Turgay Bayburt

Bir Güne Sığan Destan: Gün Olur Asra Bedel

Okuma süresi: 9 dakika

Yolu, okumaktan geçen her okurun karşılaştığı ve bir şekilde istifade ettiği, benim de, bütün yazı hayatımı etkileyecek derecede tesirinde kaldığım bir romanı nazara vermek istiyorum. “Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi…” cümlesinin tekrarlarıyla örgülenen bu büyük eser, sade bir şekilde ve aç bir tilkinin demiryolu çevresinde yiyecek arayışıyla başlar. Başlar ve sayfalar boyunca, tabiatın bütün kıvrımlarını gözler önüne sererek, okuru yavaş yavaş içine çeker. Böylece, karın kışın altında kalan ve yaban hayvanlarının bile aç gezdiği ıssız Sarı Özek bozkırı da, bir ana mekân olarak, büyük bir esere ev sahipliği yapma bahtiyarlığına erişir. Nasıl ki, “Elveda Gülsarı” akşam başlayıp sabah son bulan bir yolculuğun hikâyesi ise, bu roman da sabah başlayıp akşam son bulan bir yolculuğun, Boranlı Yedigey’in, “Karanar” adlı devesiyle, yakın dostu Kazangap’ın cenazesini Ana Beyit’e götürmesinin hikâyesidir.

Romana detaycı bir gözle yaklaşıldığında, bu ana hikâyeyi besleyen, büyüten ve bir büyük esere dönüştüren birçok yan hikâyenin yer aldığı görülür. Bu hikâyeler: Mankurt efsanesi, Raymalı Aga efsanesi, Altın mekre balığı hikâyesi, Abutalip Kuttubayev’in serencamı ile Orman-Göğsü Gezegeni ve Rus Amerikan uzay rekabeti olarak sıralanabilir. Her ne kadar müstakil bir kitap olarak yayınlansa da “Cengiz Han’a Küsen Bulut” da, bu kitaba dâhildir ve ayrı bir eser olarak ele alınmamalıdır. Hepsi de, tıpkı büyük bir nehri besleyen akarsular gibi, kitabın ortak mesajında birleşen ve destansı bir eserin ortaya çıkmasına vesile olan bu hikâyeler, verdiği mesajlarla birer manifesto değerindedir.

Buradan hareketle, Aytmatov romanları birer ideal ve dâvâ romanıdır denilebilir. İşte, “Gün Olur Asra Bedel” de, aslına dönme, kim olduğunu unutmama, milli kültüre dâhil olan her türlü değere sahip çıkma şeklinde ele alınabileceği gibi, bütünüyle özgürlüğe kavuşma çağrısı olarak da okunabilir. Sovyetler birliği parçalanıp Türkî cumhuriyetler kurulana dek süren bu edebi direniş, amacın gerçekleşmesiyle yön değiştirir. Nitekim “Ebedi Gelin” ve “Kassandra Damgası”nda Aytmatov, yeni bir ideal olarak, çevre sorunlarıyla mücadeleye yoğunlaşır. Özü, Orman-Göğsü gezegeninde verilen ve tabiatın korunduğu, insanın değerini bulduğu, daha yaşanılır bir dünya için çalışmaya başlar.

Aytmatov, tam bir sembolik anlatım ustasıdır. Yine son iki romanı ayrı tutulacak olursa, o, bu eseri başta olmak üzere, bütün eserlerinde örtülü ve sembolik anlatımın imkânlarından sonuna kadar faydalanır. Çünkü babası, rejimin dayattığı ilkeler yüzünden haksız bir şekilde öldürülmüş, o da bunun hesabını edebiyat vasıtasıyla görmeye karar vermiştir. Yaşça büyük bir dostunun, henüz işin başındayken, onun zarar görmemesi ve önünün kesilmemesi için tavsiyede bulunması, bu tavrında etkili olur. Malumdur ki, örtülü anlatım, bir edebi sanat olduğu kadar, baskıcı yönetimlerin de en belirgin nişanesidir. Açık veren kaybeder çünkü. Bununla birlikte Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” ile yüksek perdeden ve açıktan siyasi eleştiriler ve mesajlar verme cesaretini de göstermiştir; lakin yine şartlar gereği, kitabın o bölümünü ayrı bir eser olarak, “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adıyla yayınlamayı uygun görmüştür.

