Bir Çalgı Aleti Olsaymışım Hangisi Olurmuşum?
(Kanada Günlükleri / 11)
29 Şubat Perşembe,
Ottawa’ya geldiğimden beri toplandığımız bir arkadaş grubumuz var. Burada tanıştık ama epey yakınlaştık. Bir araya geldiğimizde bir takım oyunlar oynuyoruz. Yok öyle okey, tavla, satranç, pişti gibi oyunlar değil. Voleybol, masa tenisi, bilardo da değil. Bir takım zihin oyunları bunlar, hayal kuruyoruz, birbirimizi hayal kurmaya kışkırtıyoruz. Kınanmadan, ayıplanmadan, gülünç düşmekten korkmadan saçmalıyoruz.
Geçen ben yoktum, yine oynamışlar. Biri ortaya şu soruyu atmış: Bir orkestrada çalgı aleti olsaydık kim ne olurdu? Gruptan birine klarneti yakıştırmışlar. Doğu’da da Batı’da da kendisine yer bulabilirmiş zira, uyumlu bir çalgıymış. Sesi girdiği her koroya güzellik katarmış. Birine çelloyu yakıştırmışlar. Hem oturaklı, tok bir sesi varmış hem de esneyebilen yaylara sahipmiş. Birini ney’e benzetmişler. Tamamen bizden, yerli; içli ve içten. Ama yerli yabancı herkesi tesiri altına alabilen, işiteni alıp kamışlığa götüren bir ses…
Bu rol dağıtımları her zaman oy birliğiyle olmuyor tabi. Ona o değil de şu yakışır gibi itirazlar da çıkıyor ki acayip bir beyin fırtınası. Bana biçtikleri rolü oy birliğiyle kabul etmişler. Ben olsam olsam saz veya bağlama olurmuşum. Memleket ezgisi çalarmışım sürekli. Katılacağım orkestra değişse bile benim enstrümanım değişmezmiş. Ne çalıp ne söyleyeceksem sazımla çalar söylermişim. İstersem Karacaoğlan’ı, istersem Beethoven’i çalacak olayım… Haklılar, ben de olsam kendimi saza benzetirdim doğrusu, hoşuma gitti.
Başka bir gün de bir yol olsa kim ne tür bir yol olur diye sormuştuk. Kimine otoban kimine duble yol kimine toprak yol demiştik, bana keçi yolu düşmüştü. Yolun tadını çıkarmaya bakarmışım ben, mesafeyi gitmeye değil. Arabayla gitmek yerine yürümeyi seçermişim. Yürürken önümdeki manzara, soluduğum hava, esen rüzgâr, uçan kuş, kokan çiçek değişip çeşitlenmeliymiş. Gerçekte öyle miyim emin değilim ama yakıştırma hoşuma gitmişti.
Bir güveç olsaydı kim içindeki hangi malzeme olurdu diye sorduyduk bir seferinde de. Kimine kemikli et olursun dedik kimine soğan kimine yağ. Bana ekmek rolünü münasip gördüler. Şöyle kabarmış, etli, taze ve sıcak bir ekmek. Tencereye girmezmişim ama ben olmadan da o güveç yenmezmiş. Biraz ayrıksı biraz aykırı oluşuma dikkat çekiyorlar böyle diyerek. Farkındayım ve evet öyleyim.
Şimdi nedir bunlar? Oyundur işte, basbayağı oyun! Bir görme ve görünme biçimi. Beni başkaları nasıl görüyor, ben onları nasıl görüyorum oyunu. Kişiyi oyalamak, gerçeklerden koparmak, başkalarını etiketlemek gibi bazı handikapları olmakla birlikte kişinin kendini tanıması ve keşfetmesi için iyi fırsatlar sunar. Clarissa Pinkola Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar’da şöyle diyesiymiş. Kitabı okumadım ama sanırım alıntı yapabilirim: “Yaratıcı hayatın ana damarı, özü, beyin kökü oyundur, terbiye değil. Oynama itkisi bir içgüdüdür. Oyun yoksa, yaratıcı hayat da yoktur. Uslu olunursa, yaratıcı hayat olmaz. Sessizce oturulursa, yaratıcı hayat olmaz. Sadece ağırbaşlı bir şekilde konuşulur, düşünülür, davranılırsa, çok az yaratıcı özsuyu çıkar.”

2 Mart Cumartesi,
Bugünlerde iş hayatımda belirli bir istikrarsızlık var. Arkadaşlarım yardımcı olmak için beni yönlendirmek istiyorlar. Öyle değil de şöyle yapmalısın, o zaman da değil de bu zamanda çalışmalısın gibi taktikler veriyorlar. Kitap kafe açmam ya da açmamam konusunda fikir beyan ediyorlar. Bu konuşmaların çoğunun sonunda iş tartışmaya dönüyor. Ben onların taktiklerinin işe yaramadığını söylüyorum, onlar benim sebat etmediğimi yahut ayran gönüllü olduğumu. Son haftalarda bu mevzular yüzünden birbirimizi biraz kırdık bile. Ben, bana karışmayın arkadaş deyip çıktım. Onlar da, ne halin varsa gör deyip beni kendi halime bıraktılar.
Bir arkadaş, ismini yazamıyorum çünkü yazılarıma konu olmaktan hoşlanmıyor, bu konu üzerine düşünmüş. Diyor ki; seninle her ne zaman işle ilgili konuşsak, maişet derdinden bahsetsek, çarşı-pazardan söz açsak ağzımızın tadı kaçıyor. Ama ne zaman ilimden irfandan, kültürden sanattan söz etmeye başlasak önümüz açılıyor, içimiz genişliyor, keyfimiz yerine geliyor.
Şimdi ben buna sevinmeli miyim üzülmeli mi karar veremedim. Gündelik işler hiçbir zaman benim hayatımın ana meselesi olmadı dersem sanırım iddialı bir laf etmiş sayılmam. Onları hep elimin ucuyla tuttum, işimi görecek, geçimimi temin edecek kadar ilgilendim. Onlar hakkında uzun uzadıya konuşmaktan bunalırım. Anlayacağımı anlayıp alacağımı aldıktan sonra bir an evvel o laf çukurundan çıkmak isterim. Dünyanın üstüme sinmesinden korkarım sanırım. Gel gelelim gündelik meseleleri ilme-irfana, kültüre-sanata bağlayacak bir yol bulursam mest olurum. Bu günlüklerde yapmak istediğim şey de galiba bu…
3 Mart Pazar,
Bilal’le konuşuyoruz, yakın arkadaşlarımdan biridir, benim günlükleri kritik ediyor. Yazılarım yaşantımdan daha dengeliymiş. Yaşarken inişli çıkışlı yaşıyormuşum, dalgalanışlarım varmış, uçlara gidip geliyormuşum ya da gelebilirmişim. Ama yazılarım gemlenmiş bir at gibiymiş, satırlarımı dizginliyormuşum, dolayısıyla yazarken daha güvenli daha temkinli ve daha dengeliymişim.
Tespiti hoşuma gitti, doğru da görünüyor. Sanatçıların ve yazarların hep tahtalarının eksik olduğu düşünülür, ben de bundan nasipsiz değilimdir herhalde. Yaşarken özellikle yakın çevreme karşı daha rahat davrandığım, kendimi daha açık ifade ettiğim su götürmez. Çünkü yaşarken sorumluluk alanım sınırlı geliyor, telafisi daha mümkün gibi. Ama yazmak öyle mi! Yazmak sahneye çıkmaya benziyor, tarih sahnesine üstelik. Silinmez bir iz bırakır icabında. O yüzden pijamayla çıkamazsın, elini yüzünü yıkamadan görünemezsin. Gel gelelim günlük türü biraz da tam bu dediğim gibidir. Okurun karşısına pijamayla çıkmayı gerektirir belki ve ben bu aralar daha çok günlük yazıyorum. Şu durumda Bilal’in tespiti aleyhime işliyor gibi…