Hasan Çağlayan

Dünya Lezzet Başkenti: Hatay

Okuma süresi: 12 dakika

Bu şehirde, sokakta dolaşan herhangi bir vatandaşın gurme seviyesinde bir lezzet algısına sahip olduğunu söylersem abartı olmaz. Köyde olsun, şehirde olsun fark etmez, hamarat bir Hatay kadınının yemekleri, Michelin yıldızlı aşçıları bile gölgede bırakacak mertebededir. Bundandır ki bu şehir, dünya çapında “lezzet başkenti” ünvanını kesinlikle hak etmiştir.

Hak etmiştir; zira bu şehrin “Zeytinyağlı sarması,” “Oruk”u, “Aşur”u, “Ispanak ve Kabak boraniyesi,” “Öcce”si (Mücver’i,) “Mualla”sı, “Kısır”ı, “Patates köftesi,” “Kemmünlü (kimyonlu) biberli aşı,” “Biber, Patlıcan ve Kabak dolması,” “Ekşi aşı,” “Lübye”si, “Künefe”si, “Kabak tatlısı,” “Taş kadayıfı,” “Peynirli irmik helvası” ile damağını şenlendiren herhangi bir şikemperver, o ana kadar yaşadığı ömrü boşa geçmiş sayabilir. Bundandır ki, Hatay insanı, böylesi tatlarla yaşanacak kısa ve bahtiyar bir ömrü, az yemekli uzun bir hayata seve seve tercih etmiştir ve ediyor da. İşte, bunca zengin bir kültürün bir parçası olarak yaşadığım yıllardan dolayı bahtiyarım ben de.

Şu kadarını söyleyeyim ki gurme bile olsalar, gezginlerin bu şehrin gerçek lezzet dokusuna vakıf olmaları neredeyse imkansızdır. Bunun için ya evlerle içli dışlı olmalı ya da buradan biriyle evlenmelidirler. Böyle olmalı ki birinci sınıf malzemelerle ne büyük lezzet inkılâpları gerçekleştiriliyor görsünler. Açıkça söyleyeyim ki, ben, ancak buradan evlenince fark ettim bunları. Ondan söylüyorum.

Ne kadar anlatmaya ve aktarmaya çalışsam da biliyorum ki Hatay ve yemek, kesinlikle müstakil bir kitap konusudur. Çünkü her bir yemeğin malzeme ve yapılışı yanında bir de lezzeti vardır anlatılacak. Arap kültürü başta olmak üzere pek çok milletin katkısı olan bu lezzetlerde asırların hassas terazisinde tartılmışlığın tescili ve nişanı vardır. İşi bilenlerin bana hak vereceğini sanıyorum.

Mübarek Fırınlar

Bu şehrin karakteristik görünümünde fırınlar  olmazsa olmazdır. Adana ve Maraş dahil, Kilis, Antep, Urfa ve Mardin’e kadar bir kamu mutfağı işlevi gören fırınlar, Güney illerinin ve belki de bütün Arap coğrafyasının esas oğlanıdır. Haklarında müstakil bir kitap yazılmayı hak eden fırınlar, canın boğazdan gelmesinden ve kalbe giden yolun mideden geçmesinden dolayı kutsal ve mübarek değerler mesabesindedir. Eski çağlardan beri demirciler neyse, artık fırıncılar da o olmuştur buralarda. Bir farkla ki, bunlar, ekmek kavgasının ve hayat savaşının lezzet tedarikçileridir.

Öyle ki, bu ilde ve bütün Güney illerinde, herhangi bir fırını gözlemleyen birisi, evinde yemek pişiren yoktur sanır. Çünkü küçük veya büyükçe bir tepsiye kıyma, kebap, tavuk hazırlayan ya da domates, kırmızı biber ve patlıcan üçlüsünü dizip Abugannuş için fırına gelen hiç de az değildir. Hanımlar bu konuda elbette büyük bir avantaj elde etmiştir.

“Tepsi kebabı” ve “Kâğıt kebabı” gibi hükümdar yemekleri ile “Abugannuş” gibi sebzeden mürekkep halk yemeklerinin her biri ancak saraylara layıktır. Bir de yine etsiz yemek olarak “Bakla humusu” ve “Nohut humusu” vardır ki, bunlar benim bile varlığını epey geç öğrendiğim lezzetlerdir. Nohut humusu ve “Tuzda tavuk” konusunda Reyhanlı bir numaradır; demedi demeyin.

