Dilekçe
On beş yıldır Efirli Cezaevi’nde çalışan kıdemli infaz koruma başmemuru Köksal satılık araba ilanlarına bakarken çiçeği burnunda memur Akın odaya girdi. “Başkanım, bir durum vardı, karantinadaki hükümlü doktora çıkmak istiyor.” dedi. Köksal istifini bozmadı. Gözünü ekrandan ayırmadı, “Dilekçesini verdi mi?” Akın durakladı. “Başkanım, karantina koğuşuna almıştık, kâğıt kalemi yok galiba.” “Tamam o zaman, kantinden kâğıt kalem talep etsin.” Akın’ın sessizliği uzadı. Köksal onun öylece kapıda dikilmesinden rahatsız oldu, ilan sayfasını kapattı, koğuş listelerini açtı. “Üç gün sonra karantinası bitiyor, koğuşuna geçince dilekçesini verir.” Akın ses tonunu değiştirdi, “Abi, adam doktormuş, hastalığını bilir, durumum ağır, diyor.” Bu sırada, gece sayımını bitiren diğer memurlar da geldiler. Köksal onlara döndü, “Var mı bir eksik!” “Yok abi.” dedi Ozan. “Sayılar tamam, yatış verdik, kapılar, mazgallar kontrol edildi.” Köksal saatine baktı, on bire yaklaşıyor. Müdür beyin emriyle koğuşlarda gece sayımı saat dokuz buçukta yapılıyor. “Erken uyuyan olmasın!” demişti. “Ne işleri var! İstedikleri zaman uyuyabilirler.” Akın’a döndü tekrar, “Bak Akın’ım, canım kardeşim!” dedi. Akın böyle hızlı gelişen samimiyetlere henüz alışmış değil. “Sen görevde yenisin ama okumuş adamsın, hemen anlarsın. Burada doktor, esnaf, öğretmen, mühendis yok. Yalnızca tutuklu ve hükümlü var. Sonra kurallar var. Revire, doktora çıkmak isteyen dilekçesini verir, sıraya koyarız, sırası gelince çıkarırız. Acil bir durumu olan olursa bakarız, gerekirse revir doktorunu ararız, hastaneye göndermek onun bileceği iş. Gece revir doktorumuz yok biliyorsun, sabah gelince söyleriz.” Akın acemiliğinin öylece yüzüne vurulmasından hoşlanmadı: “Yok başkanım!” dedi. Yutkundu, “Ben, başımıza iş almayalım diye size söylemek istemiştim.”
Akın göreve başlayalı dört ay olmuştu. İktisat bölümünden mezun olduktan sonra üç yıl iş aramış, bazı işleri Akın, bazı işler de onu beğenmemiş, ve Akın sonunda infaz koruma memuru olmaya karar vermiş, daha doğrusu babasının bitip tükenmeyen ısrarları sonrasında mecbur kalmıştı. Babası “Oğlum bu devirde memurluk en iyisidir, sırtını devlete dayarsın; tatilin, maaşın belli olur, bankalardan kredini rahatça çekebilirsin; evini, arabanı rahat rahat alırsın, kimseye eyvallahın olmaz, efendi efendi işine gider gelirsin, emekliliğinde rahat edersin, bak dayının kızı Neriman öğretmenliğe atandı, işini garantiledi…” demiş, Akın’ı kamu personeli seçme sınavlarına girmeye ikna etmişti. Bununla yetinmemiş, oğlunun sınava hazırlık için kursa gitmesinde de ısrar etmiş üstelik fındık hasadından eline geçen paranın hatırı sayılır kısmını kurs ücreti olarak ödemeyi bile göze almıştı. Sınav sonucu, beklediği kadar parlak olmamasına rağmen ilçe teşkilatının kapısını çala çala aşındırmış hatta eski dostlarını ziyaret bahanesiyle Ankara’ya kadar birkaç defa gitmiş ve oğlunun mülakatlarda geçer not almasını sağlayabilmişti. Akın böylelikle Efirli Cezaevine infaz koruma memuru olarak atandı. Ne var ki akrabaların, eş dostun kendisine gardiyan demesinden hiç hazzetmiyor, sürekli “Kanun değişeli çok oldu, gardiyanlık yok artık. Biz infaz koruma memuruyuz.” diyerek onları düzeltme ihtiyacı hissediyordu. Bütün çabalarına rağmen kendisine “gardiyan” diyenlerin sayısını azaltamıyor, yeni tanıştığı kişilere üzerine basa basa infaz koruma memuru olduğunu söylüyor ancak bir türlü onların “Gardiyansın yani!” demelerinin önüne geçemiyordu.
Ozan “Öğreniyor abi.” dedi. “Ben de geldiğimde böyleydim.” Sonra Akın’a döndü, “Meraklanma kardeşim.” dedi. “Tekrar kontrol ederiz, tansiyonuna falan bakarız, ağrı kesici falan veririz. Biz de başımız derde girsin istemeyiz.” dedi. Akın başını salladı. Mehmet araya girince konuşmanın seyri değişti. Ayaküstü Köksal’ın almayı planladığı arabadan konuşmaya başladılar. Yakıt sarfiyatından, yol tutuşundan, koltuk ısıtma özelliğinden söz ettiler. Araba işini hallettikten sonra Durmuş’un yaptırmaya başladığı iki katlı bağ evini konuştular, sonrasında bilumum cezaevlerinin sorunlarına el attılar, sorunların hepsini çözemediler ama emekli infaz koruma memurlarının özlük haklarını iyileştirdiler, yine Mehmet’in konuyu değiştirmesiyle Erzurumspor’un birinci lige çıkması için yapılması gerekenlere el atmışlardı ki avludan Ercan başçavuşun sesi duyuldu. Jandarmalar nöbet değiştiriyordu. Köksal saatine baktı, “Koğuşları kontrol edin, mazgallardan içerilere iyice bakın, sonra herkes nöbet yerlerine geçsin.” dedi. İsteksiz isteksiz çıktılar. Durmuş, Mehmet ve üçü daha koğuşlara yöneldiler. Ozan, Akın ve Cemil karantina koğuşuna bakıp onlara katılmak üzere ayrıldılar. Kilitler şakırdadı, demir kapılar gıcırdadı, ayak sesleri beton duvarlarda yankılandı.
Ozan karantina koğuşunun mazgalını açınca içeriden zayıf bir ses duyuldu: “Kardeşim, bakar mısınız, doktora gitmem gerekiyor.” “Ben senin kardeşin değilim birader, memur bey diyeceksin! Okumuşum diye geçiniyorsunuz, bir öğrenemediniz gitti.” Ses yineledi, “Memur bey, acilen doktora çıkmam gerekiyor.” Ozan, Cemil bakıştılar, sonra kapıyı açtılar. İçerideki adam plastik sandalyesinden güçlükle kalktı, kesik kesik nefes alıyordu. “Kusura bakmayın!” dedi. “Kalp kirizi geçirdiğimi düşünüyorum, hastaneye gitmem gerekiyor, yardımcı olabilirseniz sevinirim.” “Gündüz dilekçe verseydin ya birader!” diye çıkıştı Ozan. Adam “Kâğıt kalemim koğuşta kaldı. Sayım sırasında şu memur beye durumumu iletmiştim.”dedi. Akın birden irkildi, “Evet, ben de Köksal başkana ilettim ama dilekçe vermeniz gerekiyor.” dedi. Ozan, “Tamamdır.” dedi. “Sabah revir doktoru gelir gelmez seni çıkartırız. Ama şimdi yapacak bir şey yok. Çok kötü hissediyorsan ağrı kesici verebiliriz.” “Memur bey, revir doktorunun yapacağı bir şey olduğunu sanmıyorum. Daha önce de beni görmüştü zaten. Benim hastaneye sevkim gerekiyor. Ben kardiyoloğum. Bir kriz daha gelirse sabaha çıkamayabilirim.” Ozan’ın sesi her an kabalaşmaya hazır olduğunu hissettiriyor: “Kusura bakma birader, şahsa özel hizmet veremiyoruz. Herkes gibi revir doktoruna gidersin, gerekli görürse seni sevkeder, isterse ambulans da çağırırız.” Adam cevap vermedi, çıkmalarını beklemeden kendisini sandalyeye bıraktı. Çıkınca Ozan, Akın’a çattı: “Oğlum! Hükümlüye, tutukluya öyle siz diye hitap edersen iki günde tepene çıkarlar. Burası otel değil. Herkes haddini bilecek, bak, adam doktorum diye bize ayar vermeye kalkıyor.” Akın bir yandan nerede hata yaptığını bulmaya çalışıyor, bir yandan da kendisini savunma telaşı içinde. “İyi de abi, ben bizim vardiyada bir sorun çıkarsa diye korkuyorum!” “Korkma aslanım, kural ne diyorsa biz onu uyguluyoruz. Doktora görünmek isteyen, yönetime dilekçe yazar, dilekçesini sıraya koyarız, revir doktoru ona göre bakar. Adam revire de çıkmak istemiyor. Ne yapalım! Revirci sadece gündüzleri geliyor. Yine de Köksal başkana söyleriz, sabah bir güzellik yapar.” Akın sustu. Diğerlerine katılıp ikinci kattaki koğuşları da kontrol ettiler. Koğuşlarda sıcak sahillerin, gür ormanların, geniş düzlüklerin, kalabalık kahvaltı sofralarının, ışıklı düğün salonlarının, coşkulu tribünlerin düşlendiği bir gece hüküm sürmeye başlamıştı.
Akın, içinde kıymık batmışçasına gibi bir tatsızlık, vardiyanın bitmesini iple çekiyor. Nöbette zemin katta Cemil’le birlikteler. Karantina koğuşu zemin katta koridorun bir ucunda. Koridorun diğer ucunda kantin, akşamları kapanıyor. Cemil başını masaya koydu, uyukluyor. Akın kantine geçti, parmaklıklı pencereden avluya baktı. Bir an önce doğsa güneş, sabah olsa. Eve gidebilse. Gece vardiyasına çıktığı zaman karısı kahvaltı masasını hazırlayıp bekler Akın’ın gelmesini.
Bir müddet boş masaların sandalyelerin arasında dolaştı, sonra kameraları, nöbet yerine gitmesi gerektiğini hatırladı. Kantinden çıktı, tuvalete gitti, aynada yüzüne uzun uzun baktı, soğuk suyla yıkadı, üniformasını düzeltti. Koridora çıktı, telefonu yanında olsa karısını arardı, uzun uzun konuşurdu. Cemil başını kaldırdı, “Bir şey mi var!” Sesi uykulu. “Yok abi. Tuvalete gitmiştim.” Cemil anlamsızca geveledi, tekrar koydu başını masaya. Akın, elleri arkasında, koridoru adımlamaya başladı. Karantinayı koridordan ayıran parmaklıklara varmadan geri döndü. Karantinaya yaklaşmamaya özen gösteriyor. Volta atıyor gibi; yürüdü, yürüdü. Yorulduğunu hissedince oturdu. Saat üçe gelmiş. Başını duvara yasladı. Vardiyanın sonuna doğru kan uykular çöker gözlerine, mafsalları gevşemek ister, bilinci bulanıklaşır. Öteden beri uykusuzluğa hiç dayanamaz.
Başı önde düşünce kendine geldi. Saatine baktı, dörde geliyor. Cemil uyanık, elinde kalem, bir meyve suyu kutusunu karalıyor. Akın kalktı, koridorda yürüdü, demir kapıyı açtı nedense, karantinanın önüne geldi, yine istemsizce mazgalı açtı, içeriye baktı, hareket yok. İçinde bir kuşku, bir daha baktı, “Kendini göster.” diye seslendi. Bir hareketlenme bekledi. Ses yok. “Cemil abi, bir baksan!” Cemil ağır adımlarla geldi, mazgaldan baktı. “Açalım!” Kilidi açtılar, sürgüyü çektiler, adam sandalyede kıpırdamadan öylece duruyor, başı arkaya düşmüş. Cemil, “Koş!” dedi, “Köksal başkanı çağır.” Akın koşarken Cemil kapıyı yine kapattı. Akın telaşla başmemur odasına geldiğinde Köksal uyuyordu. Akın kapıya şiddetle vurunca uyandı, ayaklarını masadan indirdi. Hırçınlığını gizlemiyor. “Ne var Akın!” dedi. Akın mahmurluğunu iyice atmış, “Başkanım, karantina koğuşundaki hükümlüye bir şey olmuş galiba, Öylece duruyor!” Köksal hırçın ama soğukkanlı, toparlandı, “Geliyorum, sen Ozan’ı da çağır, aman ses etme!” dedi. Akın kapıları bir bir geçti, üst katta Ozan’ı buldu. Köksal’la aynı anda karantinaya ulaştılar. Cemil kapıyı açtı. Adam sandalyede öylece oturuyor. Tişörtünün yakası açık. Sol eli dizinde, diğer elinde boş bir şişe, su yere dökülmüş. Terliğinin biri ayağında değil. Başı arkaya düşmüş, ağzı; gözleri yarı açık, yüzü beyaz, ifadesiz. “Birader, uyansana!” Köksal tedirgin. “Nabzına bir bakın hele!” Ozan adamın bileğini tuttu, “Abi, adam gitmiş, buz gibi olmuş baksana!” Köksal korkuyor gibi şimdi, “Cihan’ı arayın hemen!” dedi.
Cihan revir doktoru. Cezaevine yakın oturuyor. Cemil telefon için nizamiyeye koştu. Akın öylece koğuşa bakıyor; ne yapmalı, ne söylemeli! Yerde, tepside hiç dokunulmamış akşam yemeği, peçeteler, plastik masa, demir dolap hiçbirisi konuşmuyor. Gözü yerdeki kitaba ilişti. Davrandı aldı, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla üç kere öpüp başına koydu, masanın üzerine bıraktı. Ozan “Elleme birader, Savcı Bey gelene hiçbir şeye dokunmayalım!” dedi. “Çıkalım.” dedi Köksal; çıktılar, kapının önünde beklemeye koyuldular. Bereket Cihan çabuk geldi. Önlüğünü bile giymiş. Koğuşa girdiler, Cihan adamın göz bebeklerine, şah damarına baktı, “Adam ex abi! Epey olmuş.” Köksal kaygısını gizlemiyor artık, “Ne yapacağız doktor?” “Bir şey olmaz, dedi Cihan. “Müdüre haber verin! Ben ambulans isteyeceğim. Cesedi de alın revire taşıyın.” Ozan, Cemil ranzadaki battaniyeyi yere serdiler. Akın onların çabalarına ortak olmak zorunda hissetti kendisini. Cesedi battaniyeye yatırdılar. Katılaşmaya başlamıştı. Battaniyenin bir ucundan Köksal da tuttu, revire götürdüler. Ambulans gelmişti. Görevliler önce cesede sonra birbirlerine baktılar, “Yapacak bir şey yok.” dediler, “İki saatten fazla olmuş.” Onlar öyle bekleşirken müdür de geldi. “Nasıl oldu?” diye sordu. Köksal konuştu, “Bilmiyoruz müdürüm, hükümlünün revir talebi olmamış, dilekçesi yok. Akşam sayımında doktora gitmek istediğini söylemiş, arkadaşlar da revir doktoruna gidebileceğini söylemişler. Revir doktoruna gitmek istememiş.” Ozan karıştı söze, “Evet müdürüm, bizzat bana söyledi, ben de dilekçe yazmasını söyledim, revire çıkaralım dedim, revir doktoruna gerek yok, dedi, Akın’a da sorabilirsiniz.” Akın irkildi, “Evet müdürüm, ama…” “Nasıl öğrendiniz?” Şimdi Köksal anlatmaya devam ediyor: “Müdürüm, ben başmemur odasında sayım çizelgelerini kontol ediyordum, yeni arkadaş görmüş, nöbet yeri karantina koğuşu katındaydı, kendisi oldukça gayretlidir, hükümlünün koğuşunu rutin dışı kontrol ederken fark etmiş.” “Aferin!” dedi müdür. “Sağ olun müdürüm!” dedi Akın, niye böyle cevap verdiğinin ayrımına varamamıştı. Müdür acilcilere döndü, “Siz raporunuzu yazın, benim Savcı Beye haber vermem gerekiyor. Gece vardiyasındaki arkadaşlar Savcı Beyden talimat gelene kadar çıkmasınlar.” Ozan’ın, Akın’ın, Cemil’in yüzleri iyice düştü. Köksal, söylene söylene başmemur odasına gitti, tutanağı yazmaya koyuldu.
“Yakalandığı viral enfeksiyon sonrasında revir doktorunun da görüşü doğrultusunda bulaş riski taşıdığından karantina koğuşuna geçirilen hüküm özlü, 17 Haziran’da akşam sayımı yapan infaz koruma memurlarına doktora gitmek istediğini yalnızca sözlü olarak belirtmiş, memurların yazılı talepte bulunması gerektiği yönündeki uyarılarını dikkate almamıştır. Yine de görevli infaz koruma memurlarının revir doktorunu görme hakkı olduğunu belirtmelerine ve revir doktorunun önereceği ağrı kesici ve ateş düşürücü ilaçları temin edebileceklerini belirtmelerine karşın hüküm özlü, revir doktoruna çıkarılmayı reddetmiştir. Bunun üzerine koğuşun hijyen ve havalandırma koşullarını da kontrol ederek hüküm özlüyü koğuşunda bırakan infaz koruma memurları düzenli olarak kontrollerine devam etmişlerdir. Saat 04.00 sularında hüküm özlünün koğuşunu tekrar gözle kontrol eden nöbetçi memurlar, hüküm özlünün hareketsiz durumundan kuşkulanarak derhal koğuşa girmişler ve hüküm özlünün solunumunun durduğunu fark ederek ilk yardım prosedürünü uygulamışlardır. Bir yandan ivedilikle revir doktoruna, bir yandan da ambulansa haber verilmiştir. Revir doktorunun talimatıyla acilen revire nakledilen hüküm özlüye, ambulans görevlileri intikal edene kadar kalp masajı ve sunî teneffüs yoluyla müdahale edilmişse de çabalar sonuç vermemiştir. Nitekim 112 acil yardım görevlileri de bu duruma raporlarında yer vermişlerdir. İşbu tutanak aşağıda isim, soyisim ve sicil numaraları bulunan infaz koruma memurlarınca tanzim ve imza edilmiştir.”
Tutanağı, önce Köksal, sonra sırasıya Ozan, Cemil, Akın ve en son doktor imzaladılar. Acilciler de raporlarını yazmayı bitirmişlerdi, “Biz savcıyı beklemeyelim, cenaze arabası isteyebilirsiniz.” diye akıl verip ayrıldılar. Gündüz vardiyası başlamıştı. Köksal ve Ozan tafsilata girmeden görevi gündüzcülere devrettiler. Sonra hep birlikte nizamiye girişinde beklemeye başladılar. Akın’ın gözleri kan çanağı. Telefonuna ulaşsa, karısını arayabilse. Dokuza doğru gelen cumhuriyet savcısını müdür girişte karşıladı. Birlikte doğruca idarî blokta, müdürün odasına geçtiler. Kapıyı kapattılar. Görüşmeleri çok sürmedi, çıkıp geldiler. Savcı “Endişeye gerek yok arkadaşlar.” diye seslendi memurlara, “Görevinizi eksiksiz yapmışsınız. Tutanak tutulmuş, her şey usulüne uygun. Evlerinize gidip istirahate çekilebilirsiniz. Müdür Bey prosedürü takip edecek.”dedi. Köksal’ın derince bir oh çektiğini müdür dâhil orada bulunanların hepsi işitti. Akın “Yani çıkabilir miyiz müdürüm?” diye atıldı. Müdür bakışlarıyla Akın’a Savcı Bey’in huzurunda böyle bir soru sormanın ne derece vahim bir patavatsızlık olduğunu anlatmaya yeltenmişti ki Savcı Bey arabasına yöneldi. Peşinden müdürün bir baş hareketiyle diğerleri de personel odasına yürüdüler. Akın üniformasını, botlarını hızla çıkardı, telefonunu aldı, dolabını kilitlemeyi neredeyse unutuyordu. Ana kapıdan çıkarken cenaze arabasını gördü, başını çevirdi, koşar adım kendi arabasına gidiyor. Telefonunu açtı, cevapsız aramalar, mesajlar… Karısı fotoğraf göndermiş, “Aşkım kahvaltı hazır, seni bekliyorum.” Akın, “Geliyorum.” diye yazdı sadece. Evi uzak sayılmazdı, çabuk ulaştı, karısı kapıyı bir o kadar geç açtı. Patates kızartmış. Akın hemen banyoya geçmek istedi ama karısı yakasını bırakmayacak belli, “Hayatım, sıkma canını, bu meslekte bunlara alışacaksın galiba!” Akın şaşaladı, “Sen, sen nereden biliyorsun?” dedi. “Merak ettim canım, sen geç kalınca cezaevini aradım, ısrar edince danışmadan söylediler. Gece bir mahkûm kalp krizi geçirip ölmüş. Savcıyı falan beklemişsiniz.” “Sorma canım ya!” dedi Akın, “Ecel bu, hastanede de geliyor, hapishanede de. Adam revir dilekçesi verseydi doktora çıkarırdık. Nereden bilelim hasta olduğunu!”