Kendime Dair Bazı Düşünceler
(Kanada Günlükleri / 9)
8 Mart Cuma,
Ramazan geliyor, bir kere daha, çok şükür… Hutbeyi veren imam arkadaş güzel bir hatırlatma yaptı. Birbirimizle helalleşelim, dargın olduğumuz kişiler varsa barışalım dedi. Düşündüm, yer yer kırdığım ve kırıldığım insanlar oluyor ama aramızdaki ilişkiyi dargınlık olarak ifade edeceğim kimseye rastlamadım. Vakıa pek hoşlanmadığım kişiler var, benden hoşlanmayanlar da şüphesiz. Ancak nefret ettiğim, dargın olduğum veya benden nefret eden, bana dargın olan kimse varsa da benim haberim yok.
Peki neden kimseyi darıltmıyorum? Herkese mavi boncuk dağıtan, kimsenin tavuğuna kış demeyen biriyim de ondan mı? Yoksa kimseyi yargılamıyor, her düşünceye saygı mı duyuyorum? Pek öyle olduğum söylenemez. Hatta kendimi tanımlamam gerekse patavatsız yahut sivri dilli diye tanımlayabilirim. Ama yine de çevresini çokça darıltan biri olduğum söylenemez.
Cevabın bir kısmını Hasan Çağlayan’nın bir tespitinde buldum. “Sen gördüğüm en açık sözlü kişisin.” diyor bana. İçten pazarlıklı olmadığımı, ilm-i siyaset gütmediğimi söylemek istiyor sanırım. İçten pazarlıklı sayılmam ama ilm-i siyaset güttüğümü söyleyebilirim. Bazen ilm-i siyaset gütmemek, açık olmak en etkili ilm-i siyasettir zira.
Bir de şu var; birini darılttığımı hissedersem öyle bırakamam ben. Bir şekilde onunla halleşmem ve helalleşmem gerekir. Bunun için ya meselenin üzerine üzerine gider, konuşarak çözmeye çalışırım ya da kuzu kuzu alttan alır özür dilerim. Çevremdeki herkes beni böyle görmüyor olabilir ama benim kendim hakkımdaki görüşüm bu şekilde. Diyaloğa açık, uzlaşmacı ve hatasını telafi etmeye hazır biri olduğumu düşünüyorum. Kimseyle küs, dargın veya kavgalı olmayışım da bunun sağlamasını yapıyor galiba. Gerçi tartışmaya çok yatkınım, hemen her şeye îtiraz edecek bir tıynete sahibim. Üstelik işler sarpa sarınca ısrarcı olurum, hele karşımdakinin bir açığını yakalamışsam, hırsızı evine kadar kovalarım. Ama tartıştığım kimselere düşman olmam, hatta büyük dostlukların büyük anlaşmazlıklar sonunda başlayabileceğine inanırım.
Aslında tuhaftır, alıngan biri sayılırım, kolayca incinebilirim. Fakat incindim diye topumu alıp gitmem ben, darılıp kenara çekilmem. Bir yandan Alvarlı Efe Hazretlerinin, “Âşık der inci tenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş. / İncinen incitenden.” dizeleriyle yarama üfler, öte yandan beni incitene incindiğimi yekten söylerim. Söyleyince üstüme bir rahatlama gelir, bazen de karşı taraf gönlümü alır, yaşananlar geçip gider.
Bilirsiniz, kendini doğru ifade etmek de sağlıklı iletişimin olmazsa olmazı. Zaten yukarıda söylediklerim bu başlıkta toplanabilir. Kendini ifade edebilmek çift yönlü çalışan bir mekanizma. Hem doğru anlaşılmanı sağlar hem de içinde karşı tarafa öfke birikmez. Söyleyeceğini söylemiş ve rahatlamış olursun. İletişim kazalarının çoğu kişinin kendisini yeterince ifade edemediği yahut yanlış ifade ettiği durumlarda ortaya çıkar. Çevremden bu mevzuda yer yer değerlendirmeler alırım. Neymiş; akı kara, karayı ak gösterebilirmişim edebiyat yaparak. İstersem milleti suya götürür susuz getirirmişim ama istemezmişim. Gelgelelim hep övgü makamında söylenmez bu sözler. Kimileri de cerbeze hatta mugalata yaptığımı ileri sürer. Ama her iki durum da ifade meselesine varıp dayanır sonuçta.
Bu dediklerim insanların bana neden darılmadıklarını izah edebilir amma benim neden kimseye dargın olmadığımı izah etmez. Bu neden böyledir derseniz, bazı tahminler yürütebilirim. Evvela çok roman okumanın bir kazanımı diyebilirim. İnsanları anlayabildiğinizi sanıyorsunuz o zaman, sözlerinin ve davranışlarının ana maksatlarını çözdüğünüzde olayları kişiselleştirmiyorsunuz. Anlayabildiğiniz zaman affedebiliyorsunuz da. Çoğu kere hak vermediğiniz halde üstelik. Muhatabınızı yanlış anlasanız bile, anladığınızı düşünmek ona müsamahalı bakmanın kapılarını açıyor. Romanlar karakter zenginlikleri ve psikolojik çözümlemeleriyle o kapıları gösteriyor.
Yukarıdaki paragrafı bir coşkuyla yazdıktan sonra düşündüm de, ben çok roman okumadan önce de aşağı yukarı böyle biriydim. Çocukken de pek kimseye küsmez, kimseyle dargın olmazdım. Şu halde bendeki bu durum çok roman okumamla alâkalı görünmüyor. Romanlar belki bendeki bu yetiyi, o her neyse artık, geliştirmiş ve pekiştirmiştir ama başlatmadığı ortada. Demek biraz kişilik meselesi, imtihanın kolay soruları benim için.
Oh ne güzel, nefsimi temize çıkardım değil mi! Ben neymişim be abi…
Kazın ayağı hiç de öyle değil vallahi. Kendimi sigaya çektiğimde sivri dilli olduğumun, kabalık yaptığımın, düşüncesizlik ettiğimin, kalp kırdığımın farkındayım. Beni utandıran bir sürü örnek geliyor gözümün önüne. Kimse bana dargın değil demiştim ya, doğru değil. Yalan söylemedim, derince düşününce aklıma bir arkadaşım geldi, basbayağı adam dargın bana, arayıp sormuyor. Ben ona dargın değilim, ama benim de pek görüşesim yok kendisiyle başka mesele. Muhtemelen başkaları da vardır böyle, biraz daha kazı yapsam onlar da sökün eder. Ailemle yaşadığım bazı anları anımsıyorum da yerin dibine geçeceğim oluyor. Evet, maalesef; işin doğrusu bu. Sizi aldatsam da kendimi kandıramam. Hanım boşuna dışı seni yakar içi beni demiyor kızdığında. Hatta dışarıdan birisi beni takdir ettiğinde “el iyisi” dediği bile oluyor. Tamam o kadarına hak vermiyorum ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz sözü aklıma geliveriyor.
Ne güzel kendimi aklayıp paklayıp, biraz da pohpohlayıp alacaklılar helalleşsin, dargınlar barışsın diye sosyal mesajımı verip bitirecektim yazıyı. Olayın geldiği yere bakın… Bu yerde desem desem şunu derim artık: “Belâ dildendir ol dildâr elinden dâdımız yoktur / Gönüldendir şikâyet kimseden feryâdımız yoktur.”
Neyse, Allah’tan önümüz Ramazan. Şimdi müsaade edin de dilimi törpülemeye, sözlerimi inceltmeye gideyim ben, kalbimi yumuşatmaya. Bir “gönül atölyesi”ne uğrayayım, bir dergâha yüz süreyim. Ya değilse Yunus Emre’min hatırlattığı şey Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor tepemde: “Bir kez gönül yıktın ise/ Bu kıldığın namaz değil/ Yetmiş iki millet dahi/ Elin yüzün yumaz değil.”
Yazımı bir türküyle bitireyim madem, buyurun: “Ah neyleyim gönül senin elinden.”: