Hasan Çağlayan

Kayseri Salkımsöğüt

Okuma süresi: 12 dakika

Vakit gece. Uykunun kollarında tükenen otobüs yolculuğunun son dakikaları. Geniş bir alanda geceyi süpüren ışık denizi, büyük şehre geldiğimizi gösteriyor. İlk dikkatimi çeken şey, dağ tarafından şehre doğru uzanan ışıkların bir lav akıntısına benzemesi.

Otobüsümüz otogarda karar kıldı. Sabah vakti girmiş olmalı. Sert bir soğuk, İç Anadolu’ya hoş geldin diyor. Kendimi hemen kapalı mekâna atıyorum. Dükkân vitrinleri sıra sıra pastırma ve sucuklarla süslenmiş. Dükkânların önündeki pet şişeler berrak kırmızı bir içecekle dolu; ne olduğunu öğrenmesem olmaz. Gidip bakıyorum; gilâburu yazıyor. İsmi ve cismiyle tanıdık gelen bu meyveden içecek yapıldığını bilmiyordum. Bir meraktır alıyor içimi. Acaba tadı nasıl, şifası ne?

Otogarda mescit ararken dostum şair Ahmet Doğru çıkageliyor. 21 Mart “Dünya Şiir Günü” vesilesiyle Özel Kılıçaslan Liseleri’nin davetlisiyiz. Vazifemizi yerine getirince boş banklardan birine oturmak için yürüyoruz. Karşıdan gelen biri bana ismimle hitap edince karşılamaya geldiğini anlıyorum. Afişlerden tanıdı sanırım.

Tanışıyoruz. Hamdi Gülen diyor. Hoşsohbet biri, hemen kaynaşıyoruz. Dünyanın her yerinde, ilk defa karşılaştığımız halde bu kadar ortak noktamız olan ve karşılıksız, çıkarsız sevdiğimiz ne çok kardeşimiz var. Elhamdülillah. Bir müddet sohbet ediyoruz. Şair Yaşar Beçene kardeşim gelecek. Sonra da ev sahibine teslim olacağız. Artık, kısmette ne varsa onu görüp onu yaşayacağız. Şu kadarını söyleyeyim, bir şehre davette en güzel kısmet, o şehrin tarihi dokusuna karışabilmektir.

Kadim Ticaret Şehri

Üçüncü misafirin gelişiyle harekete geçiyoruz. Hava gerçekten soğuk. Güneyde kış vekâleten yaşanır. Buralarda aslını görüyoruz. Yirmi yaşına kadar Konya kışlarını yaşayan biri olarak memleket havası buluyorum birden. Ama İç Anadolu’nun bendeki karşılığı daha çok hüzün.

Hamdi Bey, “Bir çorba içip biraz gezelim. Daha sonra kahvaltıya geçeriz.” diyor. Hayır deme lüksümüz yok. Bu soğukta çay çorba şifadır. Kadim ticaret şehrinin merkezine doğru ilerliyoruz. Ta, Asurlu tüccarların izlerini barındıran Kayseri, ticari potansiyeliyle çoktan nam salmış. Fedakâr Anadolu Kaplanlarını barındırıyor şimdi. İlginç bir söz hatırlıyorum birden, “Kayseri’de kafası çalışanlar tüccar olur, çalışmayanlarsa okur.” Yani Kayseri’nin zekâ alt düzeyini ‘okuyanlar’ oluşturur diyor bu söz. Kasım kasım kasılmak için başka söze ne hacet. Ne diyelim, Allah arttırsın.

Her Yer Tarih Kokuyor

Şehir meydanına vardığımızda rehberimiz güzel bir uygulamaya dikkatimizi çekiyor. Meydana bakan bina cepheleri kaplama yapılmış ve tabelalar sökülmüş. Gerçekten de gözü yormayan hoş bir imaj yakalanmış. Öteki şehirlerde de bir an evvel uygulansa iyi olur. Meydanda Sultan I. Alaeddin Keykubat’ın hayırseverliğiyle meşhur eşi Hunat (Huand: Bilge, büyük) Hatun Külliyesi ilk göze çarpan tarihi eser.

Geniş Sivas Caddesi şehri ikiye bölüyor. Cadde boyunca bir de tramvay yolu eklenmiş. Tramvay, bir modernlik havası veriyor muhakkak. Çorbacıda içimiz ısınınca eski çarşıları görelim düşüncesiyle hemen yola düşüyoruz. Kale civarına varınca aracımızdan inerek yürüyoruz. Camii Kebir, Vezir Hanı ve Urgancılar Çarşısı ilk durağımız oluyor. Ağırlıklı olarak Selçuklu izleri hâkim bu şehirde. Vaktimiz olsa da şu tarihi mekânlarda şöyle güzel bir muhabbet etseydik ne iyi olurdu.

Erciyes Görsel Şölen

Çevreye baka baka yürürken köpüren ağaçlarla karşılaşıyoruz. Baharın büyük coşkusunu onlardan seyretmek ne hoş. Aklımda kapalı çarşıyı ve baharatçıları görmek var. Bir şehrin kalbi eski çarşıların olduğu yerdir. Tarihi bir çarşıdan yoksunsa şayet, o şehir yetimdir.

Soğuğa rağmen dolaşsak da ne yazık ki açık dükkân görmek mümkün olmuyor. Hâlbuki bereket anlayışımız gereği Anadolu dükkânları sabah namazıyla açılırdı. Demek ki, halkta bir rahatlık başlamış ki erken kalkılmıyor. Bu durum, esnafın dükkân açmasını etkilemiş. Böyle olunca çarşının zerafetini görme fırsatı olmuyor. Sokak aralarından, yol boylarından ara ara Erciyes’i gözlüyorum. Fakat bulutlarla kaplı olduğu için görünmüyor. Her sabah böyle olup sonradan açılıyormuş.

Yanı başında dağ veya deniz olan iller gerçekten şanslıdır. Dağlar, insana yüce bir ufuk ve idealin remzi olurken, bir de sırtını yaslayacak sağlam bir dayanak hissi veriyor. Sonradan her dönemeçte karşımıza çıkacak olan Erciyes, gerçekten de zirve ideallerin remzi gibi. Bu serin sular kaynağı dağ, bembeyaz örtüsüyle heybetli mi heybetli. Anadolu’nun, sayısı onu ancak bulan büyük volkanlarından kendisi. Kışın görsel hazinesi, yazın serinlik vesilesi. Çevredeki bütün taş binaların da annesi. Ona selam olsun.

Kılıçaslan Liseleri’nde Şiirlendik

Aracımıza binip havaalanına yöneliyoruz. Yağmur dergisinin yeni editörü Yusuf Bey’i alıp okula geçeceğiz. Radyoda Veysel söylüyor: “İki kapılı bir handa/ Gidiyorum gündüz gece.” Öyle ya, hayat gitmekten ibaret. Bulvar boyunca top akasyalar ve salkımsöğütler dikkat çekiyor. Bu şehre salkımsöğüt çok yakışıyor. Çok beklemeden Yusuf Bey’i alarak okul yolunu tutuyoruz. Görelim daha kimler gelmiş buraya.

Özel Kılıçaslan Lisesi fakülteyi andırıyor. Arkadaşlar da aynı fikirde olmalılar ki burası bir üniversite gibi diyorlar. Vaktiyle temel yeri, bir mübarek zat tarafından bizzat adımlanarak gösterilmiş. Hatta kendisi, çevredeki arazinin tamamen satın alınmasını tavsiye etmiş. Fakat imkânlar ve yetinme hissi sebebiyle, gösterilen yerlerin tamamı alınamamış. Şimdi paha biçilmez oldu diyorlar.

İlginçtir, üniversite olması niyetiyle yapılmış okul. Belki ilerde gerçekleşir. Tahminlerimiz doğru çıktı yani. Binanın idarecileri güler yüzle karşılıyor bizi. Başarı belgeleri, kupa ve madalyalar bu okulların ortak fotoğrafı. Bu, gayet şık ve modern kurumda öğrencilerin ağırbaşlılığı gözden kaçmıyor.

Her ne kadar okulun davetlileri olsak da ev sahibimiz şair Hüseyin Say Bey olacak. Yanında üç şair arkadaşla birlikte geliyor. Hüseyin Kaya, Ziya Paşa Akyürek ve Bülent Gündoğan Beyler ile Yağmur’da yazan arkadaşların çoğu burada. İyi bir muhabbet olacağa benziyor. Bir araya gelme vesilemiz şiir. Şiir günü bugün.

Kılıçaslan Liseleri’nde yedi sekiz yıldan beri şiir konuşuluyormuş. Bugüne kadar Kayserili şairler davet edilse de, ilk defa il dışından şair çağırmışlar. Bu vesileyle biz de yeni insanlar tanıyıp yepyeni hatıralar edineceğiz.

Yelkenoğlu Kız Lisesi Beyazlar Ötesi

İyi planlanmış programın ilki Kılıçaslan Anadolu ve Fen Lisesinde bir panelle başladı. Ardından da sınıflarda söyleşiler gerçekleşti. Öğrencilerin dikkati ve soruları memnuniyet vericiydi. Cuma namazı sonrası güzel bir yemek yedik. Okul müdürü Ali Bey de bizi yalnız bırakmadı sağ olsun. İçimizde çoğalan güzel hislerle vedalaştık. Sağ olsunlar.

Programın ikinci faslı, Özel Yelkenoğlu Kız Lisesi’nde olacakmış. Vakit nakitten değerli, yola revan olduk. İki okul arası on beş kilometreymiş. Daha oturduğumuz yeri ısıtmamıştık ki aracımız arızalandı. Bir müddet ayaküstü lafladık. Neyse çok geçmeden başka bir araba gönderdiler.

Biz ilerledikçe, sanki az ötemizde duran Erciyes, dev bir kar heykeli  olarak bizden uzaklaşıyordu. Onu seyrede seyrede yolu tükettik. Asri mezarlığın yanından ilerlerken, ak mezartaşları, beyaz kaysı çiçekleri ve karlı Erciyes arasında hoş bir uyum fark ettim. Mezardaki mermerler ölümün müspet yüzünü, kaysı çiçekleri saflığı, Erciyes de bembeyaz gelinliğiyle iffeti çağrıştırıyordu. Bu hislerle Yelkenoğlu Kız Lisesi’ne geçtik.

Okulun spor alanları ve salonlarıyla gayet modern bir kompleks olduğunu gördük. Dahası, gittiğim onlarca ildekinden daha coşkulu söyleşi ortamıyla hakikaten çok özeldi. İdare, öğretmen ve öğrenci sıcaklığı unutulmazdı. Her iki liseyi de hatıra sayfamın özel bir yerine kaydettim.

Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ni Ziyaret

Okuldan muhabbetle ayrılıp Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin Türbesine doğru yola düştük. Sağda solda eski yapılar dikkat çekiyor. Onlar yüksek apartmanlar arasında nasıl da yapayalnız duruyorlar. Mescit büyüklüğündeki tarihi camiler minareleriyle son derece farklı burada. Lâle Cami bunlardan biri mesela. Kiliseden çevrilip çevrilmediğini sorunca hayır cevabını alıyorum. Fakat başta Yaman Dede Cami olmak üzere kiliseden çevrilenler de varmış.

Bir ara Gültepe Parkı’nı gösteriyor arkadaş. Gerçi aynı yükseklikte değil ama Konya Alâeddin Tepesi’ni düşündürüyor. İnsan zihni nasıl da şaşırtıcı, gezip gördüğü bir evrenle dolaşıyor sürekli. Etrafa baktıkça, geçmiş ve bugünün birbiriyle kesişip durduğunu fark ediyorum. Her dönemeçte karşımıza çıkan Erciyes bir ferahlık tablosu gibi kalbe sevinç veriyor. Dağ dediğin bu kadar güzel olur ancak.

Dağ, bağ, bahçe deyip etraftan kareler devşirirken Şehir Müzesi’ne geliyoruz. Yakında, asıl yerinden taşınarak yapılan Kalemkıran Cami bulunuyor. Kalemkıran önünde de namazgâh var. Tarihi Millet Hastanesi’nin mimarisi çok zarif ve hemen dibindeki güvercinlikse bir medeniyet işaretçisi. Tarihi mezarlık içerisinde bulunan Seyyid Burhaneddin Hazretleri Türbesi, bulunduğumuz yerin en ilgi gören noktası. Kendisi Mevlana Celaleddin Rumi’nin hocası imiş. Türbenin çevresini inanç turizmi vesilesiyle yeniden düzenlemişler. İyi de olmuş. Ruhu şad olsun.

Su İçmez Efendi ve İlginç Mezar Taşları

Fotoğraf çekerek sağı solu kolaçan ederken dostum Bülent Bey, “Ekibi beklersek geç kalırız; sana göstereceğim yerler var,” diyor. Türbenin ön tarafına doğru on, on beş metre ilerde “Su İçmez Efendi”nin kabrine uğruyoruz.

Rivayet o ki, Su İçmez Efendi, Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam’ı rüyasında görür ve mübarek ellerinden su içer. Sonrasında da içtiği sulardan tat almaz olur. Ve bir daha, ömrü boyunca su içmez. Kendisi, çok oruç tutan bir zat imiş. Bunun için de böyle denilmiş olabilir. Allahualem.

Dua ettikten sonra mezarlık içinde ilerliyoruz. Bakıyorum, serin serviler yerine sarı çamlar tercih edilmiş. Güzel de olmuş. Bülent Bey, yanı başımızdaki mezarlara çekiyor dikkatimi. Herhangi bir yazının veya tarihin görünmediği mezar taşları hayli dikkat çekici. Üstelik tek tip de değil. İslam öncesi döneme mi yoksa gayrimüslimlere mi ait, bilemedim. Taşların şekli farklılıkları ve üzerindeki motiflerin çeşitliliği ilmi araştırmalara konu olacak cinsten. Zamanında Türklerle beraber Rum, Ermeni ve sair milletlerin yaşadığı Kayseri, kültür çeşitliliği bakımından hayli zengin. Mezarlar da şahidi bunun.

Ahi Evran Zaviyesi ve Döner Kümbet

Mezarlıktan çıkmadan önce ağaçların arasından güzel bir Erciyes manzarası çekiyorum. Vakit akşama yaklaştığı için Ahi Evran Zaviyesine yetişmemiz biraz zor olacak. Yine de gidiyoruz; fakat görüyoruz ki açık değil. Yine de çevre düzenlemesiyle ve tarihi dokusuyla ilgiyi hak eden bu yeri fotoğraflamayı ihmal etmiyorum. Duvarındaki levhada, buranın on üçüncü yüzyılda Ahiliğin merkezi olduğu yazıyor. Şimdiyse esnaf ve sanatkârlar müzesi olarak düzenlenmiş. Avlusuna deri terbiye taşı, eski ahşap ‘yaylı’ tekerleri, dibek, el değirmeni ve ahşap fıçı koymuşlar. Hafıza tazelemek isteyen insanımız için bu tür hatırlatıcılar şart.

Ahiler mekânına veda edip Döner Kümbete yürüyoruz. Gerçekten dönüyor mu ya da dönüyor hissi mi veriyor, merak ediyorum. Bir iki fotoğraftan sonra etrafını dolaşayım diyorum. Gerçekten de dönüyormuş hissi veriyor. Hareketli bir araba jantı gibi geriye doğru ama. On dördüncü yüzyıl Selçuklu eseri olan kümbet on iki köşeli ve konik külahıyla orijinal bir görünüme sahip. Her yüzüne Selçuklunun değişmez motifleri işlenmiş. Hayat ağacı motifi cenneti ve ölümsüzlüğü, çift başlı kartal motifi hâkimiyeti, aslan sembolü de gücü ifade ediyor.

Telefonumuz çalıyor ve arkadaşların yanına dönüyoruz. Çünkü daha Yaman Dede Konağı’na gideceğiz. Şimdiden yoğun bir gün yaşadığımız söylenebilir. Diyorum ki, iyi bir planla ve mutlaka çevreyi bilen biriyle en az üç gün gezmeli bir şehri. Gecesiyle gündüzüyle, bağıyla bahçesiyle kılcallarında dolaşmalı bir güzel. Değilse bir eksikliktir kalıyor.

Talas Kültür Havzası

Talas’a giderken dağ manzarası netleşti. Sağ yanımız baştanbaşa Erciyes. Eteklerinde Hisarcık evleri. Zihnimdeki Alplerle tam bir uyum içinde. Alanya’da hissettiğim duyguların bir benzerini burada da hissettim. Turistler zaten biliyor. Ülkemizde, kendi insanımıza tanıtılmayı bekleyen ne çok değer var.

Erciyes’e bakıyorum yine. Bu koca dağ, diyorum, kim bilir hangi serin suları damıtıyordur içinde. Ötedeki Ali Dağı, Erciyes’in bir uzantısı gibi yükseliyor. Muhtemelen orası da sönmüş bir volkan. Fakat yanında daha büyüğü varken tepe gibi kalıyor. Zirvesinde bir sahabe mezarı var diyorlar. Daha önce duymamıştım. Halkın bir yakıştırması da olabilir; lakin doğruysa ne büyük saadet. Üzerine araç çıkabilsin diye bir yamacından ta tepeye yol açılmış. Yamaç paraşütü için ideal bir yer olduğundan ve çevrede pek çok tümülüs bulunduğundan bahsediliyor.

Öyle görünüyor ki, Talas, gerçek bir kültür havzası. İyice yaklaştığımızı düşünerek etrafa dikkatle bakıyorum. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi önünde yoğun mavi serviler sıralanmış. Sol tarafa düşen düzlüklerde de kavak yoğunluğu görülüyor. Kavaklar, bozkırın, hürmeti en çok hak eden ağaçları. Çünkü onlar kıraç Anadolu’nun milli ağacı.

Peygamber Aşığı Bir Ruh

Talas eskiden yoğun olarak Rum ve Ermeni yerleşimiymiş. Eski Ermeni evleri halen mevcut. 1871’de kasaba olmasına rağmen burada bir Amerikan koleji açılmış ve 1968’e kadar hizmet vermiş. Önemli mezunlar yetiştirmiş bu okul. Ankara doğumlu Cengiz Çandar buradan mezun olmuş mesela.

İlçeye girdiğimizde geriye doğru baktım. Akşam kızıllığı bütün Kayseri’yi hilal gibi kuşatmıştı. İlginçtir, günbatımının büyük, geniş bir kızıl aya benzemesi çevredeki dağların görsel oyunu gibi göründü gözüme. Biz hedefe yaklaşırken hava da usul usul kararıyor. Karşı yamaçta, cephe aydınlatmalı hoş bir tarihi bina görüyorum. Sorduğumda Yaman Dede Cami diyorlar. Kiliseye benziyor diyorum. Eskiden ‘Panaya Rum Kilisesi’ymiş meğer. 1925’te Rumların gitmesiyle camiye çevrilmiş. Sonradan mevcut ismini almış. Loş karanlıkta bir gece çiçeği gibi duruyor.

Yaman Dede ise Kayseri Rumlarından tüccar Yuvan ile Afurani’nin oğlu Dyamandi’nin ta kendisiymiş. Hukuk tahsili yaptıktan sonra Müslüman olmuş. Tam bir Peygamber aşığı olan bu seçkin zat, “Dahilek Ya Resulallah” adlı Na’tı ile biliniyor daha çok. Na’tın bir dörtlüğü şöyle: “Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasulallah/ Nasıl bilmem bu nirâna dayandım yâ Rasulallah/ Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Rasulallah/ Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Rasulallah” Mezarı Karacaahmet’te imiş. Mekânı cennet olsun. Kısmetse bir gün ziyaret ederim

Taşın Bir Başka Yüzü

Hürmet hisleriyle konağa varıyoruz. Sanat sokağında bulunan konak, Yaman Dede Kültür ve Sanat Evi olarak turizme kazandırılmış. Fotoğraflarken dikkat ettim, dış cephesi Kayseri taşından yapılmış ve boyanmamış. Sadece pencere çerçeveleri ve kepenksleri (kapakları) ahşap rengi cilayla cilalanmış. O da isabetli olmuş haliyle. İnanıyorum ki taş, cam ve ahşap kesinlikle kardeş. Mimaride birbirine böylesine uyan daha estetik bir üçlü olamaz. Mimarinin vazgeçilmez taşlarından bazalt ve andezite sıkça rastlıyoruz burada. Sönmüş yanardağ eteklerinde kurulan her şehrin nasibi bu. Hayli dayanıklı bu taşlar bazen işlendiği şehrin adıyla anılabiliyor, Kayseri taşı gibi mesela. Fakat şunu belirtmeden geçemeyeceğim, kesme kalker taşın buğday rengi güzelliği ve estetik hazzı bazaltta kesinlikle yok. Biri aydınlık ve ferahlığı, diğeri karanlık ve sıkleti çağrıştırıyor. Karşılaştırma fırsatı yakalayanların bana hak vereceğini sanıyorum. Mimari, mutlaka insan psikolojisine tesir eder. Uzmanları bu konuyu araştırsa ne iyi olur.

Enfes Bir Konak

Kapanma saati geçtiği halde sırf bizim için açık tutulan konağı şöyle bir gezip çıkalım diyoruz; fakat öyle olmuyor. Konağın resmi rehberi Bekir Çıtak Bey, işini aşk ile yapan biri. Çok şanslıyız. Konağa önce gelen arkadaşlara etrafı anlatmaya başlamış bile.

İçeri girer girmez o ferah ve renkli sofa karşılıyor bizi. Girişte üst kata çıkmak için sağlı sollu iki merdiven bulunuyor. Basamaklara kırmızı yolluk serilmiş. Alt ve üst kapılarda kabartma (rölyef) ve oyma süslemeler hayli göz alıcı görünüyor.

Ana girişin sağ köşesine su mahzeni konulmuş. Civarda başka bir örneği yokmuş bunun. Kar ve yağmur sularını depolayan mahzenden, bahçeye ve temizlik işlerine su temin ediliyormuş. Sol tarafta ise oldukça küçük bir helâ yer alıyor. İlk önce dikkatimi çekmese de Bekir Bey’in nazara vermesiyle fark ediyorum, helânın sokağa bakan tarafına tavuk yumurtası büyüklüğünde bir delik açılmış. Kapıyı çalan kişi dost mu, düşman mı; kim geldi, kim gitti oradan gözleniyormuş. Bir nevi kapı dürbünü işte.

Tol Oda ve Şırahane

Konakta sağ ve solda iki tokana (mutfak) bulunuyor. Her iki tokanadan da kilere gizli geçiş yapılmış. Gizli geçitlerden mahzene inildiğinde ise tol oda ve şırahaneye çıkılıyor. Tol: Taş kemer ya da taş kemerle yapılmış ev demekmiş. İlk kez gördüm ve çok beğendim. Öyle sanıyorum ki yazları buz gibi serin oluyordur.

İki yüz yıl öncesinde Rum evi olduğu için burası şapel olarak da düşünülmüş olabilir. Bir nevi bizdeki mescit yani. Sonradan yapılan ışıklandırmasıyla, sandalyeleri, tabureleri ve de cam kapılarıyla nefis bir dinlenme mekânı burası. Şırahane ise ağırlıklı olarak üzüm işleme yeri ve şıra deposu imiş. Pekmez yapılıyor muydu bilmiyorum tabii. Pişmiş topraktan yapılan orijinal küpler hâlâ mevcut.

Tarihte zeytinyağı, pekmez ve benzeri sıvıların saklandığı küpler eskinin buzdolabıymış bir nevi. Hatırlıyorum, bizim kasabada da Bizans döneminden kalma daha büyük küpler vardı. Evlerin köşesine konulur ve içme suyu doldurulurdu. Toprak kokusu sinmiş o serin ve dinlenmiş suyun tadını ancak içenler bilir. Doğanhisar testisi bulursanız şayet, kesinlikle bir tane alın derim. Bahsettiğim su tadını onda da bulursunuz. Benden söylemesi.

Ahşap Tavan Taş Taban

Alt ve üst sofa birbirini andırıyor. Duvarlara karşılıklı şerbetlikler konulmuş. Konak, süsleme ve motifleriyle Selçuklu izlerini barındırıyor. İç oda ve başodanın tavanı ahşap işlemeciliğinin güzel bir örneğini sergiliyor. Başodanın zar duvarı da ahşaptan. Vaktinde nice misafirler ağırladı, kaç çocuğun düşlerini büyüttü, ne sevinçler kederler gördü kim bilir.

Konağın şimdiki hâli Necip Fazıl’ın “Tavan” şiirindeki atmosferi yansıtıyor biraz: “Titrek mumlar yanınca, bu bir asırlık ağaç,/ Mehtapta orman gibi gizli yollarla doldu./ Dedi: Yastığa dayan, o cam gözlerini aç./ Seyret çizgilerimde, neler geçti, ne oldu!// Mânalarla çizgiler, içiçe bende hazır;/ Her şey, her şey toz duman, zamanın havanında./ Arıyorsan, tarihin, hani kaybettiği sır?/ Çok eski bir konağın oymalı tavanında!..” İnsanları çoktan göçüp gitmiş mekânlar, niyeyse, hüzün veriyor bana.

Odaları tek tek gezerken Maşallah Taşını gösteriyor rehber. Kırk bir parçadan oluştuğu için böyle adlandırılmış. Ortasındaki taş akikmiş. Fener tutulduğunda ışığı ve rengi yansıtıyor. O zaman ne gibi bir fonksiyonu vardı bilmiyorum.

Sadelikte İhtişam

Her odanın bir duvarında iki dolap kapağı görünüyor. Birinin ardı “ca” (ebeveyn banyosu,) diğeriyse yüklük olarak düşünülmüş. Ocak düzeni, kış odasındaki ısınma tandırı, iç sıcaklığı dengelemek için yapılan doğal klima sistemi, burada her şeyin ince ince planlandığını gösteriyor. Sedirleri, halı ve kilimleri Anadolu kültürünün fotoğrafları adeta. Odalara konulan “ca”lar günümüzde yenice fark edilmiş. Ayrıca her odada havalandırma bacaları ve bir nevi mihrabı andıran ibadet yerleri mevcut. Ana kapıyı açmak için yapılan kapı otomatiği de söylenmeden geçilmeyecek önemli bir detay.

Gezip dinledikçe gördüm ki, bugünün teknolojisinde bulunmayan mekanik sistemleriyle, göz zevki ve ruh ferahlığı veren tasarımıyla enfes bir mimariyle karşı karşıyayız. Gündüzleri ziyaretçilerle şenlenen, geceleriyse hatıralarını tazeleyen bu konak, tabilikte ihtişamın örneği gibi. Yazık ki günümüzün zenginleri ve mimarları böylesi yapılardan habersiz. Betonarme villalarsa, onlar bu konakla kesinlikle kıyaslanamaz.

Kültür Elçisi Bekir Çıtak

Yaman Dede konağından da ayrılma vakti geldi. Özel bir ilgiyle dinlediğim ve notlar aldığım için konağın kültür elçisi Bekir Bey, bana üç müzik albümü, birkaç broşür, bir gezi rehberi ve bir de kitap hediye etti. Bu sayede arkadaşlara da broşür ve albüm kısmet oldu.

Talas Belediyesi’nin hazırlattığı bu eserler birbirinden kıymetli çalışmalar. Rıfat Yıldırım ve Tevfik Soyata’nın hazırladığı “Talas Nağmeleri”ni, Recep Ergül’ün hazırladığı ve öyle sanıyorum, Sakarya Savaşı’nda tamamı şehit olan Kayseri Lisesi son sınıf öğrencilerini konu alan “Kayseri Şehitlerinin Türküleri”ni ve ayrıca Mustafa Demirci’nin beste ve yorumlarından oluşan “Yaman Dede Tasavvuf Musikisi”ni nasipse fırsat buldukça dinleyeceğim.

Bir de, Nihat Karakaya tarafından yayına hazırlanan “Talas Kır Çiçekleri” kitabı var ki, o, bana en özel hediye oldu diyebilirim. Çiçeklere bunca ilgi duyan biri olarak İç Anadolu’nun neredeyse bütün kır çiçeklerinin ismini öğrenme fırsatı bulacağım.

Bekir Çıtak Bey’e bir kez daha teşekkür ediyorum. Doyurucu bir seyahati andıran bu ziyaret bende taptaze kalacak inşallah.

Konak Lokanta’da Cağ Lezzeti

Akşam namazı için yakın bir camiye uğrayacak, oradan da yemeğe gideceğiz. Yaman Dede mekânı açlığımızı unuttursa da, yemek yiyelim teklifi yeniden acıktırdı bizi. Yakında Okutan Restoran varmış. Tarihi bir konaktan lokantaya çevrilmiş. Oraya gidiyoruz.

Bu konak lokanta, cephe ışıklandırmasıyla gayet hoş görünüyor. Bir iki kare fotoğraf çekiyorum hemen. İçeri girer girmez mekânın kurumsallığı kendini hissediliyor. İç tasarımı, eşyaları oldukça sade. Masalarda yerimizi alınca çok bekletmeyecek güzel bir yemek yiyelim diyoruz. “Cağ kebabı” var deniliyor. Ondan istiyoruz. Közde soğan, sarımsak ve biberle birlikte servis ediliyor. Ayran, şalgam ve salata tercihen veriliyor. Erzurum’a has bir kebap olan cağ, şehirde sadece burada yapılıyormuş.

Öğrendim ki Kayserililer, diğer İç Anadolu insanı gibi hamur işi tutkunuymuş. Lakin biz misafirleri hatırına meşhur yemekleri ‘mantı’ ve ‘yağlama’ yerine cağ istiyorlar. Muhabbet ederken kebabın hazır olduğunu fark ediyoruz. İyice acıktığımızdan önceden konulan garnitürlerden atıştırmaya başladık bile.

Yaklaşık yirmi santimlik bir şiş olan cağın sapı tıpkı bıçağınkini andırıyor. Kebap ise daha çok yaprak dönere benziyor. Lezzeti gerçekten nefis. Çocukluğumda Akşehir’de yediğim ve bende iyi etin kıstası olan o yaprak döneri burada yeniden tatmış gibi oldum. Daha sonra hiçbir et yemeğinde aynı tadı bulamayınca, ilk kez yiyişime ya da açlığıma vermiştim. Demek ki öyle değilmiş. Gelirseniz mutlaka uğrayın derim.

Sözden Kalemi Çekme Vakti

Zaman hızla aktı. Sözden kalemi çekme vakti çoktan geldi. Her ne kadar bu şehrin “oturma” geleneğini ve etten daha çok sevdikleri mantı yemeğini göremesem de şehre dair ne varsa ruhumda hissettim diyebilirim. Belki başka bir zamanda Gevher Nesibe Hatun’un hikâyesini, Mimar Sinan’ın memleketi Gesi Bağlarını, çocukluğumda dokumakla bahtiyar olduğum Bünyan halılarını yazarım. Gilaburu şerbetinin, pastırma ve sucuğun yapımını yerinde görür anlatırım.

Yamaç paraşütü, kayak keyfi bana biraz uzak gelse de kır çiçeklerini, özellikle de Talas lâlesini, unutma beniyi, gelincikleri, düğünçiçeğini, yavruağzıları ve peygamberçiçeklerini kalemimle fotoğraflayıp paylaşırım.  Artık, kısmet. Çünkü bahar, bozkırın çiçekler şehrayinidir. Ve bozkır sadece baharda bozkır olmaktan kurtulur. İllaki bu mevsimde görülmeyi ve fark edilmeyi bekler.

İçlerimizde biriken hatıra çiçekleriyle Talas’tan ayrılıyoruz. Bülent Bey’e yönelerek, harikaydı, diyorum. O da, “Keşke imkân olsaydı, görülecek çok yer vardı,” diyor. Ne yapalım, kısmetten ötesi yok. Lakin bu tadımlık seyahatin doyuruculuğu ve gördüklerim zihnimin özel bir yerinde kalacak. Bu imkânı sunan dostlara, başta Hüseyin Say olmak üzere, kalbi teşekkürlerimi sunuyorum. Kayseri, hoşça kal.

Hasan Çağlayan

Mart 2014 Antakya

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.