “Konar kara kargalar,/ Kara kargalar./ Gerçekten de, kararır/ Kar! Kar! Kar!”

Yazıma tek tük okuyucu yorumları geldi sonra. Birisi Poe’nin Kuzgun şiirine ve o şiiri anlattığı yazısına dikkatimi çekti. Kanada’da görüp martı sandığımız kuşların martı değil sumru olabileceğini söyledi. Fotoğraflara bakınca bizim tepemizde uçuşanların sumru olduğuna kanaat getirdim. Bir müddet sumrular arasında gezindim. Ne çok çeşidi varmış mübareğin. Gülen sumru, Hazar sumrusu, bıyıklı sumru, ak kanatlı sumru…

Kuşların, ağaçların ve çiçeklerin isimlerini öğrenmeye, onları ayırt edebilmeye bayılıyorum. Sınıfımdaki öğrencilerime isimleriyle hitap ediyormuş gibi hissediyorum kendimi. Ad vermek sahiplenmektir, adını bilmek tanımanın ilk basamağı… Şimdi bir müddet başım havada gezeceğim, kara kargaları ve ak kanatlı sumruları gözleyerek.

8 Şubat Perşembe,

Dostlar meclisinde şiirden söz ediyorduk. “Şiir savrulmadır.” dedi birisi. Savrulma ilk bakışta dengesini kaybetmek, çizgiden çıkmak gibi anlaşılıyor. Vakıa şiir için bunlar söz konusudur. Ancak şiirdeki savrulma harmanın yabayla savruluşu gibi bir savrulmadır. Sapla samanı böyle ayırır çiftçiler. Sözün çeri çöpü de şiirler ayıklanır.

Birkaç gün kafamda şiir ve yaba imgesiyle gezdim. Sırtını rüzgâra vermiş bir çiftçi, yabasını harmana daldırıp ekinleri ufak ufak yele veriyor. Samanlar yele kapılıp uçuşuyor ve az ileride yere düşüyor. Danelerse çiftçinin ayakuçlarında birikiyor…

 İrfan Arslan’ın bugün Geceze’de yayımlanan günlüğünü okuyunca bu savrulma imgesinin şiirden çok günlüğe yakıştığını düşündüm. Tam bir savruluştu okuduğum. Hem yaptığı salınımlarla hem çeri çöpü savurup daneleri ayıklayışıyla bir savruluş. Şimdi düşünüyorum da aslında deneme türü için de elverişli bir imge savruluş. Belki de tanımı genelleyip edebiyat savrulmadır demeliyiz. Yazmaksa savurmadan başka nedir ki…

İrfan Arslan günlükten söz ederken “ucu kıvrılmış günler” diyor. Bu imge de çok hoşuma gitti. Günlerin ucunu kıvırmaktan başka nedir ki günlük yazmak…

One thought on “Avustralya’nın İlk Müslümanlarına, Sumrulara ve Savruluşlara Dair / (Kanada Günlükleri 5 )

  • Cihangir

    Kelebek etkisi ya da “maden etkisi” bir nevi.
    Günümüz kapitalist dünya düzeninin, İngilizcenin dünya dili olmasının temelinin büyük ölçüde “East India Company”e dayanması gibi.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.