Hasan Çağlayan

Şiirin Çeyiz Sandığı: Maraş*

Okuma süresi: 15 dakika

Bu sefer, akşam güneşiyle girdim Maraş’a. Batı tarafını baştanbaşa çeviren dağların üstünde kızıl güneş müjde gibi duruyor. Etraf hayli serin. Dağ meltemi taptaze, tertemiz bahar havasıyla efil efil. Ona ‘Garbî Yeli’ denildiğini yeni öğrendim. Gözüm Ahir Dağı’nda. Şehir merkezine yaklaştıkça ona da yaklaşılıyor. Dikkatle baktım. Biri nispeten eski, diğeri yeni, iki Maraş görünüyor. Aralarında boydan boya bir tepe uzanıyor gibi. Eski görünümlü şehrin binaları arasında onlarca minare ser çekmiş.

İlginçtir, minareler, tepedeki büyük cami ile birlikte işgalcilere karşı inançla yürüyen direnişçi Maraş halkını düşündürüyor. Tepedeki Sultan Abdülhamid Han Cami yeni bir eser olmasına rağmen şehrin en dikkat çeken yapısı. Gün batımıyla iç içe zarif bir fotoğrafını çekeyim diye uğraştımsa da olmadı. Bir müddet Azerbaycan ve Kuddusi Baba Bulvarlarının kesiştiği yerde fotoğraf çektim. Maraş, şiirin çeyiz sandığı. Çoğunlukla çınarlar şehri olsa da, girişteki bulvarlarda serviler hâkim. Çevre dükkânlarda ise dondurma ve tarhana tabelaları. Şimdilik görünen bu.

Gönüller Yapan Dernek

Sevgili dostum şair Yaşar Beçene’yle buluştuk. Zaten her ne zaman geldiysem yoldaş ve mihmandarım o oldu. Kısmetse, şehri bir güzel gezdirecek yarın. Ben de on yıldır gelip gittiğim Maraş’ı ilk defa altını çize çize okuma fırsatı bulacağım.

Program saati yaklaştı. Davetlisi olduğum Kahramanmaraş Kültür ve Sanat Platformu Derneği’ne Tataristan’dan üç kıymetli edip gelmiş; seyahat vesilem onlar. Yaşar Bey, yanıma yeteri kadar kitap almadığımı öğrenince arabanın istikametini NT’ye çevirdi. Misafir yazarlara imzalamak için birkaç kitap alsak iyi olacak. Şükür ki, Anadolu şehirlerinde bir yerden bir yere gitmek henüz çile değil. Bundan dolayı, vakit kaybetmeden derneğe ulaştık.

Akşam namazı sonrası ortalık hareketlendi. Dernek hayli yeni olmasına rağmen kısa sürede kurumsallaşmış. Her Cuma akşamı mutlaka bir kültürel etkinlik yapılıyormuş burada. Şehrin, kültür ve sanat açısından öne çıkan isimleriyle söyleşi yapılıyor, kâh şiir kâh müzik icra ediliyormuş. Dernek başkanı Malik Akgüneş Bey oldukça aktif biri. Samimi ve cana yakın karakteriyle farklı fıtratların kaynaşmasına vesile oluyor.

Derneğin geniş salonunu otantik görünümlü ahşap divanlarla çevrelemişler. Selamdı kelamdı derken boş yerler birer ikişer doldu. Konuklar, başta Marsel Ğaliyev, Rkail Zeydulla ve Fatih Kutlu Beyler yerlerini aldı. Gördüm ki, âşıklar, şair, yazar ve sanatçılar bir arada. Ayrıca Özel Kahramankent Anadolu ve Fen Lisesi’nden idareci ve öğretmenler de var. Yaşar Bey’in mesai arkadaşı onlar. Ne mutlu ki, sanat ve edebiyatın cazibesi, herkesi kolayca bir araya getirebiliyor. Bu tür etkinlikler, hayatın teneffüs saatleri. Artık, zamanı tutabilene aşk olsun.

“Biz Kardeşiz”

İlk sözü Marsel Ğaliyev alıyor. Kendisi, Tataristan Halk Sanatçısı imiş. Ülkesinde bir yazar için en saygın unvanmış bu. Ayrıca Ğabdulla Tukay edebiyat ödülü sahibiymiş. Anlattıklarından dikkatimi çekenleri not tutmadan edemedim. “Siz, bütün Türk devletleri içinde, bağımsızlığını koruyan tek devletsiniz. Bu bize bir örnek, bir manevi ümit oldu,” diyor. “Biz kardeşiz. Sizin de bizim de unutmamamız lazım bunu.” Zeki Velidi Togan’ın, Akdes Nimet Kurat’ın, Gaspralı İsmail’in ve sair Tatar aydınların aramızda bağ olduğundan bahsediyor.

Türkiye’ye bakışları hususunda anlattığı kısa bir örnekten çok etkilendim. “Rus döneminde Kırım’a tatile gidilirdi. Orada, yüksek bir yere çıkıp Karadeniz’in ışıklarını görmeyi murat ederdik. Bu bizim hasretimizdi.” Demek ki ülkemiz, bizim içeriden baktığımız bir Türkiye kesinlikle değil.

“Kimse Kimseye Karışmasın”

Marsel Bey’den sonra söz sırası Rkail Zeydulla’ya geliyor. Rkail Bey, tarihten hatırlatmalar yapıyor. Altın Orda Devleti’nin Timur tarafından dağıtılmasıyla sekiz hanlığın ortaya çıktığını ve bu durumun Rus işgaliyle son bulduğunu dile getiriyor. Ta o günlerin sızısını duyuruyor dinleyenlere. “Rus’la yüz yıl mücadele edilmiş; fakat o günün idarecileri, Osmanlı’yı desteklemeyerek, büyük menfaati küçük menfaate tercih etmişler. Bizim, Türkiye’ye olan ümidimiz, inancımız ve övüncümüz geçmişten beri devam etmektedir,” sözleri samimiyet nişanesiydi. Tatar zenginlerin eğitime verdiği destekten ve medreselerdeki çok dilli ve nitelikli eğitimden bahsederken, Lenin’in bile, “Tatarlardan okumayan tek bir kimse yok,” dediğini hatırlatıyor.

Vaktinde Tatarca neşriyat yasaklanınca, Türkiye’den kitap, dergi getirtip okumuşlar kendileri. Ruslar, medreseleri kapatınca, halk arasına Pantürkizm korkusu atmışlar. Türkler barbar olarak lanse edilmiş. “Ama ne tür fitneler sokmaya çalışsalar da, bizim birlik ve beraberliğimizi korumamız lazım. Bizim birlikteliğimiz, başkalarına güç ve üstünlük olsun diye değil, bize karışmasınlar, kimse kimseye karışmasın diyedir,” diyor. Çanakkale Savaşında Rusların Bulgaristan civarına getirdiği Tatar kızlarının Türkiye tarafına geçerek hemşirelik yaptıklarını ve iffetli oluşlarıyla dikkat çektiklerini söylüyor. Ayrıca, Ruslara esir düşen Türk askerlerine yardım için “Kızıl Hilâl” adlı bir dernek kurduklarını belirtiyor. Cümleler kardeşliğe çıkıyor nihayet.

“Bir Ayak Ver”

Her iki konuk sözlerini birer şiir okuyarak tamamladı. Gerçekten güzel bir söyleşiydi. Ardından âşıklık geleneğine şahit oldum. Ozanlar Derneği Başkanı Eshabil Karademir (Kara Ozan) ile İhsan Öksüz (Öksüz Ozan) arasındaki atışma bir ilk tecrübeydi benim için. Öksüz Ozan, “Bir ayak ver” deyice, bir nesne veya kelimenin üç ismini irticalen söyleme usulüyle atışma başladı. “Kaya da bir, çakıl da bir, taş da bir.” kafiyelerini “Kelle de bir, kafa da bir, baş da bir.” kafiyeleri tamamladı. Öksüz Ozan dedi ki, “Âşıklık geleneğinde sazlı sözlü bir hoş geldin vardır. Sonra ustalardan bir eser seslendirilir. Daha sonra atışma başlar. Az evvelki atışma bir cinastı. Bazen cinaslı kelime çok, mânâ bir; bazen de mânâ çok, cinaslı kelime bir olabilir.”

Âşıkların mızrap atışları, halk ağzının rengini veren sesleri Anadolu kültürünün bütün hatıra ve hayallerini geçiriyor zihinden. Mizahın da ihmal edilmediği bu gelenek, açıktır ki bir kültür ve zekâ verimi. Bağlama ise, Anadolu’nun ana sazı. Kimi zaman coşkulu nağmeler dile getiriyor olsa da, o tam bir hüzün ocağı. Yürekler buna şahit.

“Yolumuz Gurbete Düştü”

Meclis demini bulunca bol tarçınlı sıcak Maraş sahlebi, dağları ve kırları getirip koydu önümüze. Ozanların ardından Fatih Bey’in kardeşi Gitarist Kemal Kutlu Bey Türkçe, Kazakça ve Tatarca birer şarkı söyledi. Profesyonel müzisyenmiş. Sanırım aile boyu sanatçılar.

Kardeşinin peşi sıra Fatih Kutlu Bey’den de türkü istendi. “Saz bulup söyleme fırsatımız olmadı. Şimdi bulduk. Çalabilirseniz söyleriz,” dedi. Ardından, “Yolumuz gurbete düştü” türküsünü okudu. Bir iç sızısı, bir feryattı sanki bu. Sonra, “Gel gönül gurbete gitme”yi, hemen peşinden de, “Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş” adlı parçayı seslendirdi. Sanat müziği olmasına rağmen, bence en yakıcı ve tesirli olanı sonuncuydu. İçli, derin ve ustaca. Fatih Bey hasreti bilen biri olarak içinde biriken gurbeti haykırdı. Böyle bir feryatla karşılaşacağımı tahmin etmemiştim.

Gönüllü Kültür Elçimiz

Aslen Maraşlı olan Fatih Bey’in tercümanlığı gayet iyi. Fakat sesinin de güzel olduğunu müşahede ettik. Ayaz Ğıylecev’in “Bir Avuç Toprak” romanının çevirisinden tanıyordum onu. Şimdi şahsen tanışmış olduk. Yirmi bir yıldır Tataristan’da gönüllü kültür elçiliğimizi yapıyormuş. Hatta oradan evlenmiş. Vedalaşırken kendisine “Yağmurlu Sözler” ve “Gök Mavi Yer Masal”ı imzaladım. O da bana, yine tatar edebiyatından, Ayaz Ğıylecev’in “Cuma Günü, Akşam…” romanını, çağdaş hikâyeler seçkisi olan, “Sessiz Kuray”ı, Rabit Batulla’nın “Cengâver Alp’in Kahramanlıkları” adlı eserini ve çocuk hikâyelerini içeren “Fildişi Çakı”yı hediye etti. İnşallah ilk fırsatta okuyacağım.

Fatih Bey’in, “Ölürsem beni Tataristan’a gömün,” diye vasiyet ettiğini öğrendim. Babasının da orada olduğunu fark edince, acaba nasıl dayandı, ne hissetti diye düşünmeden edemedim. Fatih Bey, kendi durumunu ifade eden Tatarca bir atasözü paylaştı meclisle. “Ana gönlü balada, bala gönlü dalada.” Mealen şöyle: “Annenin gönlü çocuğunda, çocuğun gönlü uzaklarda.” Sonra, fedakârlıklarından dolayı anne ve basına teşekkür etti. Yaşamayan hüzünlü gurbeti, muhacir olmayan da hicreti kemâliyle bilemez. Programın sonuna gelindiğinde misafirlerden şair Tahir Görenli, “Gelme bir daha” redifli bir şiir okudu. Gayet hoş, bestelenesi bir halk şiiriydi. Gecemiz, Öksüz Ozan’ın, “Alın dünya sizin olsun” nakaratlı türküsüyle son buldu. Yorgunluğum, acıkmışlığım geçip gitmişti.

Bu Saatte Paça mı Olur?

Yaşar Bey, eve gitmeden bir paça içelim dedi. Saat ilerlediği için. “Bu saatte olur mu?” dedim. Meğer gece bir buçuğa kadar kelle paça bulunurmuş. Vakit kaybetmeden Menekşe Paça Salonu’na gittik. O saatte taze sıcak ekmeği görünce pes dedim.

Paça gerçekten nefisti. Kırmızı et ağırlıklı olması için “siyah paça” ya da “çürük paça” diye istemek gerekiyormuş. Öteki türlü olunca dil ve beyin de katılıyormuş. Samimi söylüyorum ki bu çorbanın her çeşidi nefis. Burada porselen kâse içinde sunuluyor. Yanında maydanoz, dilimlenmiş domates ve limon. Baharat ve katkı olarak da karabiber, pul biber ve sumak ekşisi yer alıyor.

Bilinmeli ki, sarımsaksız paça olmaz. Mekân sahibi Remzi Usta, hamamdan çıkanlar için paça sulu tarhana hazırlamış. İlk defa gördüğümü söyledim. “Enerji deposu bu,” dedi. Bir müddet lafladık. Fotoğrafını çektim. Maraş’ın, sanırım en lezzetli paçası Remzi Usta’da.

Bol Işıklı Gece

Yukarı caddeden batıya, yani eve doğru giderken aşağılarda bir ışık denizi yakamozlandı. Bu deniz, gecenin getirdiği dinginlikle Sütçü İmam Üniversitesi’ne kadar uzanıyor. Biliyorum ki orada bir nehir dinleniyor. İsmi: Aksu. Bir gölü andırıyor gündüzleri. O tarafa bakan pencereler için büyük saadet.

Düşünceler içinde ilerlerken yeni Maraş bulvarlarındaki ağaç çeşitliliği daha bir dikkatimi çekti. İlginçtir, daha çok mezarlarda tercih edilen serin serviler burada da bulvar süsü olmuş. Öte yandan, ismi İstanbul’la özdeşleştiği halde Anadolu’nun pek çok yerinde gördüğüm erguvanlar ve pek çok iklime uyum sağlayan akasyalar Maraş peyzajına renk katmış. Ama yine de, bu şehrin hafıza dokusu çınarlarla süslü. Yetkililer çınar hâkimiyetini korusa ne iyi olur.

Işıklı bulvar boyunca ilerliyoruz. Sağımızda Çam elbiseli Ahir Dağı her daim esintili, güven telkin edici. Üzerimizde gece tam bir tefekkür iklimi.

Artık İstirahat Zamanı

Konuşa söyleşe eve vardık. Yorgunluk iyiden iyiye bastırdı. Yatsıyı eda edip uyumak iyi olacak. Yaşar Bey, gece içersin diye büyükçe bir pet şişede su getirdi. Meğer bu su, Türkoğlu ilçesinin ‘Yıldırcın Suyu’ymuş. Yani Yaşar Bey’in doğduğu köyün suyu. Böbrek taşını eritme özelliğinden dolayı çokça tercih ediliyormuş. Reklam üzerine bir iki bardak içmeden edemedim. Gerçekten de tok bir içimi ve doyumlu bir tadı var. Ph derecesi 6.8 olan asidik özellikli bir su imiş. Bu suyla sulanan sebze ve meyveler, gerçekten lezzetli oluyormuş.

Aslında, sebze ve meyveler içme suyuyla, hele de dağ pınarıyla sulanınca apayrı bir kıvama erişiyor. Çeşitli şehirlerde bizzat tecrübe ettim bunu. Yaşar Bey’e, “Sabah namazını Ulu Cami’de kılalım. Böylelikle uykumuz açılır; daha çok gezme fırsatı buluruz.” dedim. Saatleri dört otuza kurup istirahate çekildik. Yarın bütün işimiz gezmek olacak.

Günü Biz Uyandırdık

Seher vakti uyanıp tarihi Ulu Cami’nin yolunu tuttuk. Yolda giderken bir iki işçiyi de merkeze götürmek üzere arabamıza aldık. Kabaca bir gezi planı belirledik ki vakti iyi değerlendirelim; çünkü son otobüs akşam beşte. O vakte kadar zaman hassas ve kıymetli.

Namaz sonrası, bir müddet camiyi inceledik. Ahşap tavanıyla taş duvarı uyum içinde olan kalemişi süslemeli göz kamaştırıcı serin bir mabet burası. Giriş kapısı istikametinde Zülkadiroğulları Bey’i Alaüddevle’nin türbesi bulunuyor. Yanında da küçükçe bir medrese var. Oraya da uğruyoruz. Beyliklerin Anadolu’muza katkısı büyük. Allah, banilerine rahmet eylesin.

Dua sonrası hemen yakınımızdaki kapalı çarşıya  yöneldik. Bir iki dükkân açıktı sadece. Genel itibarıyla yedi gibi bütün dükkânlar açılıyormuş. Modern ahşap daraba özelliğindeki kepenkler ilgimi çekti. Çarşının kavisli tavanı da ahşaptı. Çarşı, mesleklere göre tasnif edilmiş; bakırcılar, kuyumcular, saraçhane gibi. Dükkânlar tabelalardan arındırılmış. Birörnek isimlikler gözü rahatsız etmiyor. Bu tür uygulamaların yaygınlık kazanması gayet hoş olacak.

Eskiden müşteri kapmak için, “Buyurunculuk” yaygınmış, otogarlarda hâlâ izleri kalan çığırtkanlık gibi. Bu durum esnafın ileri gelenlerini rahatsız edince, buna bir son verme kararı almışlar. Başarmışlar da. Zamanla, bütün şehirlerimizde hem insan unsuru hem de çarşı pazar çok daha nitelikli hale gelecektir. Şimdiden bunun izlerini görmek mümkün.

Şehrin En İşlek Noktası

Maraş’ın ana yerleşimi dağ yamacında. Bu durum, Bursa ve Mardin örneğinde olduğu gibi yazları serin bir hava bahşediyor. Geniş bir manzara imkânıyla birlikte nem oranının daha az olması apayrı bir ferahlık vesilesi. Böylelikle az uykuyla dinlenmek ve dinç kalmak mümkün olabiliyor. Sebze ve meyveler de yayla tazeliğine erişiyor.

Trabzon Caddesi’nden Ulu Cami’ye kıvrılan yerde dükkânlar harıl harıl. Bu nokta şehrin en işlek yeri. Çörekçiye selam verip soruyorum. Özelliği nedir bunun, nasıl yapılıyor? “Maraş çöreği mayasız yapılır,” diyor. “Hamurun kıvamı katı olur…” Tatlı ve tuzlu iki çeşidi olduğunu önceden biliyorum. Ben, tam olarak ağızda dağılmasa da, kurabiyeye benzeyen tatlı çöreği daha çok seviyorum.

Cadde boyunca sadece çörekçiler yok. Tel kadayıfçı, o çok sevdiğim baharatçı, tarhanacı, çerezci, dondurmacı ve tuhafiyeciler sıralanıp gidiyor. Bu şehir onlarla çok daha güzel.

Cumbalı Evlerden Dört Kapılı Bahçeye

Yaşar Bey, “Önce Mehmet Zülkadiroğlu Merhumun mezarını ziyaret edelim; sonra pek çok yeri gezeriz.” diyor. Vakit hayli erken. Şehrin uyanışına şahit olacağız kısmetse. Asri mezarlığa doğru yola çıkınca evlere odaklandım. Ekseri eski tip küçük briketlerle yapılmış yakın zaman evleri. Daha eski olanlar ise, genel olarak Anadolu’nun diğer illerinde de rastlanan cumbalı evler. Cumba: Ana yapıdan dışa taşan kafesli bölmeye deniliyor. Bir nevi pencereli, kapalı balkon.

Ahşap, kerpiç ya da taş ve tuğladan yapılan evler, sahibinin ekonomisiyle doğru orantılı. Bu tür evler her şehirde çok az kaldığı için ancak restore edilenler kullanılabiliyor. O da turizmin hürmetine. İyi ki turizm var.

Mezarlığa yaklaşınca kapı isimleri ilgimi çekti. Sorarak hepsini öğrendim. Rahmet Kapısı, Şehitlik Kapısı, Şeyh Adil Kapısı, Hafız Ali Kapısı. İsimlerdeki manevi doku hemen fark ediliyor. Her ne kadar o eski maneviyat korunamamış olsa da yine de genlere işlediği su götürmez.

Zülkadioğlu merhuma dualar okuduktan sonra mezarlığı bir müddet seyrettim. Şehitlik, al bayraklarla gelincik bahçesi gibi. Peyzaj çalışması ve temizliğe gösterilen özen Müslüman’ca. Hem mezarlıkta hem parklarda hem de gezip gördüğümüz ana cadde ve sokaklarda bir temizlik ve düzen gördüm. Bu durum, oldukça iyi bir şey. Anadolu insanı, gün geçtikçe, yaşadığı çevreyi inancındaki öze yaklaştırıyor. Çok şükür.

Maraş’ın Parkları Yayla

Sabah kahvaltısı niyetiyle yine paçacıya yöneldik. Bu çorba gerçekten nefis. Hem de besleyici. Öyle sanıyorum ki uzun bir süre üç öğün tüketilebilir. Şehrin en meşhurlarından birine, Paçacı Osman’a varıyoruz. Bir dershane öğretmeni, başarılı öğrencilerini getirmiş. Yaşar Bey, onları selamlıyor. Paçamızı afiyetle yiyoruz; lakin şimdilik Menekşe Paçacı’yı en başa yazdım.

Her şehirde mutlaka bir usta öne çıkar; fakat ben reklamdan ziyade ağız tadıma güvenirim. Yaşar dostum, karşıdaki parkı göstererek, “Burası zamanında en gözde parktı. Şimdi daha büyük ve daha güzel parklar yapıldı,” diyor. “Sana onları göstereceğim.” Önceki gelişlerimde merkezi yerlerdeki birkaç parkı görmüş ve beğenmiştim. Bakalım, daha hangi parklar varmış.

Vakit ziyan etmeden ‘Aslan Bey Parkı’na yöneliyoruz. Gayet büyük bir alanı kaplıyor. Dağın şehre dokunan yamacına kurulmuş. Çam, köknar ve servilerden oluşan tabii orman içinde modern çocuk parkı, koşu yolu, haymeler ve çay alanları yapılmış. Müstakil mescidi bile bulunuyor. Ailecek gelmeye müsait olan bu yerde bir tam gün sıkılmadan kalınabilir. Girişte görevlilerin olması, bu yerlerin temizlik ve düzeninin sağlanmasında isabetli bir uygulama.

Bir müddet dolaşarak tertemiz havasından soluyoruz. Derken bir başkasına, Rahmetli ‘Muhsin Yazıcıoğlu Parkı’na gidiyoruz. Tepelerin arasında genişçe bir vadi içine kurulan bu park da tabii ve modern. Yapay şelaleler, havuzlar, çay bahçeleri ve çocuk parkı görülüyor. Ayrıca mangal için barbeküler yapılmış. Yürüme ve koşu yollarıyla gerçekten harika. Bir de ayrıca  “Kılavuzlu” denilen bir piknik yeri varmış. Daha ne. Öyle sanıyorum ki, buralarda yaylaya gerek kalmıyordur. Kış boyu evde kapalı kalan kadın ve çocuklara, işyerinde ömür tüketen babalara bayram. Darısı diğer şehirlerimizin başına.

Yedi Kuyularda Kar

Mihmandarım, “Seni Yedi Kuyular’agötüreyim,” diyor. “Şansımız varsa kar görürüz.” Arabayla döne kıvrıla zirveye doğru tırmanıyoruz. Ahir Dağı’nın çıplak yamaçlarında genç çam, köknar ve servi fideleri dikilmiş. İleride çok görkemli olacağa benziyor. Yukarılara doğru ilerledikçe dik uçurumlar daha iyi fark ediliyor. Zirvelerde kar var. Yedi Kuyular’da da olsa ne iyi olur.

Çocukluğumdan yirmi dört yaşına kadar içinde yaşamaktan bıkıp usandığım kar, bende hasret oldu şimdi. Böyle olacağını tahmin bile etmezdim. Aracımız genişçe bir alana gelince durduk. Etrafta kar olmadığından inmedik bile. Yaşar Bey, “Burası Yedi Kuyular, her bahar insanla dolar taşardı. Mangallar kurulur, semaverler kaynatılırdı. Gelenler karda kaymanın mutluluğunu yaşardı. Kar erimediği müddetçe bugün de durum aynı. İnsanlar yine geliyor,” diyor. Ne güzel.

Şanslı Meşe

Vakit kaybetmeden şehre dönmeye karar verdik. Aracı müsait bir yerde durdurup fotoğraf çektik. Yayla evleri buradan daha yakın. Batı tarafı komple dağ silsilesiyle çevrili. Ova istikametinde Suriyeli muhacirlerin çadır kentleri sıralanmış. Bahar ya, dört bir yan kartpostal güzelliğinde. Çıktığımız yoldan yine döne kıvrıla şehre varıyoruz.

Ufak bir çay molasından sonra Malik Eşter Hazretleri’nin türbesine revan oluyoruz. Malik bin Eşter Hazretleri, Allah O’ndan razı olsun, Hazreti Ali döneminde Maraş’ın fethine katılmış bir sahabe. Kendisine hürmeten bu türbeyi yapmışlar.

Hazret’in isminin bu havalideki en yaygın isimlerden olduğunu biliyorum. Bir başka rivayette, buradaki zat onun bir yakınıymış dense de Maraşlılar onu, onun ruhaniyeti de Maraşlıları çok sevmiş. Türbesi, Nur Dağı istikametinde. Aksu Nehri’nin yukarısındaki tepeye ulaştığımızda büyükçe bir ağaçla birlikte karşılıyor bizi.

Ağaçlara meraklıyım. Orada bulunan birine sorduk; meşeymiş. İlk kez böyle kudretli bir meşe gördüm. Çınar gibi asırlık. Meşeler elli yaşına gelmeden palamut vermezmiş, ilginç. Böylesi bir mekânda boy vermek onun için büyük şans. Malik bin Eşter Hazretleri’nin mübarek ruhuna dualar okuduktan sonra, ötede kalan şehri seyrettik bir müddet. Fotoğraflar çekerek ayrılıyoruz.

Peki, Amca, Senin Adın Ne?

Şimdilerde durum değişmiş olsa da, Kahramanmaraş’ta Malik Ejder ismiyle beraber çok yaygın bir isim daha var. Hatta en yaygın isim odur denilebilir. O isim ne mi peki? Tabiî ki Ökkeş. Ökkeş, Ukkaşe bin Mıhsan Hazretleri’nin bizdeki telaffuzu. Mübarek, o kadar çok sevilmiş ki, adı nesillere isim olmuş.

Ökkeş isminin çokluğuyla ilgili fıkra bile var: “Bir gün, yolda ilerlemekte olan otobüsü polis durdurur. Ökkeşlerden biri bir kusur işlemiştir. Memur der, İsmi Ökkeş olan kim varsa insin. Bakar ki, araçta yalnızca bir tek kişi kalmış. Memur bu duruma hayret eder. Şaşırarak, Peki, amca, senin adın ne?” diye sorar. O da, “Hacı Ökkeş, evladım,” der.Komik tabii.

Ukkaşe Hazretleri, Efendimiz aleyhissalatu vesselamın “cennetteki komşum” dediği sahabedir. Türbesinin bulunduğu yere ‘Ökkeşiye’ deniliyor. Maraş’a 60 kilometre yakınlıkta. Türbe tam dağın tepesinde yeşil bir yer. Gitmek daha önce nasip olmuştu.

Son Ustalar Zamanı

Ziyaret sonrası bir müddet fuara uğradım. İlki gerçekleşen Uluslar Arası El Sanatları Fuarı‘nı gayet renkli ve ilgi çekici buldum. Çeşitli şehirlerimizden esnafların açtığı sergilerdeki Anadolu tatları ayrı bir zenginlikti. Ahşap oyma ustası İsmail Akkök Bey’le de görüştüm. Alışverişlerimde bana yardımcı oldu sağ olsun. Fuardan sonra, elimde poşetler, doğruca kapalı çarşıya geçtim.

Taş Han’a uğrayacakken bir saraç dikkatimi çekti. Semer, kolan, boyunduruk, pandır ve aşırma gibi binek malzemeleri üretilen eski bir dükkan burası. Birkaç kare fotoğraf çekerek tanıştım. İsmi Şaban Küçükönder’miş. Şaban Usta, bu duruma alışmış. Gelen yabancılar fotoğraf çekip bilgi alıyormuş ondan. Yaşı ilerlemiş. Yanında çırak ve kalfa görünmüyor. “Bu işler bitti. İşi yapacak adam da yok. On, yirmi sene önce farklıydı. Şimdi her sene düşüyor,” diyor, iç çekerek. Üzülmemek elde değil. Kolay gelsin deyip Taş Han’a yürüdüm.

Handa ilk işim bir yemeniciye uğramak oldu. Abidin Saçmalı Usta ile ilk kez tanışıyorum. Çay söylüyor. O da mesleğin sıkıntılarını dile getiriyor hemen. Geriye kalan dört ustadan biriymiş kendisi. Eğer önlem alınmazsa bu mesleğin de yok olması yakın. Gerçi Hollywood filmleri, tarihi kıyafetler için ayakkabıları buradaki bir yemeniciye sipariş ediyormuş. Beş altı tane sinema filminde de yemeni giyilmiş. Belki bu durum, sektörü canlandırabilir. Çay ve sohbet için teşekkür ederek Ulu Cami’ye geçiyorum. Yaşar Bey’le orada buluşacağız. Acıktım da. Bakalım kısmette ne var.

Çomçalı Tas

Yaşar Bey’le, otuz yıldır hizmet veren Tayyip Et Lokantası’na yürüyoruz. Malik Akgüneş Bey de bizi yalnız bırakmıyor. Siparişimizi veriyoruz. Üç kişilik “ortaya karışık” deyince, et ve tavuk ızgara, şiş kebap ve Adana kebabı, büyük bir tabak içinde servis ediliyor. Yanında ayran, salata, kıyılmış soğan, közde domates ve biber sunuluyor. Ayran sunumu Şanlıurfa, Mardin ve sair güney illerindeki gibi çomçalı tasla yapılıyor. İyi de oluyor.

Yemek arasında, Yaşar Bey, tarihi eser koleksiyonu olan bir işadamıyla telefonlaşıyor. “Misafirim var, şayet müsaitseniz sizin oraya getireceğim,” diyor. Kabul ettiğini öğrenince seviniyoruz. Koleksiyonu kendi işyerinde özel bir salonda sergiliyormuş. Her insana göstermediğinden söz ettiler. Öyle olunca merakım çoğaldı. Vakit kaybetmeden lokantadan ayrılıyoruz. Bu nefis yemek için Malik Bey’e teşekkürler.

Bir Maraş Beyefendisi

Koleksiyoncu zat, tekstilci Mehmet Büyükerzurumlu imiş. Yaşar Bey, çok zarif ve vefakâr biri olduğundan bahsetti. Sanata ilgisini öğrenince, kendisine takdim etmek üzere bir tane “Yağmurlu Sözler” imzaladım. İşyerine vardığımızda, güvenlik görevlisi doğrudan içeri buyur etti bizi. Demek ki geleceğimiz haberdar edilmiş kendisine. Mehmet Bey, geldiğimizi kameralardan görmüş olmalı ki bürosuna çıktığımızda kapıda karşıladı bizi. Tanışırken, Fatih Kutlu Bey’in dayısı olduğunu öğrendim. Demek ki ailede sanata karşı bir meyil var. Bunu kendisine söylediğimde mütevazı bir şekilde sahiplenmedi.

Vakit kaybetmeden ziyaret sebebimiz olan müzeyi görmeye geçtik. Genişçe bir odaya girince titizlikle dizilmiş tarihi eser ve objelerle karşılaştık. Mehmet Bey, Osmanlı öncesinden kalma bir hazine sandığını nazara vererek girdi söze. Eserlerin her birinin bir hususiyeti olduğunu ve detaylı anlatmaya vaktin yetmeyeceğini söyledi. Daha en başta, ilgimizi ve eserler hakkındaki malumatımızı fark edince daha bir özveriyle bilgi vermeye başladı. Beş on dakikada görülüp geçilecek eserler, incelikleriyle anlatılınca, rafta sessizce duran bir kitabı okumuş hissine kapıldım.

Nefis Bir Koleksiyon

Hazine sandığının hemen üstünde duran nesnelerin çeşitli kültürlere ait teraziler olduğunu öğrendik. Cepte bir kalem gibi taşınan sarraf terazisi mi dersiniz, yumurta terazisi mi? Mehmet Bey, kullanımlarını göstererek anlatınca, onun sadece bir meraklı değil, bu işe kendini aşk ile veren biri olduğunu gözlemliyorum. Kandiller, kilit örnekleri, çeşme başları, kapı tokmakları, üdürgüler (matkaplar,) bitki reçinesinden kalıba alınmış saklama kabı hızman. Kılıç, kalkan, teber gibi savaş aletleri. Tüfek ve tabancalar; tespihler ve fincanlar… Buranın gerçek bir kültür hazinesi olduğu aşikâr. Şayet anlatılmasaydı belki de hiçbir anlamı olmayacaktı.

Mehmet Bey, bu işin pîri olmuş. Ve eminim ki para ve imaj yönüne hiç mi hiç ehemmiyet vermiyor. İlk olarak, her bir eseri ya da objeyi bir akraba gibi tanıyor ve bir evlatmışçasına itinayla koruyor. İkinci olarak, resmiyetine dikkat ettiği halde burayı şahsi bir müzeye bile dönüştürmemiş. Keşke burayı müstakil bir müzeye çevirse. İlim adamlarından yardım alarak envanter kayıtları hazırlatsa gerçekten iyi olur. Burada, yer darlığından dolayı birbirinin alanını işgal eden nice eser, pekâlâ daha geniş bir dairede çok daha ilgi çekici ve görkemli durabilir. Her birinin ne gibi bir hususiyeti varsa yazılı ve görsel olarak tanıtılabilir. Hangi millete ve devlete ait, hangi amaçlarda kullanıldı, hikâyesi ne? Bu koleksiyon, pekâlâ iyi bir belgesel, iyi bir ansiklopedi ve pek değerli makalelerin konusu olabilir.

Aynalı Martinden Sırmalı Yeleğe

Aynalı martin, filinta ve mavzeri gördüm. İki namlulu, dört horozlu tabanca ile altı namlulu tabancayı ilk kez görüyorum. Taşınabilir toplar, kırbalar, projeksiyon ve film oynatıcıların prototipleri, cam filmli iki negatifli fotoğraf makinesi, öyle ki özel bir film aparatıyla çekilmiş olan ikili fotoğraf üç boyutlu olarak görünebiliyor. Hemen önümde bir tezgâh duruyor. Yün ditme; yani yünü lif lif ayırma işini yapıyormuş. Yanında muasara aleti olduğunu öğrendiğim ayıseme; yani bir tür mengene duruyor. Üçlü olan kısım ayı, spiral olan kısım seme. Semeyi döndürerek sıkmayı sağlayan da hatrıp oluyormuş.

Altın sırmalı şehzade yeleği ile, ki sadece şehzadeler giyebiliyormuş, Kabey-i Muazzama’nın iç örtüsünden dikilen alpembe cihad yeleği bir başka güzellik katıyor mekâna. Hamam taslarıyla jilet keskinletme aparatları ve zarif sürmedanlar yan yana duruyor. Sürmenin hası hakiki balık derisinden üretilirmiş. Bu sürme hem ışık kırıcı imiş hem de tabii fosfor bulundurduğu için göze şifa sağlıyormuş. Burada yok yok galiba.

Rafta Fincanlar Cevher

Rafta fincanlar ve kahve kavurma tavaları görülüyor. Kavrulan kahvenin soğutulduğu ahşap tavalar bile mevcut. Çevirmeli, yani yarı otomatik kahve kavurma makinesi ile ardıç ve pelesenk gibi ahşaptan yapılmış kahve saklama kapları, bu işin zengin işi olduğunu ispatlıyor. Ayrıca, kullanıldığı zamana göre çok modern bir kahve pişirme aleti var ki şaşılır. Buharla pişen kahve, telvesi süzülerek musluğa geliyor ve fincana dolduruluyormuş.

Fincanlar ise bu kadar da olmaz dedirten cinsten. Pişmiş topraktan fincan, altın işlemeli ahşap fincan, gümüş ayaklı porselen fincan ve altın kakmalı mineli cam fincan. Mine, yüksek ısıda çok ince altın çubukların veya opalinin camla kaynaştırılmasıyla yapılıyormuş. Hâl böyle olunca, bu fincanla kahve içmek bir sanata dönüşüyordur. Suphanallah.

Taş Plakta Müzeyyen Senar

Mehmet Bey, odanın bir köşesini şark usulü düzenlemiş. Ortada büyük bir sini duruyor; etrafı kilim desenli örtülerle, sedir ve minderlerle çevrili. Sininin içene de çerezler konulmuş. Buyurun diyor. Ben onları aksesuar sanmıştım. Meğer misafirleri gezdirirken ikramda bulunuyormuş. Büyük incelik.

En az üç saat boyunca ayakta kalarak eserlere odaklanmışız. Yorulduğumu ancak oturunca fark ettim. Çerezlerden atıştırırken, ev sahibimiz, “Dilerseniz size taş plak dinletebilirim.” dedi. İyi olur dedik. Müzeyyen Senar’ın gençlik yıllarından bir eserdi çalan. Gerçek bir sanatçı sesiydi bu. Derken, bir sürpriz daha yaptı. Orhan Gencebay’ın on altı yaşına ait bir taş plak çıkardı. Sesi ve bağlamasıyla o olduğu belli; fakat daha kıvamını bulmamış, ergen bir ses dokusu vardı. Kendisine söylendiğinde, Gencebay bu plağı hatırlayamamış.

Ev sahibimiz, müze sahibimiz mi demeliydim, çerezden sonra, güzel bir ikramda daha bulundu. Fildişi bir sandukadan Kâbe anahtarını ve duvar taşını çıkardı. Her ikisini de öpüp başıma koydum. İnşallah ziyaret etmek de nasip olur dedim. Sonra en eski örneklerden çamaşır makineleri gösterdi. Biri ahşap, diğeri merdaneli iki farklı makineydi. Makineleri ve ilk önce hiçbir şeye benzetemediğim cam deniz fenerini görünce şaştım kaldım. Burada şaşırıp kalacak ne çok obje var. Öyle ki, uyanıkken rüya görmek gibi bir şey bu. Görmeden, dinlemeden anlamak mümkün değil.

Zor Veda

Vakit daraldı; fakat bir türlü gidesimiz gelmiyor. Koleksiyonun üçte birini ancak gördüğümüz ve dinlediğimiz halde ne biz dinlemekten ne de Mehmet Bey anlatmaktan yoruldu. İç zenginliği dışına vurmuş bu sanat adamını dinlemek gerçekten büyük bahtiyarlık. Gitme saatim yaklaştığı için üzgün olduğumu söyledim. Otobüsüm bir saat sonra kalkacak.

Bu insan verimi hazine, müsait bir vakitte günlerce gezilip dinlenilebilir. Bize bu şahsi hazinesini açan ve üşenmeden, başından savmadan anlatan kıymetli Beyefendi’den müsaade aldık. Çıkarken, ziyaret defterine bir şeyler yazmak ister misiniz diye sorunca. Elbette, dedim. Birkaç cümle yazsam da içimdeki coşkuyu ifade etmekte aciz kaldım.

Diyebilirim ki, bu ziyaret, seyahatimin en sürpriz hediyesi oldu. Kahramanmaraş’tan, o, Necip Fazıl’ın, Karakoçların, Yedi Güzel Adam’ın ve daha nice seçkin simanın şehrinden, içimde yankılanan pek çok ses ve görüntüyle memnun ve mesut ayrılıyorum. Başta, dostum Yaşar Beçene olmak üzere, muhabbetini ve alakasını esirgemeyen güler yüzlü, tatlı dilli bütün Maraşlılara şükranlarımı sunuyorum. Yine gelirim inşallah.

Hasan Çağlayan

Nisan 2014 Antakya

(*Bu yazı “Yağmur” dergisinde yayımlanmıştır.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.