Yılmaz Utku

Yusuf’un Gömleği

Okuma süresi: 7 dakika

Gülüşüyle dünyam aydınlandı. Kırk beş dakika nasıl geçti, anlayamadım. Ne konuştum, o ne konuştu. Ne sordu, ne cevap verdim? Rüyada gibiyim görüşlerde. “Şaşkındın.” dedi Gülyüzlüm. İki ayda bir görebiliyorum. Anlamsız bir nakil beni beş yüz kilometre uzağa attı. Zalimce… Kapalı görüşleri zaten geçtim. İlk zamanlar her ay geldi ama kolay değil. Sonraları mecburen iki ayda bire düştü.

Görüşün ardından yaptığımız telefon görüşmelerinde beni değerlendirir.

“İyiydin maşallah!”

“Dalgındın sanki. Zayıflamıştın da. Bak bir derdin varsa lütfen söyle.”

“Şaşkındın.” dedi bu kez.

Doğru şaşkındım ama neden? Bilsem… Söyleyeceklerimi elime yazıyorum. Yoksa unutuyorum. Çoğumuz öyleyiz ya neyse. Geçen görüşte arkadaşlardan birinin elinde yazıları görünce sildirmişler. Yamuk ağızlı tehdit etmiş bir de.

“Bir daha görürsem görüşünü kapatırım!”

“Kapat ulan, kapatmazsan namertsin!” diyecekmiş bizimki de diyememiş.

Birkaç da selam getirdi. Avukat umutluymuş.

“Önümüzdeki duruşmada yüksek ihtimal tahliye.” demiş. Avukatların huyudur, hep ümitli olurlar. Bir buçuk yıllık mahkûmluk kariyerimde onu gördüm. Bizimkinin ayakları yere sağlam basar. Pek ümit vermez. Babam parasını vermedi. Ondan olacak. Bir de sıkı pazarlık yapmış ki sorma!

“Amca resmen at pazarlığı yaptın.” demiş. Parayı az bulmuş zahir. O yüzden lafı eğip bükmeden dümdüz söyler. Böylesi daha iyi. Geçen duruşmada “Boşuna beklemeyin.” demişti. Şimdi tahliye diyor.

“Hadi hayırlısı…” dedim. Yarım ağız. Dosya boş ama yine de çıkabileceğimi aklım kesmiyor. Sanki hapishanede doğmuşum. Buraya girmeden bir hayatım var mıydı? Şüpheliyim.

Bir de Necip’le Sevtap’ın selamını getirdi. Ciğerden bir aleykümselam çektim. Sağ olsunlar. Bizimkilere çok yardım ettiler. Devamlı uğradılar. Haklarını ödeyemem. Hem Necip hem eşi Sevtap. Kara gün dostu çıktılar. Başkaları bizimkileri yolda görse yolunu değiştirirken bunlar karı koca çok yardım ettiler. Allah milyon kere razı olsun.

“Suçluluk mu hissediyor?” diye sordum Gülyüzlüme.

“Öyle bir hali yok!” dedi. “Bizim de ne olacağımız belli değil. Her gece, sabah bizim evi de basarlar mı diye korkuyla yatıyorum. İnan valizim bile hazır ama Yusuf’un gömleğini herkese giydirmiyorlar.” demiş Necip.

“Güzel lafmış.” dedim. “Defterime yazayım.”

Biraz daha konuştuk. “Necip’e bir zeytin tespihi yapsam mı?” deyince benimki “Sen?” dedi kaşını kaldırmış. “Dünyada inanmam! Senin gibi bir kitap insanı. Hem el becerin var mı senin?

“Öğrenirim! Yapanlardan neyim eksik!”

“İnşallah” dedi Gülyüzlüm. “Kendin çıkar da elinle verirsin.”

Ertesi gün çalışmalara başladım. Zeytin çekirdeğinden tespih yapacağım. 33’lük. Koğuşta zeytin çekirdeği borsası var. Borsanın ağa babaları. Lobisi. Zeytin âleminin emektarları ne tespihler yapıyor. Gören bu tespih o yediğim zeytinin çekirdeğinden mi?” der.

Önce şekli düzgün çekirdekleri topluyorlar. Madenden elmas çıkarır gibi dikkatle. Süzüyorlar çekirdekleri. Eliyorlar. Yamuk yumuk çekirdeklerle ancak acemiler uğraşır. Ustalar az yapar öz yapar(mış)! Hepsinin ikişer kutusu var. Biri yeni, işlenmemiş yani ki sürtülmemiş çekirdekler için. Diğer sürtülmüş çekirdekler için. Kutular öyle özenle saklanır ki para kasası sanır insan. Peynir kutusu, olmadı yoğurt kutusu altı üstü. -Cezaevinde bir peynir kutusu sahibi olmak bir şeydir. Bilmeyen bilmez.- Ben de emektarlardan birine yanaştım. Ustamın gözleri parladı. Ağına yeni birini düşürmüştü. Aylardır onca çalışmaya, emeğe göz ucuyla bile bakmayan ben. Zeytin sürtücülerle kafa bulan ben. “Sürtmek” üzerine bir yığın espri yapmışken. Ayrı bir gündem oldum koğuşta.

“Oo, hocam hayırlı olsun!”

“Hidayete erdin sonunda.”

“Bir gün herkes zeytin sürtecek!”

Ben de kendime bir peynir kutusu edindim. Aram pek olmasa da sürteceğim diye zeytine abandım. Yedikçe yedim. Çekirdekleri kutuma koydum. Kahvaltıdan sonra ustamın yanına çöktüm. Avluda yere. Zemin betonu tırtırlı. Zeytini iki ucundan sürteceğiz. Açılan deliklerden ipe takıp tespih yapacağız. Keşke bu kadar kolay olsa! Ellerim parçalandı. Sürt babam sürt! Hocam beni pek nazik buldu. Azmettim, yılmayacağım. İlk gün beşinci çekirdekten sonra “Ustam bana müsaade.” dedim. Bu iş sandığımdan zor olacak. Elimi iki yerinden betona sürttüm. Ustam sakin.

“Daha ellerin nasır tutacak. Zamanla.” dedi.

“Nasır mı? Vaz mı geçsem?”

Güldük biraz. Necip için değer. Onca yaptığına küçük bir teşekkür, değerli bir hatıra olacak. Değer tabii.

Ertesi gün devam. İkinci gün daha iyiydim. Dünkü yaralar sızlasa da çalıştım. Yedi sekiz kadar çekirdek sürttüm. Paydostan önce hocam çekirdeklere baktı. Sürttüğüm çekirdeklerin yarısını eledi.

“Bunlar tespih olmaz bırak! Yamuk yumuk sürtmüşsün hep.”

“Hoppala!”

Azm ü cezm ü kasteyledim. Girdik reh-i sevdaya…

Bir hafta sürttüm. İşi kavradım sayılırdı ki koğuşta zeytin krizi baş gösterdi. Kantinde kalmamış. Karavanadan gelenler bir şeye benzemiyor. Çürük zeytinin çekirdeği de yamuk çıkıyor. İşler kesat. Ustam zulayı açtı. “Çaktırma, sus!” Böyle günler için sakladığı çekirdekler varmış. Usta dediğin böyle olur. Tecrübe tabii. Darbeye dair hiçbir faaliyetin olmadığı şehirde darbe yapmaktan ağır müebbet almış adam. Kolay mı?

On kadar da ustanın zulasından sürtünce taneler tamam oldu. Elli kadar varlar. Ustam çekirdekleri bir de tırnak makası törpüsüyle düzeltiyor. Bu aşamayı herkes yapmıyor. Onun çırağı olduysak onun usulüne uyacağız. Kantinden tırnak makası satarken törpüsünü kırıp veriyorlar. Artık neme lazım, demir parmaklıkları törpüler kaçarız diye herhalde. Bazen törpüsü kırılmamış tırnak makası geliyor. Kantinci unutuyor. Kırkta bir. O tırnak makası öyle değerli ki… İşte o tırnak makası törpüsüyle çekirdekler üç tur törpüden geçiyor. Pürüzsüz hale geliyor. Bu da ayrı bir iş. Mahkemeye on gün kaldı. Her gün iki saatten beş günde çekirdek törpülemeyi bitiriyorum. Bitiriyorum da ellerim de bitmiş.

Akşam çay içerken ustamla tespihi bitirmeye oturuyoruz. Bildiğin sarraf olmuş adam. Çekirdekleri masanın üstünde küçükten büyüğe diziyor. İkili gruplar yapıyor. “Şu imame olur. Şu en büyük. Şekli de güzel, tespihin ortası bu olsun.”

“Abi sen sanatçısın, farkında mısın?” diyorum.

Gülüp geçiyor.

Bir de püskül konduruyoruz. Siyah beyaz. Necip “Erkek adam renkli takım tutmaz.” derdi. Bence anlamsız. Ama olsun. Onun tespihi onun sevdiği gibi olsun.

Hazır. Yirmi gün uğraşmışım. Elime aldım. Nasıl hoşuma gitti. Elimden düşürmüyorum. Arkadaşlar benim yaptığına inanmıyor. Acemi işine benzemiyormuş. Daha bir seviniyorum. İç etmeye çalışan, ele koymaya niyetlenen birkaç uyanığı özenle savuruyorum. “El koymak bize göre değil. Harami işi!”

Mahkemeye üç gün kala telefon günü. Gülyüzlümün sesi kötü geliyor.

“Ne var?” diyorum.

“Yok, ne olsun.” diyor. Lafı geveliyor. Bir şey var, anlıyorum. Üsteliyorum.

“Telefonda konuşuyoruz.” diyor. Kayda girmesini istemiyor. “Zaten yeterince derdimiz var, bir de ağzımızın çıkanlarla uğraşmayalım.” demek istiyor.

“Tespih yapıyordun ya!”

”Evet.”

“Artık gerek kalmadı. Yapma!”

Bir an. Sessizlik.

Uzat(a)mıyorum. Kayda girmesin. Anladım.

Necip’i de almışlar. Sabah beşte evini basmışlar. Evi didik didik etmişler. Çocukları üzmüşler. Sevtap’ı ağlatmışlar. Necip’i kelepçelemiş, götürmüşler.

Of ki ne of! Ah be Necip! Neredesin şimdi? Nezarette misin? Tutuklandın mı yoksa?

Koğuşa geldim. Bir kenar çekildim. Elimde Necip’in tespihi usul usul ağladım. Utanmadım. Utanmadan öyle ağladım. Sevtap harap olmuştur. Çocuklar… Küçük, oyun sanmıştır. Büyük farkındadır her şeyin. Korkmuştur. İçine kapanmıştır. Ağlamış durmuştur. Ev cenaze evinden beter olmuştur. Necip desen garip kalmıştır. Donuk, kırık, paramparçadır. O duvarlara sığamıyordur. İnanamıyordur başına gelene. Biliyorum. Kendimden biliyorum.

Olsun. Tespihi yine de gönderirim. Gülyüzlüm, Sevtap’a verir. Sevtap Necip’e götürür. Sevinir Necip. Tespihe bakıp yalnız olmadığını; kendisini düşünen, ona dua eden birilerinin olduğunu bilir. Karar verdim. Göndereceğim.

Mahkemeye birkaç gün kala avukat çıktı geldi. Hayret! Beş yüz kilometre yola.

“Yol parasını babandan alacağım.” dedi.

Necip olmasa kahkahayı basardım ama gülemiyorum. İçimden gelmiyor.

Gelirken dosyaya tekrar bakmış.

“Yeni bir şey yok. Dönem dönem tahliye veriyorlar. Şu aralar da öyle. Bir aksilik olmazsa çıkarsın.”

“Aksilik?”

“Dosyaya baktım ama son ana kadar emin olamıyoruz. Başka dosyalarda yapmazlar ama sizinkileri son anda güncelliyorlar. Bilerek. Sen hazırlık yapıyorsun. ‘Şöyle konuşurum, şunu derim.’ diyorsun.  Hesapta olmayan bir şey. Ansızın önüne atıyorlar. Apışıp kalıyorsun.”

Zulmün de yiğitçesini yapamıyor adamlar! Susuyorum.

“Ama sen müsterih ol. Çıkacaksın.”

“İnşallah.”  Lafı Necip’e getireceğim ama gözüm yanımızda oturan gardiyanda. Önümüzdeki kayıt cihazında. Avukat anlatıyor. Anladı mı acaba? Bir hafta önce operasyon olmuş yine. Otuz kişi almışlar. Necip? Demek onların içinde.

“Alt yazılarda da hiç geçmedi hâlbuki!”

Son gece heyecan içindeyim. Avukat da “Çıkacaksın!” dedi. Uyuyamıyorum. Bir buçuk yıl oldu. Bir şeye çok seviniyorum. Necip’e vefa borcumu ödeyeceğim. O; bana, çocuklarıma ne yaptıysa eşi; eşime nasıl destek olduysa fazlasını yapmalıyım.

Allah’ın kaderi görüyor musun? Sabaha kadar kendi kendime aldım verdim. Uyudum, uyandım. Sayıkladım mı bilmiyorum. Konuşup durdum içimden içimden. Cezaevinden çıkıyorum. Eve varıyorum. Gülyüzlümün kaç zaman sonra yüzü gülüyor. Rüya mı gördüğüm, kafamda mı kurdum? Günü ağarırken gördüm.

Sabah bir kahvaltı. Bayramlıkları giydim. Çağrılmayı bekliyorum. SEGBİS’e çıkacağım. Video bağlantısına.

On bire doğru kapı açılıyor. Çıkıyorum. SEGBİS odası hapishanenin öbür ucunda. Koridorlar labirentten çetrefil. Git git bitmiyor. SEGBİS’ten bıraksalar koğuşu bulmam imkânsız. İçim titriyor. Mahkemelerde hep gergin olurum ama bu kez heyecanlıyım. Bu başka!

Küçük odaya alıyorlar beni. Kutu kadar. Bir sandalye, bir ekran. Ekranda mahkeme açık. Ağır cezaya bağlanmışlar. Oturuyorum, Mahkeme salonunda arka tarafta biri oturuyor. Eğilmiş yere bakıyor. Dikkatimi çekmiyor. Mahkeme başlıyor. Birkaç kurumdan yazı istemişler. MİT’ten. TİB’den. Gelmemiş. Avukat “Onlara takılma. Hemen gelmez zaten.” demişti. Avukat onlara dair bir iki şey söylüyor. Hâkim yazdırıyor. Hala heyecanlıyım.

Hâkim dosyaya bakıyor. “Evet, bir de ifade var.” diyor.

“Necip Karalı”

Arkada oturan adam kalkıyor. O, yere bakan. Tanık bölümüne geçiyor. Hala yere bakıyor. Ellerim titriyor, yanıyor. Nasırlar! Ellerimdeki! Sızlıyor. Yüreğim. Ah! Benim bir yüreğim var. Ah yüreğim! Ortasından çatlıyor yüreğim.

“Tanıyorum.” diyor.

“Sohbetlerden.”

Yere bakıyor.

Hâkim “Bu mu?” diyor.

“Evet.”

“Yüzüne bakmadın ki adam. Yüzüne bak!” diye atarlanıyor Hakim.

Bir an. Çok kısa. Bir zaman kırıntısı. Yüzüme bakıyor. Ekrana. Gözleri gözlerime değiyor. Kör olası gözlerime. Oyulası gözlerime. Mil çeksinler gözlerime.

“Evet, o.” diyor.

“Tamam, çıkabilirsin.”

Yere baka baka çıkıyor. Hâkim bana dönüyor.

“Söylediklerini duydun. Bir diyeceğin var mı?”

“Yok.” Hırıltılı çıkıyor sesim.

“Onu tanıyor musun?”

Yıkıntılarımın arasından bir ses. Titrek, yorgun, yılgın bir ses.

“Hayır.” diyebiliyor. O kadar.

Avukatın söylediklerini anlamıyorum. Savcı bir şeyler söylüyor. Hâkim “Kurumlardan gelecek yazıların beklenmesine, tutukluluk halinin devamına…” diyor. Bir şeyler daha. Resmi, soğuk, anlamsız… “Gidebilirsin.” diyor bana.

Bir enkaz olmuşum. Kalkıyorum. Ellerim yanıyor. Daha çok yanıyor. Sırtım sızlıyor. Bir hançer. Necip’in. Sırtımda Necip’in sapladığı bir hançer. Tahliye umurumda değil. Benim sırtım sızlıyor.

TAH-LİYE-U-MU-RUM-DA-DE-ĞİL.

Değil. Değil.

Vallahi değil! Billahi değil.

Sırtım. Çok sızlıyor.

Koğuşa gidiyorum. Kapı açılınca arkadaşlar heyecanla kapıya koşuyor.

“Ne oldu?”

“Devam.” diyorum. Benim sesim ama bana ait değil. Taşlaşmışım. Kaskatıyım.

Odaya çıkıyorum. Yatağın üstünde Necip’in tespihi. Ne güzel yapmışım. Bunu ben mi yaptım? Alıyorum. Doğru tuvalete gidiyorum. Kapıyı kapatıyorum. Sifonu sonuna kadar açıyorum. Çok ses çıksın. Ağladığım duyulmasın. Hıçkıra hıçkıra, döküle döküle ağlıyorum. Sarsıla sarsıla…

Elimde tespih. Ne güzel tespih. Siyah beyaz püskülü var. Erkek adam renkli takım tutmaz.

“Ya erkek adam?”

Deliğe atıyorum. Atmıyorum. Fırlatıyorum. Necip’in yere bakan yüzüne.

Kapıyı vuruyorlar.

“Hocam, iyi misin?”

Yüzümü yıkıyorum. Soğuk suyla. Deliğe bakıyorum. Tespih yok. Yüzüme bir daha su vuruyorum. Biraz rahatlayabilsem…

Kapıya bir daha vuruyorlar. Bu kez daha sert!

Çıkıyorum.

Soru soran yüzler bana bakıyor.

“Yusuf’un gömleği” diyorum.

“Ne?” Anlamıyorlar.

“Yusuf’un gömleğini herkese giydirmiyorlar.”

One thought on “Yusuf’un Gömleği

  • Fatih Gülsoy

    Gercekten cok guzel bir yazi. Bu kadar kisa bir hikayede bu kadar yogun ve farkli duygular yasatmak gercekten ustalik. Tebrikler yazilarin devamini bekliyorum.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *