Ömür Erdem

Anılarda Yaşamak

Okuma süresi: 3 dakika

            Hayatımda hiç günlük tutmadım. Bunun elbette türlü sebepleri vardır. Bugün bu sebeplere değinmeyeceğim, başka bir yazının konusu olabilir belki bunlar. Günlük tutmadım dedim ya; böyle olunca bir olayı, yaşandığı andaki duygu bütünlüğü içinde anlatabilmekten mahrum kalıyorsunuz. Ruhun derinliklerinden kopup gelen o heyecanı, o hissiyatı yıllar sonra aynı seviyede tekrar yakalamanız pek mümkün olmuyor zira. Bir de gözyaşınız gibi tüm samimiyetinizi dökersiniz ya günlüğe günü gününe… Yıllar sonra okuduğunuzda o ânı yeniden yaşamış gibi hissedersiniz. Yani öyledir herhalde! Ben bu tecrübeden mahrumum, bilemem. Bu yüzden de hayıflanmıyor değilim.

            Günlük yazmayan ya da o treni kaçıran insanların imdadına anılar yetişiyor olsa gerek. Zihinlerde, gönüllerde iz bırakan her olay, her kişi anılarda yaşayarak sizinle beraber sürdürür hayatı.

            Gurbetteki bu Ramazan günlerinde benim de yanıbaşımda hissetiğim en büyük dostum anılarım oluyor. Çevremde gördüğüm bir eşya, sosyal medyada karşılaştığım bir resim, okuduğum bir yazı ya da bir şiir, işten eve dönerken araçta dinlediğim bir melodi; beni alıp otuz yıl öncesine götürüyor, gözlerimi yaşartarak.

            Bugünlerde karşılaştığım ya da telefonla konuştuğumuz dostlar hep aynı soruyu soruyorlar: ‘Ramazan nasıl geçiyor?’  Onlara elbette hep idare-i kelam türünden beklenen yaygın cevapları veriyorum. Ancak siz kıymetli okuyucularıma samimi olayım: Ramazan, hatıralarla geçiyor. Orucu hatıralarla açıyorum. Sahurda hatıra yiyorum. Sağa selam verince bir anı, sola selam verince bir başka anı canlanıyor gözümün önünde. İftar davetinde âna odaklanamıyor, yıllar öncesinin bir iftarında buluyorum kendimi.

            Televizyonlarda ya da çevrimiçi kanallarda ‘Ramazan’ı nasıl değerlendirmeli?’ konulu sohbetlerde -olumlu ya da olumsuz- bundan bahseden yoktur sanırım ama ihtiyarım dışı da olsa Ramazan’ı yaşamanın bir başka yolunu bulmuş oldum sanki. Hatıralara sığınmak ya da hatıralarda yaşamak diyebiliriz buna kısaca.  Çocukluğa, eski günlere özlemden mi kaynaklanıyor bu; yoksa yakın dönemde yaşanılanları unutmak arzusundan mı bilemiyorum. Belki yitirdiğimiz cenneti orada bulmaya çalışıyoruzdur. Kaybettiğimiz değerleri ve o değerleri kendinde barındıran duyguları aramaya gidiyoruzdur belki de.

            Bir gün caddeleri portakal kokan şehirde buluyorum kendimi ve bol zeytinyağı içinde yüzen zeytinle oruç açıyorum. Eskimeyen eski dostlarım yanımda, yamacımda oluyor hayâlen. Teypten bir Necip Fazıl şiirinin bestelenmiş hali, 90’ların ezgileri arasından çıkıp geliyor:

O erler ki, gönül fezâsındalar,

Toprakta sürünme ezâsındalar.

Yıldızları tesbih tesbih çeker de,

Namazda arka saf hizasındalar.

İçine nefs sızan ibadetlerin,

Birbiri ardınca kazasındalar.

Günü her dem dolup her dem başlayan,

Ezel senedinin imzasındalar.

Bir an yabancıya kaysa gözleri,

Bir ömür gözyaşı cezasındalar.

Her rengi silici aşk ötesi renk;

O rengin kavuran beyzasındalar.

Ne cennet tasası ve ne cehennem;

Sadece Allahın rızasındalar.

Bugünkü müzik estetiği ölçütleri ile değerlendirince dinlemeyeceğiniz bu melodiler, hatıraların sarıp sarmalaması ile en nâdide buketten bir hediye gibi geliyor insana.

            Bir başka gün üniversite tahsilinde buluyorum kendimi. Üstünde hat sanatıyla Fetih ayetleri yazan tarihi kapıdan geçerken walkmanden kulağıma bir başka melodi geliyor: ‘Yakışmıyor gözlerine kara bulutlar / Sen ağlarsan viran olur, biter umutlar. / Sen üzülme, senin için bu gönlüm ağlar / Sevdalımsın İstanbul mahşere kadar!’  Anfiler arasında gidip gelirken derslerini hiç kaçırmadığım sosyoloji profesörü Niyazi Öktem’le karşılaşıyorum. 28 Şubat’ın en hararetli dönemindeyiz ve o dönemin ruh halini en iyi yansıtan sembol bir okulda demokratik görüşlerini çekinmeden dile getiriyor. Onun ders verdiği anfiye yasak işlemiyor. Siyasal paradigmaları dinlerken o büyük anfi tıklım  tıklım… Yıllar öncesinde, bu kadar ileri düzeyde demokrat görüşleri olmasına hayret ederek,  hayranlıkla dinliyorum hocayı. Kendisine değil başka bir mahalleye yapılan haksızlıklara karşı çıkıyor kürsüden. Voltaire’e atfedilen ünlü bir sözü, bugün bile bize yol gösterecek çok önemli bir sözü, biraz değiştirerek şöyle ifade ediyor: ‘Söylediklerinin bir tek kelimesine dahi katılmıyorum, ama düşüncelerini savunman için hayatımı verebilirim.’  Evet, günlük tutmadım ama bütün sözcükler yerli yerinde; tam olarak böyle diyor hoca, hatırlıyorum. 

2024 yılında hem de demokrasinin beşiği ülkelerde biz bu ufku yakalabildik mi? Elbette bir düşüncenin, hem de beğenmediğimiz bir düşüncenin savunulması için hayatını feda etmek değildir beklenen. Ancak en azından, beğenmesek ve katılmasak da demokratik dünyada, farklı fikirlerin özgürce ifade edilebildiği platformlara ihtiyaç duyulduğunu kavramalı değil miyiz artık? 

            Ne dersiniz, yoksa bu kuramsal düşüncelere ancak Ramazan anıları içinde çıkılan hayalî bir yolculukta mı rastlanır? Küçük bir topluluk dahi olsa bu fikri tecessüm ettirebilecek birileri yok mudur?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.