Muhteşem Lezzetler

İşte, bu hayat ve can noktalarında “Tırnaklı pide”den “Tandır ekmeği”ne, “Halebî ekmeği”nden “Antakya simidi”ne, “Sembüsek,” “Biberli” ve “Katıklı”dan “Ispanaklı”ya kadar ne ararsan bulunur. Gerçi saymakla bitmez lakin, o inanılmaz “Kaytaz böreği,” “Zeytinli ekmek,” “Kahke,” “Külçe,” hurmalı, cevizli, bademli, Antep fıstıklı ve sade “Ramazan kömbesi” de bu fırınlardan geçer.

Kömbe veya Kerebiç  denilen şey nedir, diyecek olursanız, o, basbayağı ağızda dağılan tatlı bir kurabiyedir. Kendine mahsus ahşap kalıpları vardır. İyisi tereyağlı olur ve evlerde yapılır. Zaten yukarıda saydığım ve aşağıda sayacağım envai çeşit lezzetlerin geneli evlerde yapılır. Yapılır ve nefis bir ziyafet olarak hane halkının veya misafirlerin sofrası şenlendirilir. Şu kadarını söyleyeyim ki, biri anlatılsa diğerinin hakkı geçebilecek bu nimetler, Yüce Mevla’nın yalan dünyada bahşettiği nefis armağanlardır ve bir kez tadanı bir daha iflah etmezler.

Yine  özellikle ramazan ayı boyunca sofra şenlendiren bir nimet daha vardır ki tatmayan bilmez. Bu nimet, iftardan sonra mide şişkinliğini gidermek ve hazmı kolaylaştırmak için içilen “Meyan şerbeti”dir. Bu şerbet, yoğun şekeri ve hafif topraksı tadıyla, ilk önce biraz tuhaf gelir; lakin boğazda bıraktığı serinliği ve damakta dolaşan aromasıyla sonradan bağımlılık yapar.  Ben artık evde kendim hazırlar oldum.

Sair Tatlar

İsimlerini zikretmeden geçemeyeceğim lezzetler arasında “Zahter salatası,” “Zeytin salatası,” “Çökelekli salata,” “Firik (yeşil buğday) pilavı,” “Kahvaltılık zahter,” “Cevizli biber,” “Patlıcan yoğurtlama,” “Tuzlu yoğurt,” “Attun,” kırma ve çizme zeytin, “Halhalı zeytini,” Künefe peyniri, “Harnup (keçiboynuzu) pekmezi” ve “Nar ekşisi” de vardır. Bunlardan yalnızca zahter salatası bile tek başına efsanedir.

Ayrıca bu yerler incir bölgesidir. “Sütlü sarı” başta olmak üzere yirmiye yakın çeşidi bulunur; ama nemden dolayı Aydın inciri gibi dalında kurumaz; tazesi caziptir. Köylüler taze ve olgunları ikiye yarıp güneşte kuruturlar. Bir de bundan “Belben” yaparlar ki onun da sofrada özel bir yeri vardır. Özellikle ceviz veya tahinle yenilen bu güzel pestil, ekseriyetle  kışın tüketilir. Bunlar, eskiler için paha biçilmezdi diyorlar. Şimdikiler yemez olmuşlar.

Bu coğrafyanın sadece inciri değil, Hassa’nın şerbet gibi üzümleri, Samandağı, Altınözü ve Karaksı’nın kırmızı biberi, o bal küpünü andıran “Kırıkhan kavunu” ve meşhur “Belen tavası” da tadılası lezzetlerdendir. Ayrıca bir de Kömür Çukuru pekmezi (Külek pekmezi)  ve “Yayladağı lokumu” vardır ki, bu lezzetler, diğer bütün balıkların yanında hamsi gibidir.

Hatay Döneri

Bu aperatif, evlerde olmayan en ünlü yemektir. Ekseriyetle tavuk dürüm olarak tüketilir. İlk kez yiyen biri hemen bağlanmaz buna. Sosuyla, ekmeğiyle değişik gelir biraz; ama birkaç kez yedikten sonra bütün dönerler tahtından düşer. Közde ısıtılan  ince yufkaya, salçalı sos sürülerek, kafi derecede tavuk döner, patates kızartması, soğan, turşu ve mayonez eklenerek dürümlenir. Yanında süs biberi ve tercihen ayranla servis edilir. Zurna Döner, Abdo Döner, Kebo, Rummani ve Pehlivan Döner gibi adı öne çıkan pek çok dönerci olsa da, ben, ekseriyetle ailecek Pehlivan Döner’e giderim. Bir müddet yemeyince özleriz.

Öne Çıkan Lezzet Durakları

İsim vermek bir yönüyle güzel olsa da ismi verilmeyen mekânlar küser. Yine de ev yemekleri çeşidiyle şehir merkezinde “Sultan Sofrası,” yeni sanayide de “Lezzet Lokantası” önde gelir. Antakya çarşısında, evlerdeki kaliteyi aratmayan tepsi kebabı yapımında iki yer dikkat çeker:  “Aydın Kasabı” ve “Pöç Kasabı.” Tepsi için Aydın’ı tercih ederim. Dana omurgasından yapılan “Pöç” yemeğini ise geç öğrendim ve henüz denemiş değilim. Öte yandan, Bakla-Humusçu olarak “Çayırcı Baklacı,” tost mekânı olarak da “Atilla Tost”un adı öndedir. Yine de her şehirde olduğu gibi burada da ismi duyulmamış nice lezzet durağı vardır.

Künefe konusunda da közde ve tereyağlı olarak “Duyar künefe,” “Çınaraltı” ve “Bellur” öndedir. “Şam tatlısı,” “Züngül,” “Müşebbek,” “Taş kadayıfı,”  “Kabak tatlısı” ve “Lokma”  her tatlıcıda güzel olmakla birlikte,  köprübaşı civarındakiler tam merkezde yer aldığından ve sirkülasyon fazla olduğundan daha çok bilinir. Yine de detaya inildiğinde farklı isim ve işletmeler olduğu aşikârdır. Bir işyerinin veya kişinin isiminin duyulması, ürün veya eserinin rağbet görmesi açısından önemlidir. Ya da tam tersi, bir ürün veya eser güzelse, doğal olarak rağbet de görür; ismi de duyulur.

Sahilde Gün Batımı

Antakya gezilerinde, şehre çok yakın olan denizi de eklemek isabetli olur. Kişi veya grup fark etmez, ben, misafirlerimi Samandağ sahiline götürürüm genelde. Sahilde özellikle sabah veya akşam yürüyüşü harikadır. Tam denizin kumsalla buluştuğu ıslak çizgide yürümek inanılmaz rahatlatıcıdır. Bununla birlikte, sessiz bir koyda, kumsalın veya çakıl taşlarının üzerine serilen bir sofrada kahvaltı ve de kendi elinle yaptığın balık ızgara da enfes gider. Bunu ailecek veya arkadaşlarla defalarca tecrübe ettiğim oldu ki tadı dimağımdadır.

İşte bu kıyılarda koruma altına alınmış kum zambağını ve karettaları görmek de mümkündür. Ben o dev kaplumbağayı bir kez görebildim yalnızca. Sürüklendiğini sanmıştım. Meğer yumurtlama zamanı geliyorlarmış. Bunu sonradan öğrendim.  Pek çok kişinin bu sahile karetta geldiğinden haberi bile yoktur sanırım. Konuyla ilgisi olmayan birinin bundan haberdar olmaması gayet normal. Kum zambağına gelince, daha kendi görülmeden kokusu duyulur; mis gibi, ben buradayım der.

Çevlik Tatil Köyü

Çevlik ve bu kıyılar ne yazık ki çok da bakımlı değildir. Bunun temel sebebi, bu uzun sahilin açık denize ve oradan gelen çöplere karşı korumasız oluşudur. Aslında korunması da pek mümkün görünmüyor. Çünkü gemilerden atılan veya ta Mısır ve Lübnan taraflarından akıntıyla gelen çöpler  kıyıyı sürekli kirletiyor. Bir de Asi nehri bu kıyıya boşaldığı için turizm açısından cazibesini yitiriyor buralar. Bunun için, her yaz sezonuna girerken, okullar aracılığıyla bütün kıyı temizlenir. Bir iki kez benim de katılmışlığım vardır buna. Ayrıca bir başka problem olarak da “Rib akıntısı” söylenebilir. Bu, ciddi ve büyük bir problemdir; çünkü sık sık görülüyor. Ölümlere sebep oluyor hatta.

Şiirli Yalnızlık

İşte, bu kıyının bir kasabası olan Mağaracık’ta, askerlik süresini saymazsak, üç yıl çalıştım; iki yıl yaşadım ben. O büyük yalnızlık günlerinde, ki her yalnızlıkta biraz iradilik vardır, gece fırtınasına şahit oldum; dalga seslerini dinledim. Geceleri açan “Kolonya çiçeği”ni tanıdım; şiir yazdım ona. Mandalina bahçelerinin o büyülü kokusuyla mest oldum. Elbette okudum ve yazdım. “Samandağ gazetesi”nde pazartesi, perşembe günleri şiir ve denemelerim yayımlandı; onları “Gök Mavi Yer Masal”a ve “Yağmurlu Sözler”e dahil ettim. Yazarlığım burada başladı benim. Yıl 2001. Unutamam.

Yalnızca yazarlığım değil, deniz aşkım da burada başladı. Bu kıyıda gün batımı farklıdır. Batı tarafı göz alabildiğine deniz olduğu için, güneş, sulara gömülür gibi batar. Seyretmek için nerdeyse her gün sahile yürümüşlüğüm vardır. Denizin sabahını akşamını, balıkçı teknelerinin gidişini dönüşünü gördüm. Adıyla, tadıyla balıkları öğrendim sonra. İlçedeki “Işık Balıkçılık”ın müşterisiyim. Cevdet Usta, balığın her zaman tazesini verir. İsimleri nedir, hangi balık nasıl pişirilir öğretir. Ona şükran borçluyum.

Rüzgârlı Balık Avı

Biliyorum, hiç de romantik değil; ama balık avına bile çıktım. Evet, farklı bir avdı bu. En az yüz metre veya daha da uzun bir misinanın on metrelik uç kısmına plastik mini balıklar ve en uca da şişirilmiş büyük bir poşet takılarak yapılan bu av gibisini ne gördüm ne de duydum. Rüzgârın önüne bırakılan içi hava dolu poşet, yemlenmiş oltayla dolu misinayı kısa sürede, ancak tekneyle gidilebilen yerlere taşıyıveriyor. Hemen bir makara ile geri sarılan misinaya kısmete göre balık takılıyor.

Ortalık alacakaranlıkken ve meltemin denize estiği zaman gerçekleştirilen bu avda, daha ilk seferde on kadar iri palamut yakaladığımızı hatırlıyorum. Devamlı bununla meşgul olan ve bize de öğreten Emin Usta’nın çeşitli ve çok lezzetli balıklar yakaladığını bizzat kendisinden dinledim. Sonradan devam etmedim bu işe; ama bir anı olarak aklımda kaldı işte. Emeklilik için kurduğum hayalin ilk görev yerimde nasip olması, gerçekten büyük bir lütuftu bana. Sonsuz şükür.

Boncuk Mavisi Kıyı

Bilenler bilir, Çevlikten Arsuz ve İskenderun’a bir kıyı yolu uzanır. Ailecek veya arkadaşlarla birlikte, sakin ve temiz koylara buradan gideriz. Şayet bu yol genişletilerek asfaltlanırsa tek başına bir turistik etap olabilir. Çünkü beş on metre yukarıdan bakınca, denizin rengi boncuk mavisi görünür. Hatta Kel Dağ’a (Cebel-i Egra’ya) doğru turkuaz bir renk oluşur ki daha güzeli ancak Van Gölü’ndedir. Beyaz köpüklü dalgalarla, pamuk yığını bulutlarla harika bir manzarası vardır buranın.

Arsuz’da ise ayrı bir kıyı güzelliği karşılar insanı. İzci liderliği yaparken “Uluçınar”da ve “Soğukoluk”ta kamplar yapmıştık. İskenderun ve Arsuz, hem limanın hem de gerisindeki Amanoslar’ın avantajıyla çok güzel bir coğrafyadır. Ama yine de yazın yoğun neminden kurtulamaz. Bir yönüyle büyük bir avantaj olan dağlar, nemin kıyıda kalmasından dolayı dezavantaja dönüşür. “Her nimetin bir külfeti vardır,” diye boşuna dememişler.

Titus Vespasianus Tüneli

Karstik kayaçlardan oluşan bu bölgede, yüz metreden fazlası kapalı ve yaklaşık bir  kilometresi de açık olarak yontulan bu tünel, insan azminin zaferidir. İki bin yıl önce, Roma kralı Vespasianus ve oğlu Titus tarafından, dağdan gelen sellerin aşağıdaki limanı doldurma riskine karşı açtırılmış. Bugün, derenin ağzını kapatan yüksek bent ile limanın iri duvar taşları halen duruyor. Liman yeri ise tarla ve sazlık bugün. Tünel sapasağlam; ama çıkışın ilerisindeki karstik duvar, tarla sulamak amacıyla kasten yıkılmışa benziyor.

Defne Kokulu Antik Başkent

Havası, suyu ve deniz manzarasıyla nefis bir coğrafya olan bu yer, Kral Nicator’un da dikkatini çekmiş olmalı ki, burayı “Seleukia Pieria” adıyla, koca Selevkos İmparatorluğu’nun ilk başkenti yapmış. Fakat denizden gelebilecek tehditlere açık olduğu için ve başka politik sebeplerle, başkenti babasının onuruna kurduğu Antakya’ya (Antiochia’ya) taşımış. Kral, bununla yetinmemiş olacak ki Isparta “Yalvaç” dahil, yeni kurduğu on altı şehre babasının adını vermiş; yani “Antiochus.”

Bugün, tünelin önündeki taş kemerden başlayarak, “Beşikli Mağara”ya doğru giden patika boyunca yürüdüğünüzde enfes defne kokusuyla mest olmanız mümkündür; tabii ki mevsiminde gitmek şartıyla. Açıkçası ben, güneşli bir bahar gününde içime dolan o defne kokusunu hâlâ unutamadım. Bir yandan o turkuaz denizi ve buğulu dağı seyretmek, bir yandan da tarihin kuytu bir noktasına yürümek gerçekten yaşanası bir deneyimdir.

Beşikli Mağara

Şimdi ayakta kalan bir tek bina olmasa da, çevrede kalker kayaçlara oyulmuş çokça beşik mezar var. Demek ki antik şehrin bu kısmı nekropolmüş. Aşağıdaki “Almina Limanı”na bakan ve Beşikli Mağara olarak tanınan bu yer, ileri gelenlerin gömüldüğü bir anıt mezarmış. Çokça yıpranmış olsa bile görmeye ve tefekkür etmeye değer diye düşünüyorum. İçlerinde hiç kimse ve hiç bir şeyin kalmadığı boş lahitler, hazinecilerin burayı epeyce yokladığı anlamına geliyor.

Gerek buradan, yani “Seleukia Pieria”dan gerekse “Sardes,” “Gordion,” “Hattuşaş” ve “Tuşpa” gibi sayısız imparatorluk başkentinden geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış. Böyle yerler gerçekten ibretlik. Acaba burada kimler yaşıyordu? O günkü konumları neydi? Ne yer, ne içerler ve nasıl giyinirlerdi? Aşkları, hırsları, özlem ve pişmanlıkları var mıydı?  Bir gün arkalarında boş mezarlardan başka hiç bir şey kalmayacağını bilseler nasıl yaşarlardı? İşte, dünya kimseye kalmıyor.

Kapısuyu ve Batıayaz

Musa Dağı’nın son noktasındaki sırtta “Kapısuyu” köyü rüzgârlanır. Deniz manzaralı bu yer, aynı zamanda hoş bir yayla. Aşağıdaki antik başkenti kuranların hayalini bu köylüler yaşıyor dersem yanlış olmaz. Buradan biraz ötede, kuzey istikametinde, yine bir yayla olan “Batıayaz” köyü nefeslenir. Yazın nemli ve sıcak günlerinden kurtulmak için, hafta sonları buraya kaçan az değildir. Şehrin varlıklı kimselerinden burada daire  kiralayanlar, ev satın alanlar bile vardır.

Çam Kokulu Yaylalar

Yayla köyleri demişken, Hatay’ın yaylalarını anmamak haksızlık olur. Bu şehir ne kadar sıcaksa, buna mukabil o kadar da serindir; çünkü Amanoslar boyunca yaylalarla doludur. Peki, ta Toroslar’a kadar uzanan bu yaylaların tadını kim mi çıkarır; elbette ki köylüler.  Onlarla beraber yöre halkının varlıklı kimseleri ile yerli turistler de nasiplenir buralardan. Havası çam kokan, deniz kokan yaylalar, insanın ömrüne ömür katan doğallıktadır.

Batıayaz’dan başlayarak Fırnız Yaylası, Belen Yaylası, Çardak Yaylası, Çökek ve Alan Yaylaları yöre halkına rahmettir. Gerçi son zamanlarda, güzelim Amanoslar, tarihte hiç olmadığı kadar yanmış ve yakılmış, canım Hatay’ın ciğerleri sönmüş ve sökülmüş durumdadır ya neyse. Bu şüpheli yangınlar, yalnızca bizim değil, gelecek nesillerin de zarar ve ziyanıdır bilene. Birileri dal budak istikbalimizi karartıyor.

İki Mutlu Komşu

Kapısuyu’nun hemen aşağısında kalan bölgede “Vakıflı” Ermeni köyü ile “Hıdırbey” köyü komşuluk eder. Vakıflı, genç neslin eğitim veya kazanç sebebiyle buralardan gitmesinden dolayı neredeyse sembolik bir köy olmuş vaziyette. Zeytinyağı, üzümü ve portakalı tarımsal gelir kaynaklarıdır. Bu köyün sıcak kanlı insanları her Anadolu insanı gibi misafirperverdir.

Ben bu çevreye gelince beyaz greyfurt, mandalina ve portakal görürsem dayanamam. Tıpkı Erzin ve Dörtyol gibi bu bölgenin de portakalı meşhurdur. Özellikle “Zeytinli” köyü portakalı, kokusu, rengi ve lezzetiyle bir başkadır. İnce kabuklu ve bol suludur üstelik. Ticari değeri düşünülerek yağlı kağıda ya da alüminyum folyoya sarılıp saklanır. Beklenen an gelince daha iyi bir fiyata piyasaya sürülür. Bulduğumda kaçırmam.

Hıdırbey’e gelince, bu köyün büfelerden oluşan bir pazarı bile mevcut. Bu mini pazar ufuk açıcıdır. Tandır ekmeğinden reçele, cevizden nar ekşisine, sebzeden meyveye, ve zeytinyağından süt ürünlerine kadar ne ararsan bulunur. Ürünler köylülerin kendi üretimi olduğundan caziptir. Buralar çokça ziyaretçi çektiği için müşterisi de eksik olmaz. Bir değerin ötekine müşteri kazandırdığı bu yerde lokanta ve çay bahçeleri de işlektir her zaman.

Musa Ağacı

Musa Ağacı, rivayete göre Hazreti Hızır ile buluştuğu sırada Musa peygamberin toprağa diktiği kuru asâdan hayat bulmuş. Çünkü Hızır iklimi hayat makamıdır. Ölüler bile dirilir bu makamda. Lakin asâ da Cenabı Hak’tan bir mucizedir. Öyle ki, Rabbi ile sohbetine vesile olmuş nebinin. Bir şairimiz, Taha suresi’nde geçen bu olayı ne güzel nazmeder: “Bu benim asam,/ bu benim değneğim/ Dayanırım ona;/ Onunla davarıma/ yaprak silkelerim/ (Ve meyve çocuklarıma)”

Her insanın kendi dayanağı olan işi ve uğraşı da bir asâ gibi düşünülebilir belki. Yazanlar için kalem, terziler için iğne, ustalar için endaze. Şu var ki bu ağacın o günlerden kalma ihtimali yok; ama bir çay ocağı sığan gövdesiyle turist çekmeyi sürdürüyor. Hemen yanından akan buz gibi su ise doğal kaynak suyudur. Bir güzel içiliyor. Buralar şehirden kaçmak isteyenler için bulunmaz bir fırsat işte.

Söze Üç Nokta

Evet, bir yerden sonra, sözü noktalamak gerekiyor, biliyorum. Ama daha, bir sanat sergisini aratmayan semt pazarlarından piknik yerlerine, düğünlerden taziyelere kadar değinilmesi gereken pek çok konu öylece kaldı. Ancak bir kitaba sığabilecek onca detay, böylesi bir yazı için fazla gelirdi zaten.

Fakat son olarak, buranın da kendine mahsus yöresel bir dili olduğunu hatırlatmasam olmaz. Bunu Antakyalı şair Ali Parlak’ın “Bir hamis günü;/ Bir yorgun adam,/ İnneplikten aşşağı inodu,” diye başlayan “Abbuş Dayı” isimli meşhur şiirine havale ederek söze üç nokta bırakıyorum. Şayet  dimağınızda bu yöreye dair tadımlık birkaç lezzet bıraktımsa ne mutlu bana.

Hasan Çağlayan

Eylül 2015 Antakya

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *