Semih Yılmaz

Sakala Çarpan Çorba mı Olur?

Okuma süresi: 3 dakika

Cevabı baştan vereyim, evet olurmuş. Bu soru da nereden çıktı derseniz, telefonumdaki bir uygulamadan diyebilirim. Evde yine “İftara ne pişirelim?” soruları havada dolaşmaya başlayınca aklıma telefonumdaki namaz vakitlerini takip ettiğim uygulama geldi. Hemen açıp günün tavsiye menüsüne baktım. Keşke bakmaz olaydım, her şey hakkında ukalaca biraz bilgi sahibi olduğuma inanan ben, hayatımda ilk defa bu kadar büyük çuvalladım.

Bugüne kadar elbette farklı yörelere ait pek çok çorba içmişliğim vardı, bir Eskişehirli olarak “Alişke Çorbası ve Bıt Bıt Çorbası” herkesin bilmediği ama benim favori çorbalarımdandır ama günün menüsünde gördüğüm “Sakala Çarpan Çorbası”nı daha önce hiç duymamıştım. Hemen çağımızın alimi Hazreti Google’a sorunca cevap karşımda belirdi:

Afyon yöresine ait bu çorbanın aslında güzel de bir hikayesi varmış. Tek başına yaşayan ak sakallı tonton bir dedeye bir gün komşusu bir tas çorba yapıp götürmüş. Zavallı dede o kadar açmış ki kaşığı boşverip tası kafasına dikip içmeye başlamış. Tastan süzülen uzun erişteler de sakalına takılınca olmuş size “Sakala Çarpan Çorbası”.

Telefondaki uygulama bir kere merakımı gıdıklayınca kendimi tutamadım ve Ramazan için verilen 30 günlük menüyü tek tek inceledim. Allah’ım sanki bir merak kuyusuna düşmüş gibiydim.  Okuduğum her garip çorba ismi sanki okyanusta mahsur kalıp da susuzluktan çatlayan kazazedelerin deniz suyunu içip daha da susayıp en sonunda çıldırdıkları gibi beni çıldırtmaya başlamıştı.

Önce Ege dolaylarında gezinip “Sıkıcık Çorbası” ile başladım keşfe, oradan Amasya-Yozgat taraflarına gidip “Düğürcük Çorbası”na baktıktan sonra aşağı Akdeniz’e kıvrılıp Mersin-Adana dolaylarında “Mahluta Çorbası” ile tanıştım. Aralarda “Helle Çorbası” ve “Mülayim Çorbası” ile üç beş kelam edip Sakarya’ya varıp “Dımbıl Çorbası” ile hemhal olduktan sonra elbette en son payitahta uğrayıp İstanbul’da saraydan kalma “Çeşm-i Nigar Çorbası”nı da ziyaret ettim.

Aslında “Çeşm-i Nigar Çorbası”na Çağan Irmak’ın çektiği Frankenstein’ın bir nevi Osmanlı dönemi uyarlaması olan “Yaratılan” dizisinden aşinaydım. Dizide tıp fakültesinden kovulan baş karakterimiz bir çorbacıda kendine iş buluyor ve bol bol bu çorbadan içiyordu. Hatta basında çorba hakkında haberler çıkmış, bir süre her yerde tarifler dolaşmıştı.

Tüm bu çorbaları tek tek internetten arayıp resimlerine, tariflerine ve yörelerine baktıktan sonra karnım iyice acıktı. “Bu iş tek çorbayla olmaz.” deyip menüdeki mezeleri de elden geçirmeye başlayınca işte nevrim o zaman döndü. Meze dediğin salata, ezme, cacık hadi bilemedin humus veya babagannuş olur arkadaş. “Sireysil, Mamzana, Kabak Şayan” da ne ola ki derken telefonu elimden düşürmem “Köpoğlu”nu görünce oldu. Derin bir “Tövbe, estağfurullah” çektikten sonra gözlüklerimi temizleyip tekrar baktım, evet yanlış okumamıştım, basbayağı Köpoğlu yazıyordu.

İçimden “Mübarek Ramazan’da vakit harcadığım şeylere bak.” diye söylenirken şeytan dürtmeye çoktan başlamıştı bile. Hemen Köpoğlu tariflerine göz gezdirdiğimde biraz hayal kırıklığına da uğramadım değil tabii. Bildiğin patlıcan ve biberle yapılan basit bir mezeydi Köpoğlu ama benim merakımı celbedense hikayesiydi.

Parasızlıktan içkisinin yanına meze ayarlayamayan Köpoğlu denen bir adam -Artık ne bela biriyse adama verdikleri sıfata bak!- evde bulduğu ne kadar sebze varsa kızartmış. Sonra da üzerine domatesli, sarımsaklı yoğurdu ekleyince bulmuş yeni bir meze, al sana Köpoğlu…

Hadi şu çorbaya da bakayım, şu meze de neymiş falan derken güzelim zamanımı heba edip müezzinin eli kulağında olduğunu idrak edince aldı beni bir panik… Avustralya’da daha yaz ayındayız, dışarıda hava tüm gün 30 derecenin üstünde, dilim damağıma yapışmış, şekerim kim bilir kaç olmuş. Ortada ne çorba var ne de bir kaşık pilav. Ee ne yapalım kırdık üç yumurta, yanına domates, peynir, zeytin, bir de demli çay. Ulan Köpoğlu alacağın olsun, diye söylenip açtık orucu, körlettik acizane nefsi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *