Gün Evini-5: Mezarlıkta Bahar / Ramazan gelse bir, neler neler yapacaktım…
4 Mart, Pazartesi
Ablam aradı, “Bize gelin, ramazanda zor gelir, görüşemeyiz belki, oturalım,” dedi. Sonra ilave etti, “Senin fotoğrafını çekip durumuna koyduğun otlardan pişireceğim, epey topladım.” Hani, aslında bu otların çoğu yeniyor aslında ama yine de bir bilenle yemek lazım demiştim ya. İşte o bilenlerden biri ablam. En son turnagagası resmi paylaşmıştım durumda. Ondan da toplamış. Bizdeki adını sordum, “Ne bileyim biz hepsine ‘alan otu’ der, geçeriz,” dedi. Sonra biraz düşündü, ekledi: “İğnelik diyorlardı sanırım.” Yapraklarını gösterdi, küçük iğneler gibi; tomurcuğunu gösterdi otun “Bak, bu da turna gagası” dedi. Gerçekten tomurcuk ve sapa birleşmesi bir turna gagasına benziyor. Ben çiçeklerine odaklanmış, turnayla ilgisini bulamamıştım.
“Alan otlarını” karışık pişirmiş. Neler yoktu ki tabakta, karahindiba, turnagagası, ebegümeci vs. ama günün alan otları arasında baskın olan gelincikti. Evet, bildiğin kırmızı gelincik, o da yeniyor. Ama elbette tazeyken, zaten bu alan otlarının çoğu yalnız tazeyken yenebilir, çiçeklenince acılaşır, yenmez.
Bir de leğen böreği vardı menüde. Mısır unundan yapılan bir börek bu, tepside yapılıyor adı onun için leğen böreği. İç harcında bulgur ve et olmalı, bir de iç yağı olmazsa olmazı. Biraz ağır oluyor ama mısır unu yağ kaldırır. Anam rahmetli ben köye gittikçe yapardı.
5 Mart, Salı
İ. Mezarlığında gezdik bacımla. Çarşıda bir işim vardı, “Meşgul değilsen gel,” dedim, geldi. Geçen yıl da tam bu mevsimde aynı mezarlığı gezmiştik. Mezarlığın mübarek sakinlerinin yanında biraz durduk, dua ettik. En az sekiz asırlık mezarlık, bir köşesinde açık namazgah var. Farklı asırlardan, farklı stillerde şahideler… Önce bir pide yemek istedim, pidecinin penceresinden çiçek açmış erik dalları görünüyordu. Erikler de açmış demek. Mezarlık sarı, kırmızı çiçeklerle doluydu. Kırmızı çiçekler lale ama doğal bitki örtüsü, insan eliyle dikilmiş çiçekler değil. Küçük yabani laleler, Türkmenler “çiğildem” der bunlara. Sonra yağmur başladı biz mezarlıktan çıkmadan, bir yerden taze öğütülmüş kahve alacaktık, plana sadık kaldık, ıslanma pahasına yağmurda yürüdük.
Bir türbe de ziyaret ettik bu sefer, önceki gelişimizde yol ayırdığı için mezarlıktan ayrı kalan o türbeye girmemiştik. İçinde yedi sanduka var. Girişteki bilgilendirme yazısında bu mezarların kime ait olduğunun bilinmediği ama büyük ihtimalle bölgedeki beyliğin yöneticilerine ait olabileceği yazıyordu. Bir iki gün önce dinlediğim konuşmadan bir düşünce geldi aklıma. “Allah dostları” ifadesi geçen bir ayeti açıklıyordu konuşmacı. Bu sözden öyle bilinen türbeli, meşhur adamları değil, sıradan insanları anlamanın daha doğru olacağının altını çiziyordu. Bu kabristanda da şüphesiz birçok Allah dostu yatmaktadır ama türbeler, gösterişli şahideli mezarlar o velilerin yerini işaret etmeyebilir çoğu zaman. Gerçi “İl ağzı keramet” diye bir söz var. Halkın teveccühü bir şeye işaret ediyor da olabilir ama… Yer altında kim bilir kimler “yatur”. Ne bilinmez erler, erenler…
7 Mart, Perşembe
Bir paket geldi Amazon’dan. Hiçbir şey ısmarlamamıştım. Çocuklara sordum, böyle bir paket geldi, sizin mi diye. Yok, onlar da ısmarlamamış. Paketi açtım, bir kitap. Melisa Kesmez, “Bazen Bahar” adlı öykü kitabı. Biraz düşündüm, bir ara babasıyla uğrayan Ceyda bahsetmişti sanırım bu yazardan. Yayınevlerinin yeni kitaplarını incelerken birkaç kez karşıma çıkmış bir isim. O sitelerde verilen örnek sayfalardan bir iki öyküsünü de okudum sanırım ama daha önce kitabını okumuşluğum yok.
Ceyda da yeğenim sayılır, İstanbul’da okuyor. Az durdular, çıkarlarken bir kitap verdim. O da “Biliyor musun?” diye bu öykücüyü sordu, benim “Duydum ama okumadım” demem üzerine amcasına bir kitap göndermiş. İnce bir hareket.
Biraz baktım, güzel bir dili var Melisa’nın. “Devlet grisi” diyor mesela, bu renk tanımlaması hoşuma gitti.
Dün kardeşimle konuşuyoruz, Felemenkçe öğreniyor kendisi. Kursta bir metin okuyorlarmış, okuma metninin kahramanı bir Türk kızı, adı da Yağmur’muş. Önce neden hiç telaffuz edemedikleri böyle bir isim kullanmışlar diye düşünmüş, sonra “Anlamını biliyor musunuz?” diye sormuş hocasına ve arkadaşlarına. Anlamını söyleyince şaşırmış hoca, yağmuru kişi adı olmaya yakıştıramamış. “Avrupa’nın burasında çok yağmur yağdığı için sanırım bizdeki kadar güzel çağrışımları yok yağmurun, insan ismine layık görmediler,” diyor.
Birkaç ay önce Peygamberimizin isim koyma konusundaki tavsiyeleri hakkında bir metin hazırlamam gerekmişti. Konunun alt başlıklarından biri de “Efendimizin değiştirdiği veya tavsiye etmediği isimler”. Bu isimler üç gruba ayrılabilir: şirk ifade eden isimler, kötü anlamı/ olumsuz çağrışımı olan isimler ve fazla iddialı isimler. Olumsuz çağrışımı olan isimler arasında mesela Harp var, Savaş yani. Niye Savaş koymalı ki çocuğun adına Barış varken.
Ama benim çağrışım ve coğrafyaya bağlayacağım isim Cemre. Peygamber Efendimiz Cemre ismini de tasvip etmemiş. Çünkü kor, kıvılcım demek cemre; ateşin olumsuz anlamlarını çağrıştırıyor. Oysa bugün ülkemizde yaygın bir isim Cemre ama çağrışımları çok güzel, baharı, havaların ısınmasını çağrıştırıyor. Bu mecaz genişliyor daha sonra kalbe düşen cemreden, toplumun ıslahına kadar birçok umut kokulu çağrışıma açık hale geliyor. Hâlâ tavsiye edilmeyen isimler listesinde kalır mı bu isim? Fetva verecek salahiyetim yok elbette ama bu adın anlamı Arapçadaki o ilk anlamından uzaklaşmış, Türkçede olumlu anlamlar yüklenmiş ve artık sakıncası yoktur kanaatimce.
Bu arada Cemre adının yaygınlaşmasında muhafazakar mahallenin şairlerinin bu sözcüğü bir ara çok sık kullanmalarının, adeta kullana kullana içini boşaltıp klişe haline getirmelerinin etkisi olmalı. Sonuçta yeni bir isim Cemre. En yaşlı Cemre kimdir araştırılabilir. Bence bugün itibarıyla tek tük “Cemre Teyze”lere rastlanabilir ama henüz birilerinin “Cemre Nine” diye hitap ettiği kadın yoktur.
18 Mart, Pazartesi
Ramazan geldi, bir hafta geçti, yazamadım. Oysa ne planlarım vardı. Dün kızımla konuşurken söyledim, “Yine mi ya,” dedi, “hep aynısını yapıyorsun. Altından kalkamayacağın hayaller kurup sonra üzülüyorsun.” Doğrusu hep böyle yaptığımı bilmiyordum. Bir şairin “Mart gelse bir, ben neler yapacaktım…” diye başlayan şiirini okumuştum. Onu hatırladım. Ben de ramazan gelse neler neler yapacaktım, üstelik bir de mart.
Masamın üstünde öylece duran tefsir ve hadis kitaplarından her gün bir parça okuyacaktım mesela. Sonra diğer kitap yığınını eritmeye çalışacaktım. Nafile namazları nitelik ve nicelik olarak artırmalıydım. Evrat, ezkar…
Gerçi ramazanın ilk gününe güzel ve değerli bir çalışmayla başladım. Bir anı kitabının tashih işi vardı. Doksanlı yıllar Orta Asya’da bir eğitimci ve öğretmen arkadaşları, aynı eğitimcinin geçen yıl da Afrika anılarını okumuştum. Gerçekten sarsıcı, ibret dolu olaylar. Bazen güldüren, bazen göz yaşartan. Yaşanmışın etkisi farklı zaten, kurmacanın ulaşamayacağı yerlere ulaşıyor dümdüz anlatılsa bile.
Sonraki günler bir uyuşukluk, halsizlik, birkaç gün evden bile çıkmadığım oldu. O dediğim kitapları sanırım bir kere açabildim sadece. Ama umudumu yitirmiş değilim. Hâlâ toparlanabilirim.
Pek aksatmadığım şeyler de oldu şükür. Mesela teravih, Allah tamamına erdirsin. İlk gün çocuklarla camiye gittik, biraz da hatır için geldi oğlan, onun için çok keyif vermedi bana. Ama koroyla söylenen salat-ı ümmiyeye katılmak hoştu. Aslında hep beraber gitmek güzel bir etkinlik olsun diye ısrar etmiştim biraz da, yoksa ben de evde kılmayı seviyorum teravihi. Son yıllarda evde hatimli kılıyorum. Önüme koyacağım ayaklı bir sehpam ve üzerine koyduğum iri yazılı mushafım var. Her gün bir cüz, ramazanda hatimli teravih. Gerçi yıl içinde ara sıra okuyordum, üç aylarda tamamlar, ramazanda başa dönerim diyordum, altı yedi cüz kalmış, kaldığım yerden devam ettim. Artık gün içinde diğer nafilelerde okuyarak açığı kapatmaya çalışacağım. Bugün eski hatimden kalan cüzler bitti, nasipse akşam Bakara’dan başlayacağım tekrar.
Bir de sosyal medyadan tanıştığım yaşı büyük ve saygıdeğer bir arkadaşım birkaç yıldır cüz paylaşıyormuş arkadaşlarıyla bana da teklif etti. Hayır diyemedim hayırlı bir iş olduğu için, her gün aynı cüzü okuyorum. Böylece üç aylar boyunca her gün hatim yapmış oluyoruz tanımadığım yirmi sekiz mümin kardeşimle birlikte.
Arada dışarı çıkıp küçük gezintiler yapıyorum. Bahar coşmuş, ben evde pineklerken. Birkaç hafta önce ilk patlayan badem çiçeğini görmeye çalışıyordum; şimdi erikler, vişneler hatta arada kayısılar, şeftaliler gördüm pür çiçek. Defneler hakeza. Bahçelerde, yer yer çit aralarından uzanmış süsenler, sümbüller, şebboylar cabası.
Yalnız iftarların, pidelerin eski tadı yok nedense. Küçük kızım çok gerçekçidir, “Belki tat alma hücrelerin ölmüştür,” diyor. O da olabilir elbette, ama başka şeyler de var. Geçen gün bir iftar programı izliyordum telefondan, konuğuna soruyor sunucu, “Eski ramazanlardan neleri özlediniz?” Konuk öyle pek ramazan nostaljisi yaşamadığını, neydi o eski ramazanlar gibi düşüncelere eskiden beri pek kapılmadığını söylüyor ama ekliyor “Yine de özlediğim bir şeyden bahsedeceksem, eski arkadaş ortamları. Arkadaşlarla birlikte yaptığım iftarları özlüyorum.” Ben de öyle. Ağzımın tadının tat alma hücrelerinden başka böyle şeylerle de ilgisi olduğunu düşünüyorum.
Bir şey daha… Davulcuları sevmiyorum. Her gelenek zamanı gelince, nostalji olarak hatırlanmak üzere terk edilebilmeli bence. Tamam eskiden güzelmiş, hoşmuş da, şimdi kim davulla sahura kalkıyor ki? Herkes telefonunun alarmını kuruyor, tamam… İnsanlar belki dört buçukta, belki beşte kalkacak, saat üç buçukta, dörtte başlıyorlar tam tam tam. Yolun gürültüsü patırtısı yetmiyormuş gibi bir de onlar tuzu biberi oluyorlar gürültü kirliliğinin. Sonra bayrama yakın kapıyı çalar bahşiş isterler bir de. Ben de kapıyı açmayacağım, evde yok numarası çekeceğim. Pasif tepki, oldukça… Ne yapayım onaylamıyorum bu geleneği, ellerinde tokmak var sonuçta, yüzlerine haykırmak doğru olur mu orası da şüpheli. Neyse, fazla uzatmayayım bu konuyu, neme lazım, seven, özleyen filan vardır.