Örtülü söylemin veya alegorik anlatımın seçkin örneklerinin sunulduğu bu eserde, simgelere ince anlamlar yüklendiği, yerinde söylenmiş, sanki sıradan görünen ama asla öyle olmayan etkili sözlerle bir diriliş çağrısı yapıldığı fark edilir. Fakat mesajlar öyle hesaplı ve hassas bir şekilde yerleştirilir ki, dikkatsiz okurların gözünden rahatlıkla kaçabilir. Mesela Dönenbay kuşunun çağrısı tam da böyledir: “Sen kimsin? Adın ne? Adını hatırla! Senin baban Dönenbay’dır, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay.. Dönenbay… Ve beyaz kuşun sesi, yeniden karanlığa bürünen gökyüzünde uzun zaman yankılandı…” İşte, yankılanan bu çağrı, özünü, ruhunu ve değerlerini yitirmekle karşı karşıya kalan ve bu sesi duyan bütün kardeşlerine yapılmıştır.

İçinde Dönenbay kuşunun da yer aldığı ve eserde detaylı bir şekilde anlatılan Mankurt efsanesi hayli dikkat çekicidir. Şöyle ki: Moğol kökenli Juan Juanlar, ele geçirdikleri esirlerin ellerini bağlar ve saçlarını kazıtırmış. Yeni kesilmiş devenin boynundan kesilen  taze deri parçasını esirin başına geçirir ve güneşin altına bırakırlarmış. Saçların uzama eğilimi ve sıcağın tesiriyle kaşıntı başlar, kuruyan deri de başı sıkıştırarak işkenceyi büyütürmüş. İşte, bu durumdaki esir, şayet hayatta kalırsa, kim olduğunu, aslını ve her şeyini unutur mankurt olurmuş. Onu çobanlık gibi bir işe koşarak, yeni bir isim takarlar ve yanına yaklaşan ve başındaki deriyi çıkartmaya yeltenen herkes düşmanındır, onu düşünmeden öldür diye de tembihlerlermiş. O da, kitaptaki Colaman gibi, annesini bile öldürecek birine dönüşürmüş. Merak edenler için, kitabın bu bölümünün, tıpkı “Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi, ülkemizde filmi yapıldığını ve başrolünde de Tarık Tarcan’ın oynadığını hatırlatmalıyım.

İşte, Mankurt hikâyesinde verilen mesajların, aslında bu kitabın özü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü koskoca bir millet ve hatta bütün bir Türkistan bir nevi mankurtlaştırılmış ve değerlerinden koparılarak aslını unutmakla baş başa bırakılmıştır. Çünkü muktedirler elinden gelse kâinata bile hükmetmeye göz dikebilecek kadar hırslıdır. Tıpkı Amerika ve Rusya’nın, Ortak Yönetim Merkezleri olan Konvansiyon Uçak Gemisi’nde aldığı kararların, bütün bir dünyayı, başına deve derisi geçirilmiş bir mankurt olmaya sürüklemesi gibi. Bundan dolayıdır ki, yazarın, Dönenbay kuşunun diliyle yaptığı çağrı boşuna değildir. Küçükken annemden duyduğum ve bu eserle karşılaşınca mânâsını kavradığım “mankırttınız” sözü, meğer hazin bir gerçeğin ifadesiymiş.

Aytmatov’un, bu eseriyle birlikte neredeyse bütün eserlerinde verdiği mücadele, mankurtlaştırmaya karşı bir direniş, kültürel değerlere sahip çıkma ve ruhunu koruma mücadelesinden başka bir şey değildir. O, bir yerde kahramanına şu cümleyi kurdurur mesela: “Bir insanın elinden malı, mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir, diye söylendi; ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenebilir mi?” Detaylarda dolaşıldığında, bu sözü destekler mahiyette şöyle bir cümle daha çıkar karşımıza: “Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin; ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur.”

Öte yandan, Yedigey’in yolculuğu sırasında bir kenarda, her şeyden güven içinde yatan kızıl bir köpek ile gökyüzünde geniş kanatlarıyla uçan özgür bir çaylak nazara verilir. Burada köpek de, çaylak da birer sembol olarak okunabilir pekâlâ. Şöyle ki, çaylak, özgürlük ve ideali, kızıl köpek de, sırtını güce dayamanın rahatlığıyla mevcut siyasi ideolojiyi benimseyen ve değerlerinden yoksun kalan insanları, kızıl renk ise yaslanılan siyasi gücün rengini düşündürür. Yazar, bu duruma gösterdiği tepkiyi dile getirirken yine ustalığını konuşturur. Sanki, güce yaslanmışlığı ve özgürlüğünden taviz verişi kınarcasına köpeğin üzerine çaylağın çımkırığını bıraktırır. Böylece, eleştirdiği kimseleri çaylak ve köpek üzerinden cezalandırmış olur.

Eserdeki perdeyi aralayan okurlar, kimi yerlerde mesajların yükselen debisi karşısında şaşırır kalır. Çünkü yazar, bir başkaldırı hamlesi yapar adeta:“Toprak kaymalarının sonunda dağların yamaçları, bazen de dağın kendisi, karşı konulmaz bir güçle göçer, yerin altını üstüne getirir, kocaman yarıklar açarlarmış. İnsanlar o olayı ancak gözleriyle gördükleri zaman, ayaklarının dibinde ne büyük felaketlerin saklı olduğunu anlarlar. Bu olayın özelliği, yer altı sularının kaya diplerini uzun zamanda, yavaş yavaş oyarak kimsenin fark etmediği şekilde erozyonu hazırlamasıdır. Altı oyulan dağlar, yamaçlar, hafif bir deprem, bir gök gürlemesi ya da şiddetli bir yağmur sonunda, yavaş yavaş kaymaya başlar. Kopan kayalar ya da çığ yuvarlanması ansızın olur ve biter; ama toprak kaymaları herkesin gözü önünde korkunç bir güçle ilerler ve onu hiçbir şey durduramaz.” Bu satırların, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla gerçekleştiği rahatlıkla söylenebilir.

Özellikle bu eserin bir parçası olan “Cengiz Han’a Küsen Bulut” romanında, Cengiz Han özelinde bütün diktatörler eleştiriden nasibini alır. Ve ayrıca, terfi eden bir güvenlik görevlisinin yemek masasında yaptığı konuşma üzerinden, her dönemde görülen benzer kimseler ustaca yerilir. Çünkü söz konusu güvenlik görevlisi, muktedirlerin, zayıf karakterli ve zaaflı kimseleri makam, mevki ve maddi imkân sağlayarak kendilerine kul etmesinin açık bir örneğidir. Bu gibi kimseler, kendilerine imkân sağlayan diktatörleri veya siyasi gücü, bir nevi Tanrı olarak görebilmektedir. Bahsi geçen konuşma dikkatle okunduğunda, bugün de var olan ve çıkarları istikametinde iktidara yaklaşan benzerlerinin, aslında güce tapan değil, gücü, şahsi çıkarı istikametinde değerlendiren kişiliksiz ve oportünist kimseler olduğu fark edilir. İşte, eserde geçen, “Güç atasını tanımaz: güce kavuşan atasını bile tanımaz.” sözü, bir yönüyle diktatörlere baksa da, daha çok, zaafı peşinde koşan ve makam mevki elde eden, bununla birlikte bütün değerlerinin, ruhunun çiğnenmesine göz yuman iktidar yanaşmalarıyla ilgilidir.

Her çağda ve coğrafyada, iki kişinin bile birbirine güvenemediği ortamların doğmasına sebep olan müstebitler, hâkimiyetlerini jurnalcilerle pekiştirme yoluna gittiği için, böylesi bir ortamda pek çok masum insanın hukuku çiğnenir ve canı yanar. Mağduriyetlerin bir kısmına korkakların ve iktidardan faydalananların, bir kısmına da kıskançların sebep olduğu görülür. Çünkü kıskanç kimseler, çektirilen acılara ses çıkarmaz ve bir nevi destek olurken, kimileri de bununla kalmayıp gerek çıkar elde etmek gerekse içini soğutmak amacıyla mazlum ve masumları yoktan sebeplerle şikâyet ederek mağduriyete uğratırlar. Yazar, bu duruma dikkat çeker fakat ümidi de elden bırakmaz ve: “İnsanoğlunun kıskançlık, başkalarını çekememe hastalığından kurtulması, daha çok zaman alacaktır. Bu zamanın ne kadar uzun olacağını bilemem; ama yeryüzünde kötülerin, ağır haksızlıkların sürekli gizli kalamayacağını, adaletin gerçeğin yok edilemeyeceğini bilmek beni rahatlatıyor ve sevinmem için yetiyor.” der.

Kendisi de bir mağdur olan yazar, sanki bütün mağdurların yükünü kendi omzuna almış ve onların da hakkını savunmakla vazifeliymiş gibi kaleme sarılır. Çünkü babası Törekul Aytmatov, Stalin döneminde öldürülen aydınlar arasındadır ve bütün suçu, romanda geçen Abutalip Kuttubayev’in yaptığı gibi, halkının edebi birikimlerini gelecek nesillere aktarma çabasıdır. İşin tuhaf yanı şudur ki, bütünüyle halkının faydası için çalışan Törekul Aytmatov halk düşmanı ilan edilerek kurşuna dizilmiştir. Yazar o vakit henüz dokuz, on yaşındadır. Sonradan aklanan babasının, kurgu bir mahkeme kararıyla öldürüldüğü yirmi yıl sonra anlaşılır. Babasıyla birlikte yüz otuz yedi kişinin gömülü olduğu toplu mezarın ortaya çıkması için otuz yıl daha geçmesi gerekir. Kırgızistan kurulup da korku dönemi geçince, saklı mezarın sırrı ortaya çıkmakta gecikmez. Olay üzerinden elli yıl geçmesine rağmen, Aytmatov’un babasına ait fotoğraflı belge çürümemiş ve bir fotoğraf çekimlik ömrü bile olsa tarihe tanıklık etmiştir. Yazar, gerçeğin yok edilemeyeceğiyle ilgili yukarıdaki sözleri, sanki içine doğmuş da söylemiştir.

Romanda yer alan Kuttubayev ailesi, aslında Aytmatov ailesinden başkası değildir. Kitaptaki hikâyelerin her birinin bir maksada binaen yer aldığının açık işareti olan aşağıdaki satırlar, Törekul Aytmatov’un ve ondan bunu miras olarak devralan oğlunun ana meselesidir: “Abutalip, kâyesini Kazangap’tan dinleyerek kaleme almıştı. Çocuklar büyüyünce bunu okusunlar istiyordu. Abutalip, bazı zamanlarda, bazı kişilerin hayat hikâyelerinin, anıların, çektikleri acıların, kitlelere mal olduğunu, o acıların kalabalıklar tarafından paylaşıldığını, yana-yakıla anıldığını söylüyordu. Toplum onlardan ders alır, çok şey öğrenir, bir insanın çektiği sıkıntılarda bütün bir devri görürdü. Sonra da bunu, bu büyük dersi, gelecek kuşaklara, yüzyıllar sonrasına aktarırdı…”

Eseri büyük kılan diğer iki hikâyeye gelince, ‘Altın mekre’ balığı hikâyesinde, boyunduruk altında kalan insanların, kendi dünyalarına kavuşma özleminin sembolize edildiği görülür. Yazar bunu şöyle dile getirir: “Altın mekre balığının Aral sularına salıverişini gördü. Balık iriydi, kıvraktı. Onu suya götürürken hayvanın kıpır kıpır canlılığını, bir an önce sulara dalıp kendi dünyasına kavuşmak için çırpınışlarını hissetti.” Orman-Göğsü gezegeni hikâyesi ise, sanki bir ütopyadır; ama aslında birkaç İslâm devleti döneminde gerçekleşmiş ve yine gerçekleşmesi mümkün olan ideal bir dünyanın özlemini dile getirir. Zira söz konusu gezegen ile içinde yaşadığımız dünya arasında tam bir uçurum vardır.

Kimileri, Aytmatov’un “Kassandra Damgsı”yla evrensel bir yazara dönüştüğünü söyleseler de bu değerlendirme yanlış veya düzeltilmeye muhtaçtır. Çünkü Aytmatov asıl evrenselliği daha otuz yaşında “Cemile” adlı eseriyle yakalamış ve Louis Aragon tarafından, “Dünyanın en güzel aşk hikâyesi” olarak ve “Ne söylesek ya lafı uzatmış oluruz, ya söylenecekleri söylememiş oluruz.” denilerek dünyaya duyurulmuştur. Ayrıca, babasına ve annesine ithaf ettiği “Toprak Ana”, kendisine ilk büyük ödülü kazandıran “Elveda Gülsarı”, o unutulmaz “Beyaz Gemi”, “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” ve “Dişi Kurdun Rüyaları” tam bir ustalık eseridir ve evrenseldir. İşte “Gün Olur Asra Bedel”, her biri bir yazı konusu olmayı ve hatta müstakil bir kitap olarak ele alınmayı hak eden Aytmatov eserlerinin magnum opus’u veya masterpiece’idir ve tartışmasız bir dünya klasiğidir. Zaten yüz yetmiş altı dile çevrilmesi de bunun apaçık bir göstergesidir.

Farklı bir gözle bakıldığında, Aytmatov eserlerinin tek başına bir yazarlık okulu olduğu söylenebilir. Hikâye değil de sanki bir roman girişi olarak bırakılmış ve öylece yayınlanmış olan “Devegözü” ile sanki bir roman yarısı olarak yayınlanan “Sultan Murat” (İlk Turnalar), kalemine güvenen okurları, ‘Buyurun gerisini siz tamamlayın.’ dercesine yazmaya davet eden çok güzel eserlerdir. Sair eserlerine gelince, onlar da, akla kazınan kahramanlar, seçilen mekânlar, işlenilen konular ve ele alınan malzemelerin nerede ve nasıl kullanılacağını gösteren birer rehber gibidir. Özellikle mesajların verildiği yerler ve veriliş biçimleri tam bir usta öğreticidir. Yeteneği olan ve yazmadan duramayan, bununla birlikte yolun başında bulunan kimselerin ve hatta mesafe kat etmiş de, yazdıklarının niteliğini arttırmayı düşünenlerin, bir talebe titizliğiyle inceleyip istifade etmesi yerinde olur.

Daha söylenecek çok söz olsa da, Aragon’un dediği gibi, “Ne söylesek ya lafı uzatmış oluruz, ya söylenecekleri söylememiş oluruz.” İyisi mi biz, satırlarımıza, kitabın başında epigraf olarak yer verilen, Grigor Narekatsi’nin sözüyle son verelim; çünkü Aytmatov nazarında “Gün Olur Asra Bedel”in ne olduğunu bu söz çok güzel özetliyor: “Ve bu kitap benim vücudum,/Ve bu söz benim ruhum”

One thought on “Bir Güne Sığan Destan: Gün Olur Asra Bedel

  • Anonim

    Sanki eski bir dostla sıradan bir günde karşılaşılmış hissi veren bu yazı beni öyle mutlu etti ki. Gün olur asra bedel okuduğum ilk kitaplardan. Ve yeri de hissiyatı da bambaşka. Onu anlatan bu yazı da tıpkı onda olduğu gibi bir çırpıda okundu. Şimdi anlattığınız noktaları göz önüne alarak bilmem kaçıncı defa tekrar okuyacağım.
    Aytmatov iyi ki vâr olmuş, siz de iyi ki yazmışsınız. Aklınıza sağlık…

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *