Dağ ve Deniz İçre Kutlu Bahçe: Ahlat*
Güneşin ilk ışıklarıyla Malabadi’deyiz. Akşam Antakya’dan başlayan yolculuğumuzun hedefinde Ahlât var. Fakat öncelikle Veysel Karani Hazretleri makamını, sonra da Bitlis’i ziyaret edeceğiz. Nihayetinde Van Gölü çevresinde ne var ne yok gezip görmek muradındayız. İnşallah güzel bir seyahat olacağa benziyor.
Malabadi dışında kalan yerlerin hepsini gördüğüm halde yine de içim kıpır kıpır. Çünkü nasıl bir güzellikle karşılaşacağımı biliyorum. Üstelik bu sefer iyi bir rehber eşlik edecek bize. Kim bilir, daha önce dikkatimden kaçan nice detayı fark etme fırsatı bulacağım. Bu gezinin ailem ve diğer yolcular için de maddi, manevi hoş bir teneffüs olacağını ümit ediyorum. Bakalım, kısmette neler var.
Malabadi Köprüsü
Eski yolda, Baykan istikametinde kaldığı halde Malabadi’ye özellikle uğradık. Daha önce buradan birkaç defa geçmiş olmalıyım; çünkü henüz yenisi yapılmadığı için başka bir yol alternatifi yoktu o zaman. Fakat bu köprüyü nasıl da görmedim şaştım. Belki de görmüşümdür; ama hatırlamıyorum. Neyse. Otobüsten çoluk çocuk indik. Vakit sabah. Fotoğraf makinemiz elbette hazır.
Tarihi köprü heybetli. Batman Çayı masmavi, berrak. İçindeki balıklar görülebiliyor. Muhtemelen bir tür sazan onlar. Bir avcı, sepme ağın başına oturmuş boyna balık ayıklıyor. Kilolarca avlamış. Demek ki balık çok. Köprünün geri tarafında bir başka köprü ve daha geride de baraj görülüyor. Onun Batman Barajı olduğunu öğreniyorum.
Bugün üzerinde turist edasıyla yürüdüğümüz Malabadi, bir Artuklu eseri. Evliya Çelebi onun için: “Köprünün kemerine Ayasofya’nın kubbesi rahatlıkla sığar.” demiş. Gerçekten de müthiş bir mimari. O günün şartlarında, gelip geçen yolcularda Boğaz Köprüsü imajı uyandırmış olmalı. Bir başından diğerine yürüdük bir güzel. Aslına uygun restore edilmişse şayet, sadece yaya ve binekli ulaşıma elverişli görülüyor.
On, on beş santim yükseklikteki uzun ve geniş basamaklar kilit taşı hizasına kadar yükselip oradan aynı şekilde aşağıya iniyor. Buna bakarak, atlı araba türü tekerlekli araçların henüz olmadığı yorumu yapılabilir. Köprünün duvarları yüzlerce kuşun konup kalktığı barınak olmuş. Bir zaman nice kervanın ayak sesleriyle şen olan bu güzelim yapı, şimdi nasıl da yalnız. İşte, ayrılık vakti geldi. Onun kaderi, uğranıp geçilen yer olmak, dünyalık her şey gibi.
Veysel Karanî Hazretleri
İlk kez on altı yıl önce geldiğim “ziyaret”, hatırladığım kadarıyla, müstakil ve yalnız bir yerdi; fakat şimdi gördüm ki belediyelik olmuş. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen etraf cıvıl cıvıl. Önündeki dükkân ve tezgâhlarda şeker, hurma ve ışkın (Ravent. Mayhoş bir bitki) satılıyor. Etraf yemyeşil. Su bol. Dikkat ettim de, ne Malabadi ne de burası, turizmin o sihirli eliyle buluşamamış. Hâlbuki alınabilecek küçük tedbirler ve üretilecek güzel projelerle hem kültür hem de inanç turizmi geliştirilebilir.
Merkezi bir nokta seçilerek ki bu Van, Bitlis, Ahlât veya Tatvan olabilir, oteller açılsa. Tarihi ve turistik mekânların çevre düzenlemesi yapılsa. Bu mekânlar tur kapsamına alınarak geziler düzenlense çok güzel olur. Şimdilik en geçerli mazeret terör. Lakin terörün, Doğunun insan, tarih ve tabiat hazinesini saklama çabası olduğunu düşünmeye başladım. Bu problem aşılırsa, gerek Doğu gerekse bütün Anadolu her yönden inkişaf yaşayacaktır. Buna şüphem yok.
Döne Kıvrıla Bitlis
Ziyaret sonrası Bitlis’e doğru yol alıyoruz. Döne kıvrıla ilerlediğimiz yolda ışıltılı Bitlis çayı sürekli bizimle. Dik yamaçlar ve kanyon, bu çayın asırlar boyu bıkmadan yonttuğu el emeği göz nuru eserler. Otoban çalışması, tüneller, yakın bir zamanda ulaşımın rahatlayacağını gösteriyor. Yeşil ve sulak vadiyi seyrederek ilerlerken, yol üstünde hoş bir tesisin karşımıza çıkacağını öğrendik. Bir tünel sonrası görünüverdi nihayet. Buzlu Pınar Dinlenme Tesisleri çevre güzelliğinin de avantajıyla yayla gibi. Aşağıda çay şırıl şırıl akıp gidiyor. İçme suyu buz gibi. Kahvaltıya diyecek yok. Öyle sanıyorum ki, bir tek seyahatle bile insanımızın doğuyla ilgili ön yargıları kolayca bertaraf olur. Yine de terör dolayısıyla oluşan o kötü imajı temizlemek uzun yıllar alabilir.
Kahvaltı sonrası biraz daha rahatlamış olarak Bitlis’e ulaştık. Hatta yeni yolda ilerlerken dikkatsizlik sonucu şehir girişini atladık. Sacdan yapılmış vişneçürüğü ve kiraz rengi çatılar herkesin dikkatini celp etti birden. Üniversitede okurken Erzurum ve Ağrı’dan çokça aşina olduğum bu çatılar, kışın çok kar yağdığının işareti. Çünkü üzerinde biriken yoğun kar, güneşin tesiriyle tutunamayıp kayıyor; çökme problemi ve küreme sıkıntısı çekilmiyor böylece.
Şehre en uygun noktadan geri dönmek üzere ilerliyoruz. Solumuzda, yeşillikler içindeki Bitlis’i görenlerden biri, “Zengin bir köy herhalde” diyor, bir diğeri de “Yok yok, ilçe burası” diye karşılık veriyor. Ben de daha önceden bildiğim için, “Burası Bitlis” diye müdahale ediyorum; “Öyle mi?” diye şaşırıyorlar. İdris-i Bitlisî şehrinin ilk imajı buydu. Bakalım, içeriden nasıl görünecek.
Merhaba Bitlis
İçinden birkaç defa geçtiğim halde Bitlis’i gezmek kısmet olmamıştı. Şimdi bu fırsatı yakalamış bulunuyorum; üstelik rehber eşliğinde. Otobüs için uygun bir park bulunca şehre ilk adımımızı atıyoruz. Bizi gezdirecek olan Nesim Bey mühendis. Kendisiyle Hatay’dan tanışıyoruz. Gezerken, özellikle manevi dokuya odaklanacağımızı tahmin ediyorum. İlk durağımız, Ebu Eyyüp el-Ensarî Hazretleri’nin kardeşi Feyzullah el-Ensarî Hazretleri’nin ziyareti oluyor. Şehrin İslâm ile müşerref olması Hazreti Ömer’in, Allah ondan razı olsun, komutanı Iyaz Bin Rânâ döneminde gerçekleşmiş. Feyzullah el-Ensarî Hazretleri ordunun sancaktarıymış. Huzur içinde yatsınlar.
Caminin hemen girişinde Şeyh Dündarî Hazretleri’nin türbesini fark ettim. Rehberimiz, Bakara Suresi’nden “Onlar için ölü demeyin, onlar bilakis diridirler.” mealini paylaşıyor. “Şu an bir diriyi ziyaret ediyoruz, vefa ve sevgi göstergesi olarak,” diyor. Dua okuyarak diğerlerine yer açıyorum. Beklerken hemen on adım aşağıdan akan çaya yöneliyorum. Bir servet değerindeki çayın çevresi oldukça kirli. Hemen alt tarafta kükürtlü su pınarını görünce şaşırdım. Eskiden gelenler oluyormuş bu suya; şimdi başında kimseler yok. Bunca bakımsız bir ortama niçin gelsinler.
Bitlis’te Kaç Minare
Bitlis yedi bin yıllık geçmişe sahip bir şehir. Dar bir vadide kurulduğu için olmalı, gelişme gösterememiş. İçinde barındırdığı değerler ondaki derinliği ve yoğunluğu arttırıyor. Pek çok hikâye sakladığını tahmin etmek zor değil. Zihnimde “Bitlis’te beş minare” türküsü. Bu türkü herkeste ortak bir çağrışım oldu ki, şehre adım atar atmaz minare saymaya başladık. Ahlât taşından yapılma kimi minareleri yeni bile olsa eski zannediyoruz. Evler yamaçlara kondurulmuş.
Ayak bastığımız yerin hemen karşısında gördüğümüz kümbet Memi Dede Hazretleri’ne aitmiş. Tabii ki bunu tabelasından öğreniyorum. Çünkü rehberimiz rahatsızlandı ve hastaneye götürüldü. Kendisi hassas biri, onun için üzüldük ve dua ettik. İçinde bulunduğumuz durum, kitap okurken elektrik kesilmesi gibi bir şey. Mademki başladık, el yordamıyla da olsa gezeceğiz. Malum, bir şehre nereden ve nasıl baktığımız önemli. Biz, tarih eksenli dolaşıyoruz. Artık kendi başımıza ne kadar gezebileceksek.
Kısa Bir Yürüyüş
Neredeyse iki adımda bir, türbe ve camilerle karşılaşıyoruz. Bu durum, zamanında hem maneviyatın hem de nüfusun yoğun olduğunu gösteriyor. Elli adım gittik gitmedik Şeyh Garip Hazretleri’nin ve mensuplarının medfun olduğu camiyle karşılaştık. Buraya şifa için gelenler bile varmış. Ruhlarına ihlâs okuyup ayrıldık. Aklımda beş minare, ağır adım yürüyoruz. Her daim güzelliklere odaklanmaya çalıştığım halde bu sefer başaramadım. Şehir oldukça ihmal edilmiş. Sanki hiçbir çalışma yapılmamış. Yetkililer duyarsız olunca, sanırım halk da özensiz davranıyor. Bu şehir böylesi bir muameleyi hak etmiyor.
Üzülsek de yapacak bir şey yok. Birkaç yer daha görüp Ahlat’a geçeceğiz inşallah. Bakımsız ve ilgisiz kalmış tarihi yapıların yanından Şerefiye Camii Külliyesine geldik. Yakında bulunan bir esnaftan bilgi almaya çalıştık. On altıncı yüz yıl eseri olan cami ve minaresi, dış cephe süslemeleriyle ve kufi yazılarıyla dikkat çekici. Buranın banisi Şeref Han’ın türbesini açtırarak ruhuna dua bağışladık. Bayan ve çocuklarla yürümek zor olacağından Ulu Cami’yi ve başka ziyaretleri göremeden ayrılmaya karar verdik. Bakalım, bir daha ne zaman kısmet olur.
Bitlis’e Buruk Veda
Şehri ikiye bölen merkezdeki dar caddeden yeni kurulmaya başlanan mahalleye doğru ilerliyoruz. İlerde Bitlis deyince buralar gösterilir herhalde. Eski ve paha biçilmez Bitlis de yıkılır gider korkarım. Yazık. Üstad Hazretleri’nin Ruslara esir düştüğü köprüyü fark etmeden geçiyoruz. Rahatsızlanan arkadaşımıza refakat eden kafile sorumlumuzu alıyoruz hastaneden. Şükür ki Nesim Bey’in durumu iyiymiş. Artık, gün boyu haberleşeceğiz. Bu buruk vedadan sonra hedefte Ahlât var. Heyecanlıyım. Dağ ve denize nazır kutlu bir bahçe orası. Deniz diyorum; çünkü Van Gölü gerçek bir deniz. Buralarda göl diyen biri varsa mutlaka dışarıdan gelmiştir. Acaba görmeyeli neler değişmiş?
Tatvan’a Selam
Otobüsümüz ilerledikçe Tatvan’a biraz daha yaklaşıyoruz. Ama orada durmaksızın Ahlat’a geçeceğiz. En azından camdan da olsa selam vermeyi çok görmemeli. Tatvan, sahiliyle, insanıyla ve tabiatıyla özel bir yer. Geçiş noktasında bulunduğundan olsa gerek, biyografisinde tarihte bilinen pek çok meşhur şahsiyetin ve devletin ismi geçiyor. Fakat şimdilik gezme imkânımız yok. Ufukta Ahlât, ilerliyoruz. Bakıyorum da, gözle görülen her yer yemyeşil. Buralarda bahar yeni başlamış. Yani Akdeniz’den iki ay sonra. Ağaçlar ve çayırlar çiçek dolu. Yeşiller içindeki sarıçiçek hâkimiyeti “Yunus” diyor. Göl boyunca nefis mavi tonlar, bu kadar yoğun ve yüksek sıra dağlar başka bir yerde var mıdır?
“Anadolu’nun Kapısı Türkiye’nin Tapusu”
Ahlat’a girince bizi gezdirecek ve ağırlayacak olan Ali Yalçın Beyle haberleştik. Daha önce Kastamonu seyahatinde rehberimiz olmuştu; tarihe ve tarihi değerlerimize hayran, donanımlı birisi. Bu sebeple verimli bir seyahat olacak diyebilirim. Çok geçmeden Ahlât limanı yakınında buluşuyoruz onunla. Otobüse alıyoruz kendisini. İlk durağımız Abdurrahman Gazi Türbesi olacak kısmetse.
Ali Bey, vakit kaybetmeden bilgilendirmeye başlıyor bile. “Sağdaki liman, diyor, üç bin yıllık.” Kazım Karabekir de kullanmış burayı. Şimdiki yeri asıl limandan biraz daha kuzeye kaydırılmış. Bir yandan dinleyip bir yandan gözlem yaparak türbeye geldik. Bu civarın en görkemli dağı Süphan bütün heybetiyle dimdik. O, Türkiye’nin en büyük ikinci yüksekliği. Nasıl da büyüleyici.
Türbeyle beraber burada bulunan diğer mezarlar sahabe bahçesi. İki yüz kadar sahabe yattığını öğreniyoruz. Hazreti Ömer’in, Allah ondan razı olsun, son senesinde fethedilmiş burası. Şehitler o günün şehitleri. Abdurrahman Gazi ise, Muaz Bin Cebel Hazretleri’nin oğlu imiş. Türkiye’de aynı ismi taşıyan üç türbe bulunduğunu biliyorum. Buradakini ve Van’dakini yakından görsem de Erzurum’dakini uzaktan görebildim.
Ali Bey, asıl ziyaret burası diyor. Diğerleri, onun adına hürmeten yapılmış. Söylediğine göre, Abdurrahman Gazi’nin mezarını, Üstadın, kardeş olan iki talebesi bulmuş. Ne güzel. Seyyid ve Şeriflerle Selçukilerin bu şehirde buluşması kaderin nadide bir cilvesi. Ahlat’ta yirmi dokuz mezarlık bulunuyormuş. Ertuğrul Gazi’nin babası Kayı Mezarlığı’ndaymış mesela. Bir de son iki asrın manevî mimarlarının cedleri de burada yatıyormuş. Ahlât gerçekten çok özel bir yer.
Konuşan Taşlar
Ahlat’ın taşı meşhur; fakat iki çeşit olduğunu görmeyen bilmez. Biri hayli esmer, diğeri de kızılımsı iki taş. Kızıl olanı Süphan’ın, esmer olanı da Nemrut’un armağanı. Bu iki dağ, Yüce Yaratıcının kendilerine sunduğu hediyeleri etrafındaki insanlara vererek sünnet sevabı alıyorlar. Öyle ya, “Hediyeyi hediye etmek sünnettir.”
Kızıl topraklar magnezyumun, siyah topraklar da demirin yoğun olduğunun işareti diyor rehberimiz. Zaten cevizden üzüme, yaban armudundan yani ahlattan pek çok meyve ve sebzeye kadar magnezyum ve demir deposuymuş burası. Öyle sanıyorum bal, et ve süt ürünlerinin lezzeti de bu volkanik dağların mineral zenginliğiyle ilgilidir.
En az bin yıllık bir gelenek olan taş işçiliği ise en köklü Anadolu sanatlarından. Burada, Ermeni ustaları anmamak vefasızlık olur. Çünkü Anadolu’muzdaki pek çok sanat ve zanaatta onların da emeği var. Etrafta bunca kıymetli taş varken usta olmamak mümkün değildir belki; ama işlenmiş ve birer şahesere dönmüş taşları görünce, bu kadar da olmaz diyor insan.
Şimdilerde taş ustalığı kursları açılmış. Yepyeni ustalar yetişiyormuş. Ne kadar da sevindirici. Çoğunun ismini bile bilmediğimiz nice kıymetli ustanın eseri, büyük bir milletin hafızası ve dili olarak dimdik ayakta duruyor. Ve duyabilene, konuşuyorlar sessizce.
Dünyanın En Büyük Selçuklu Mezarlığı
Rehberimiz, Filipinlerden Amerika’ya, dünyanın dört bir yanına hicret eden sahabe efendilerimizle günümüzdeki iz düşümlerinden bahsediyor. Onlar, o günün şartlarında, neredeyse dünyanın her yerine ulaşıyorlar. Bugünün muhacirlerinin gittiği bütün noktalar, vaktiyle onların iziyle nasiplenmiş. Dünyanın yüzü onlarla gülecek inşallah. Türbe ziyaretinden sonra dünyanın en büyük Selçuklu mezarlığına geçiyoruz. İlk önce Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın torunu Emir Bayındır’ın türbesine varıyoruz.
Bu türbenin dünyada iki örneği olduğunu öğreniyoruz; Türkiye’de ise tek. Kıble yönü sekiz sütunlu, yarı açık bir türbe bu. Sekiz sütun veya sekiz köşe, cenneti temsil ediyormuş; açık kısımlar ise sonsuzluğu. Klasik “Bey” türbelerinde definler zemin kısma yapılarak açık yer bırakmadan kapatılıyormuş. Kümbetin içine de bir nevi mozole bırakılarak ziyarete uygun hâle getiriliyormuş o zaman. Rehberimiz, yağma yapılmasın diye böyle olabileceğini söylüyor. Akşehir’de Seyyid Mahmut Hayranî Hazretleri türbesinde de görmüştüm bunu.
Ebediyete Açılan Taştan Otağlar
Ahlat’ta on dört kümbetin varlığını öğrenince, buranın kümbetler şehri olduğuna hükmediyorum. Türkistan steplerindeki göçebe kültürün çadırları, yerleşik hayatta taşla yeniden yorumlanmış ve ortaya kümbetler çıkmış. Rehberimiz, Kırgız, Kuman ve Kıpçak çadırlarındaki külah ile kümbet külahları özdeş diyor.
Bahsi geçen çadırlar dıştan sade, içten süslü ve görkemli görünür. Sanat tarihinden biliyorum, Selçuklu kümbet mimarisinde dışta süs, içte sadelik gözetilir; Osmanlı’da ise tam tersi. Bunun için Selçuklu dönemleri, Türkistan steplerinden Osmanlı medeniyetine geçiş aşamasıdır denilebilir.
Günümüzde vatan kelimesiyle aynı mânâya gelen “yurt,” Türklerde ‘büyük çadır’ anlamında kullanılıyor. Bunun için, Osmanlı’nın son dönemlerine kadar süren Yörük Türkmen aşiretleri iskânında, verilen topraklara “yurtluk,” yani çadırlık yer, ‘vatan’ tabiri kullanıldı. Şimdiki şark odası ise bizim öz malımızdır.
Ahlat’ta Kaya Evler
Eski Ahlat’a geldik. Burası Ahlâtşahlar’ın merkeziymiş ve 1280’lerde seksen bin nüfusa ulaşmış. Yani pek çok ilimiz ortada yokken, burası büyük bir şehirmiş aslında. Kale ve kaya evleri Hurriler’e aitmiş. Kapadokya benzeri bir mantık uygulamışlar gizlenmek için. Kayalar içine, düşman geldiği halde görünmeyecek küçük evler oymuşlar. Burayı İslam şehri olduğu halde sadece Celalettin Harzemşah ilhak etmiş. Bundan dolayı kısa sürede vefat ettiği düşünülüyor.
Çevrede işlenmesi kolay ve dayanıklılığı gittikçe artan taşların bolluğu, yerleşimi cazip kılmış. Türklerden önce de Ermeniler yerleşmiş Ahlat’a. Milattan sonra üç yüzlerde yerleşen Hıristiyanlar, iki oda bir şapel şeklinde oturma düzeni kurmuşlar. Pek çok kavim gelip geçtiği için pek çok sembol kalmış burada. Mesela Ezidiliğin dini sembolü tavus gibi.
Daha Çok Köprü Kurmalıyız
Gezi grubu tarihi bir köprüde oturup dinlenirken rehberimiz anlatıyor: “Antakya’da bir papazdan dinlemiştim. Vaktinde bir babanın iki oğlu varmış. Tarlalarının ortasından su geçiyormuş. Baba vefat edince küçük oğul her iki tarafı da almak için uğraşmış ve almış. Büyük oğul bir usta çağırmış. Aramıza bir duvar ör de yüzünü bile görmeyeyim demiş.
Usta büyük kardeşin tarafından küçük kardeşin tarafına köprü yapmaya durmuş. Küçük kardeş, ağabeyim bana ulaşmak için köprü yapıyor, diye şaşırmış. Ağabey geldiğinde bakmış ki duvar değil köprü var. Ben duvar istedim, sen köprü yapmışsın, diye çıkışacakken küçük kardeşi görünmüş. Özür dilemiş ağabeyinden. Nihayetinde barışmışlar. Büyük kardeş, ‘Usta, sen aramızı buldun, gitme,’ derken, küçük kardeş de, ‘ağabey, daha çok köprü kurmamız lazım,’ diye tebessüm etmiş.” Günümüz barış elçilerinin yaptığı gibi.
Kubbet’ül İslam veya İslam’ın Kubbesi
Malazgirt Zaferi’nden sonra kurulan Ahlâtşahlar, şehre “altın çağ”ını yaşatmış. Sınırlar Erzurum ve Diyarbakır’a kadar dayanmış ki az değil. Şehir, Türk kültürünün nadide eserleriyle bezenmiş. Bugün Muş’un Bulanık İlçesi’ne bağlı Abri köyü Ahlat’ın ilim yuvası imiş o vakit. Abri ve Ahlât’ta yetişen âlimler, şehrin adını dünyaya duyurmuşlar. Böylece Ahlât, Belh, Buhara veya Merv ile birlikte Kubbet’ül İslam; yani İslam’ın kubbesi olarak anılır olmuş. O zaman nüfus üç yüz bin civarındaymış. Orta Çağın büyük şehirleri olan Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Musul ne ise Ahlât da o imiş. Bugün insanları buna inandırmak hayli zor olur.
Büyük Ustalar Ocağı
Buradan gerçekten büyük ustalar çıkmış. Konya Alâeddin Camii’nin nefis kündekâri minberini yapan ahşap oyma ustası El-hacc Mekki bin El- Hilatî, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifa’sını yapan taş oyma ustası ve mimar Hürşah El-Hilatî, Tercan’daki Mama Hatun Türbesi’nin mimarı Ebu-Nema bin Mufaddalu’l Ahval El-Hilatî, on üçüncü asırda Marâgâ’da meşhur astronomi âlimi Nasîrüddin Tûsî ile birlikte çalışan Türk âlimi Fahreddin Ahlatî o büyük ustalardan sadece birkaçı. İsimlerin sonundaki el-Hilatî veya Ahlatî ibaresi, Ahlâtlı manasına geliyor. El-Hilatî; yani Ahlat: İçinde pek çok milletin karışıp kaynaştığı yer demek aynı zamanda.
Bir Kavmin Şahadet Parmakları
Güzel Anadolu’muzun tapusu olarak görülen mezarlıkla karşılaşınca insan ürperiyor. Elbette korkudan değil, hürmetten dolayı. Çünkü burada sahabeler, Malazgirt şehitleri, seyyid ve şerifler yatıyor. Sultan Alparslan, zafer sonrası Süphan eteklerine gömülen Malazgirt şehitlerinin na’şını, Ahlat’taki sahabelere hürmeten buraya taşıtmış. Süphan Dağı’nın Malazgirt’e bakan taraflarında köy isimleri Selçukludan kalmaymış hâlâ.
Türkistan coğrafyasındaki balbalları andıran Ahlât mezar taşlarının şahideleri (başucu taşı) nefis taş oyma örneklerinden. Boyları iki, üç hatta dört metreyi bulabiliyor. Şahidenin görünen kısmı kadar yeraltında da uzantısı varmış. Kadılar mezarlığındaki şahideler hakkaklığın zirve örnekleri kabul edilebilir. Öyle ki, halı gibi dokunmuş sanki. Kimi mezarların, başucu ve ayakucu taşlarıyla beraber sanduka veya lahit tarzında yapıldığı görülüyor.
Bu mezarlar genelde Selçukluların diyor rehberimiz. Şahideli mezarlar da Akkoyunlu ve Ahlâtşahlara aitmiş. Sekiz bin beş yüz civarındaki mezar taşının önemli bir kısmını tarihi eser kaçakçıları tahrip etmiş. Ayakucu taşları da cami ve benzeri yapılarda kullanılmış. Yine de bu kadarının bile günümüze kalması Allah’ın bir lütfu.
İşgal sırasında Rusların da gadrine uğramış burası. Rus askerleri şehre hava kararırken girdiği için bu taşları bizim askerler sanıp uzun müddet yaylım ateşine tutmuşlar. Bir türlü yıkılmadıklarını görünce de korkmuşlar. Lakin sabah olunca öğrenmişler gerçeği. Şehitlerin mezar taşı bile düşmanı durdurmaya yetiyor anlaşılan.
Kale, Nam-ı Diğer: Gala
Anadolu’muzun tapusu ulu mezarlıktan dualarla çıkıyoruz. Sırada sahil kenarına kondurulmuş Osmanlı kalesi var. Allah’tan yürüyerek gezmiyoruz. Vasıtayla gezmek dinlendiriyor ve zaman kaybını en aza indiriyor. Rehber kadar olmasa da araç da önemli. Mesafe uzak olmadığı için hemen ulaştık işte.
Bir kısmı restore edilen kale on üç burçlu hayli büyük bir yapı. Mimar Sinan’ın eseri olması ve Yavuz Sultan Selim döneminde inşasına başlanıp İkinci Selim döneminde tamamlanması önemli bir detay. O zamanlar kale önünde işlek bir liman bulunuyormuş. İpek yolu ticareti için mal nakli ve doğuya giden askerlerin sevkiyatı hep buradan yapılıyormuş. Şimdi banileri gibi sükûn içinde.
Kale içindeki Kadı Mahmut Camii’ne varınca biraz soluklandık. Sade ve zarif bir cami bu (1584.) Kıble yönündeki avlusuna davul hane yapılmış. Burası bir nevi acil durum; yani siren merkeziymiş. Düşmanın geldiği fark edilince davullar çalınarak tedbir alınması sağlanıyormuş. Ruslar buraları işgal edince garnizon ve depo olarak kullanmış mabedi. Her biri bir hazine değerindeki bu ata yadigârı eserlerin sapasağlam ayakta kalması büyük nimet. Coğrafi olarak Van Gölü’nün hilâli içindeki şehrin, bölgenin en çok tarihi eserini barındırması tesadüf değil.
Ahlat’ta Akşam
Vakit akşama yaklaştı. Gezilip görülecek yerleri genel itibariyle gördük ve dinledik. Üstümüzde tatlı bir yorgunluk var. Öğle yemeğimizi kermeste yediğimiz için henüz aç değiliz. Hanımları misafirhaneye bırakıp Ergezen Ulu Camii avlusuna doğru adımlıyoruz. Orada güzel çay yapıldığını öğrendik. Sözdü sohbetti derken deniz gören teras avluya ulaştık. Hemen çayları söyledik ki şöyle bir güzel dinlenelim. Kıymeti bilinen kısa bir zaman, bazen upuzun bir yıla bedel olabilir
Göl manzarası gerçekten nefis. Masmavi çarşaf gibi uzanıp giden sular hangi yöne baksanız dağlarla çevrili. Tam karşımız Gevaş Sıradağları. Onun sol tarafında Erek Dağı. Sağ tarafımıza doğru Nemrut. Gerimizde ise güzelim Süphan. Dağ zirveleri hepten kar. Gökyüzü akşam şenliğinde. Bu yörede kaçak çaya aşina olduğum için Türk çayı gelince şaşırdım ve sevindim. Üstünde tazeliğin işareti çeperler. Çay, tam kıvamında. Suyundan mıdır bilmem, nereye gittiysek lezzetli çaylar içtik. Allah dert vermesin, sadece böylesi bir an bile uzun bir saadet addedilebilir. Ahlât, gözlerden biraz daha saklansın bakalım. Belki kıymetli zamanlarda keşfedilir.
Yemek Zamanı
Güneş çekildi. Ezanı takip ederek kaymakamlık istikametinde yakın bir cami bulduk. Namaz sonrası, ferahlamış olarak otobüsümüze yürüdük. İstirahate çekilme zamanı yaklaşsa da acıkanlar olduğundan lokantaya geçtik. Akgün Restaurant’ın kavurması meşhurmuş. Ondan istedik. İlk önce garnitürler geldi tabii. Soğan ezme, sarımsaklı havuç sosu, salata ve Ahlât şalgamı, derken sofranın sultanı kavurma teşrif etti. Küçük boy bir tabak içinde nefis ve doyurucu bir lezzet bu. Zeytinyağıyla yapılması bana şaşırtıcı geldi. Her biri ayrı bir tat olan yiyecekler bir yana, buraya has bir şalgamın (Kale Bağı) üretilmesi beni ziyadesiyle mutlu etti.
İşin erbabı daha iyi bilir; fakat Kozan şalgamıyla rahatlıkla boy ölçüşeceğini sanıyorum. Elbette ki bu şehre mahsus başka yöresel yemekler de var; lakin onları keşfetmek için birkaç gün kalmak gerek. Balı, cevizi, kayısısı, kirazı ve otlu peyniri eve dönerken alınası ürünlerden. Ayrıca, zanaatkârlık eseri Ahlat bastonlarını zikretmezsek olmaz.
Anılarımızda özel bir yer edinecek olan bu güzel yemeği ısmarlayan Amasyalı Abdullah Üncel Bey’e şükranlarımı sunuyorum. Kastamonu gezisinden sonra bu unutulmaz gezinin de organizesi ona ait. O ve onun gibi, pek çok gönüllü kültür elçisi mevcut ülkemde. İnsanlık böylesi kimselere çok şey borçlu. Belki nice başka şehirleri de birlikte gezmek nasip olur. İnşallah.
Ahlat, Bir Kez Daha Hoşça kal
Şükür ki, dopdolu güzel bir gün bahşedildi bize. Bir rüyayı andıran seyahatin ilk durağı, kalp ve zihnimize zengin çağrışımlarla nakşoldu. Ömrümüz oldukça ve nasip çağırdıkça, kim bilir daha hangi şehirleri görmek kısmet olacak. Her şehrin kendisine mahsus yankısını duymak ve sokaklarında adım adım, nakış nakış dolaşmak büyük bahtiyarlık. Bakanın nazarına göre kıymet kazanan yolculuklarda şehrin nabzı tarihte, insanın nabzı çarşılarda atıyor. Ama illaki kalemle dokunmak şart. İnce fısıltıları yakalamak ve her güzel detayı satırlara geçirmekse ancak hissetmekle mümkün.
Ahlat’a, bu kutlu bahçeye on altı yıl aradan sonra bir kez daha hoşça kal derken, yıllar önce onun için yazdığım bir şiiri, “Ahlat’a Serenat”ı sözüme nokta eyliyorum: “Turkuaz akşamlar içinde durur öylece;/ Duru bir göl, al bir gül, saklı bir il: Ahlat./ Göl ki Van Gölü,/ Lacivert sabahlarda gülümser,/ Gülse Medine gülü.// Işıktan izlerle yürür/ Gelin mi, tavus mu bu şehir?/ Her günü yeni bir sevinç,/ Geceleri yıldızlar örtülü./ Sözü İnşirah, özü Kevser,/ Gözü, ağyara sürgülü./ Taş taş üstünde cihanlar yükselir./ Taş, Ahlat taşı; cihanlarsa cavidanlar sırdaşı./ Ne vakit ordan geçsem rüzgârı görgülü./ Süphan susar, eski hatıralar eser./ Zaman zamanla örgülü.
Hasan Çağlayan
Mayıs 2014 Antakya
(*Bu yazı daha önce”Yağmur” dergisinde yayımlanmıştır.)