İrfan Arslan

Gün Evini

Okuma süresi: 6 dakika

Şubat, Pazartesi

Salonda, köşedeki yemek masasında oturuyorum uzun zamandır. Bu eve taşınmadan önce de aynı masanın aynı köşesinde oturuyordum. Bir çalışma masam olmadı desem. Evet, geçici zaman dilimlerde olduğu da oldu ama genelde olmadı. Ya aldığım masalar çok kötüydü, sallanıp durdu, – bazen sayısız taşınmalarımın birinde kırıldığı oldu, hatta sinirlenip balkondan attım birini – ya da çocuklar için daha gerekli deyip onlara bıraktım. Yemek masası da iyi aslında, şikayetim yok.

Hele şimdi pencereye bakıyorken. Eğer bir çalışma masam olsa, böyle salonun köşesine, iki pencereyi görebileceğim merkezi bir konuma yerleştiremezdim. Bu kupon köşeyi yedirmezler bana. Daha önce olduğu gibi duvara dayardım çalışma masasını ve dolayısıyla gözlerimi. Duvar bakışımı keserdi.

Şimdi gözüme perde olan bir duvar yok önümde. Sağa baksam şehir, geniş bir açıklık ve epey ilerde dağlar var; önüme baksam sitenin bahçesi, bir iki ev, bir parkın uzun servileri ve çamları, arkada yükselen dağ. Pencere mühim. Hele tül perdeyi açmayı akıl ettikten sonra bir şenlik, bir şenlik. Pencereden her bakışta ayrı bir manzara görmek mümkün. Bulutlar hiç yerinde durmaz, arada kuşlar gelir gider, yolda arabalar. Mevsimlerle birlikte ağaçların üstü başı değişir, toprağın da. Gün ışığı farklı açılardan düşer ya da gölgeler uzar kısalır. Pencere hayat dolu bir ekran, canlı bir monitör.

Kuşlu Defter, Kirpili Defter

Günlük yazmayı savsaklıyorum epeydir. Biliyorum, bu pek iyi değil. Arada not ettiğim oluyor bir şeyi ama ya sonradan hatırlamak isteyeceğim sayısal veriler bunlar ya “Baksana ne zamandır yazmamışım” diye yakınmalar.

Bu sefer merkeze karşımdaki pencereyi alayım ve yeni deftere başlayayım dedim. Masamda küçük bir defter var. Çok seyrek de olsa bazı dizeleri, bazı cümleleri not ediyorum. Açık mavi cildi, üstünde minik çiçek desenleri var. Bir de kuş deseni var diye hatırlıyordum, bu yeni deftere “Kuşlu Defter” derim belki diye düşündüğüm bile oldu. Ama elime alıp bakınca, masamdaki defterin desenini yanlış hatırladığımı gördüm, şaşırdım. Kuş değil kirpiymiş o beyaz çizgilerin işaret ettiği. Eh o da olur, “Kirpili Defter” desem.

Olur olmasına da içerikle uyuşmaz ki! Önemli mi, değil. Benimkisi olmadık yerden dert edecek bir şey bulup gerçek dertlerden kurtulma çabası belki. Hayır ama öyle olmaz. İçinde pencere geçen bir ad bulmalı bu deftere. Pencere önünde oturan, dışarı bakan, bulutları, ağaçları seyreden, bazen camı açıp kuş sesleri dinlemeye çalışan, bazen uzaklara dalıp giden kaygılı ve kır sakallı bir âdem evladının notları olacak bu sayfalarda. Defterin adı ona göre olmalı. Düşün dur şimdi.

Şubat, Perşembe

Bir yandan yeniyetme yazı meraklıları gibi defter adı düşünürken bir yandan üç ayda bitiririm diye başlayıp beş ayda yarısına ancak gelebildiğim “iş”i bitirmeye çalışıyorum. Tatamından ümidi kestik, hacmini yeniden belirledik dosyanın. Yayınevlerinin sitelerine girip kitap inceliyorum. Cümleler, paragraflar alıntılıyorum “iş” için. Önüme “Pencereler” adlı bir deneme kitabı çıkıyor. Güzel kitap sanki, adını, yazarını masamdaki karalama defterine kaydediyorum. Bu kaydettiğim kitaplardan bazılarını arada satın alıp okuduğum olur. Belki bir bahtlı günde bu kitap da sepete girer, sonra kitaplıkta yerini alır. Kitabın başında Rilke’den bir şiir var epigraf olarak:

“Ah! Pencere, sen beklemenin ölçüsü

Başka bir yaşama doğru

Yaşam sabırsızlıkla aktığında

Ne çok doluyorsun.

Sen ki ayırıyorsun ve cezbediyorsun,

Deniz gibi değişerek –

Aynadaki görüntümüz birdenbire,

Aradan nasıl gördüğümüzle karışarak;

Yazgının varlığıyla

Tehdit edilen bir özgürlük parçası olarak

Bizim aramızda eşitleniyor

Dışarının fazlasıyla büyüklüğü.”

Nedir pencere?

Pencere başka bir yaşama doğru beklemenin ölçüsüdür, vs. Güzel şiir. Bana uyuyor, defterimde anlatmak istediklerime uyuyor.

Pencerenin Halleri

Pencerenin farklı halleri var. Ayrılma hali ve yönelme hali öne çıkıyor sanırım şiirlerde.

Örneğin “Yeşil pencerenden bir gül at bana” dizesinde ayrılma hali kullanılmış, eylem içerden dışarı doğru. “Pencereye kuş kondu” desek bu sefer dışarıdan pencereye gelip orada duran bir eylem ya da nesne söz konusu. “Geldim işte mevsim gibi kapına” diyor şair, o da öyle. Sardunyalar, cam güzelleri varsa pencerede, bulunma halinden bahsederiz.

Bir düşünürle ilgili yazı okumuştum. Felsefesini “ben” algısı üzerine kuruyordu. “I” ve “me” olarak ben nasıl algılanır? Özne olan ben kendisini nasıl anlar, algılar; nesne olan “ben”leri ya da kendi “ben”imizi “beni”, “bana” dediğimiz zaman nasıl algılarız?

Pencere de öyledir. Göz ruhun penceresi belki, belki pencere biraz ayna. Rilke ona da işaret ediyor aslında.

Bir merak, acaba pencereyle ilgili kim ne dedi? “Pencere şiiri” yazıp aratıyorum. Ama uzun sürmüyor arayışım. Önüme çıkan ilk şiire çarpılıyorum. Daha fazla bakınmaya gerek yok. Bu sefer şiir Arkadaş Zekai Özger’den. Şairin adını duydum, dünyadan çok genç ayrılmış bir kalem erbabı. Belki bir iki şiirini de okumuş olabilirim ama bu şiiri ilk kez okuyorum. Epey meşhurmuş aslında, bestesi de var. Şöyle:

“Pencereyi kapama
gök dolabilir içeri
sen neyi görebilirsin
ıslak bir bulutun ağışını mı

Pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü

Pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
kokusu hayatı yıkasın diye

Pencereyi aç
sesin sarsın dünyayı
duyulur elbet ta ötelerden
yürek kendini tanır”

Önce “pencereyi kapama” diyor, “aç” daha sonra. Demek var olanın, verili durumun iyiliğini, güzelliğini kapatmamak önce geliyor. Eyleme geçmek değil, etkiye açık olmak. İçine, odana kapanıp kalmamak. Bütünden, büyük resimden ilgini, algını koparmamak.

“Gök dolabilir içeri” ne müthiş ifade. Gök nedir ki zaten, yerden başlamaz mı? Derimizin, saçımızın, elbisemizin hemen üstünden başlamaz mı göğün sınırı? Pencereyi kapatmayarak mavi göklerin havasıyla odanın havasının eşitlenmesini sağlamış olmaz mıyız? Gök dolar odaya, rengiyle değil ama sıcaklığı, serinliğiyle, esintisiyle dolar. Sonra halka biraz daralıyor, “kuş dolabilir içeri”. Nasıl? Sesiyle dolar önce, sonra görüntüsüyle de dolabilir. Bizzat gelmesine gerek yok. Tercih etmeyiz zaten. Sonra gökten ve kuştan aldığı güçle harekete geçebilir insan.

“Pencereyi aç”. Bu sefer halka önce dar, sonra genişliyor. “Soluğun çıksın dışarı.” İşte bir şeyler söylemek, bir günlük sayfasında da olsa aklından geçenleri ifade etmek budur. Hayat belirtisi. Öteki aşama kolay değil, dünyayı saracak bir ses ümit edebilir miyim, sanmıyorum. Ama dünyanın sesine katılan, eklemlenen cılız bir ses derseniz, neden olmasın. Hem yürekle duyulacaksa ötelerden…

Neden günlük?

Neden günlük yazıyorum? Örneğin şiir yazabilsem, öykü, roman, hatta deneme, günlük yazar mıydım? Günlük biraz geride kalan, artık sözler bohçası gibi. Bunu tecrübe ettim gerçekten, bir yere düzenli yazı yetiştirme derdine düşsem ya da hacimli (oylumlu desem havalı olur muydu acaba, olmasın diye demedim) bir dosya üzerinde çalışsam günlük aksar. Bir çeşit rahatlama seansı, soluklanma… Neyse, yine de severim günlüğü. İmkanı çok. İstediğin gibi konuşursun, içine ne atsan alır. Bana mısın, demez Cansever’in masası gibi.

İ. Özel nasıl söylüyordu?

“Yaşamayı bileydim, yazar mıydım hiç şiir,

Yaşamayabileydim, yazar mıydım hiç şiir.”

Ucu Kıvrılmış Günler

Aklıma kardeşimin öğrencilik yıllarında kurduğu bir cümle geliyor. Bir grup üniversite öğrencisinin hevesle çıkardığı bir dergide çıkmıştı o yazı. iki haneli sayılara ulaşamayan bir dergide. “Bu ucu kıvrılmış kaçıncı gün ki geçti” diyordu. Ucu kıvrılmış günler… Önemine binaen mi ucunu kıvırıyordu bazı günlerin acaba? Yoksa geçmesi yeterli miydi kıvırmak için. Ömür kitabının yaşanan sayfaları uçları kıvrılarak mı işaretleniyordu? Bilmiyorum. Aklımda öylece kalmış o cümle, şimdi günlükten bahsederken aradan geçen çeyrek asrı aştı geldi. Her gün yazmıyoruz ya, yazdığımız günlere bir işaret mi koymuş oluyoruz acaba günlükle? Yazarak dolduruyor muyuz, dolu günleri mi işaretliyoruz, boş günleri mi?

Evinsiz laflar antolojisi

Başı eğik başaklar doludur. Evin deriz buğday başağına ağırlık veren tanelere. Bir başak ki başını eğmiş, evinlidir. Bir de birçok başı eğik başak arasında gururla yükselen dik başlı başaklar vardır. Evinsizdir o başak, dikelmesi, kendini göstermesi ondan.

Bomboş geçtiğini hissediyorum günlerin, haftaların, sonra yılların. Hani ne yaptım bugün? Hiç. Bu yıl? Bilmem ki… Geldi geçti işte. Gün doğdu, sonra battı…

Bu günler, evinsiz günler bir bakıma. Evinsiz laf derler memlekette, lafügüzaf demektir bu.

Eh, harman toplanmış bir yere, ardında kalan başakları toplayacağız, o başaklar da evinsiz olmasaydı diyoruz ama nasip. Belki yine de bir şeyler çıkar.

Eskiden köylerde önce ekin biçilir desteler toplanırdı. Sonra dökülen başaklar toplanır. Bazen bir fakire havale edilir bu iş. Topladığı kendinin olur. En sonunda koyunlar toplar kalanı, kuşlar ve karıncalar da her aşamada payını alır elbette. İşte sözü uzatıp konuyu dağıtıyorum ya, bu da evinsiz lafa dahil.

Arada bir kitap okudum, ocak ayında.

Arkadaşım dedi ki, “Hadi, beraber kitap okuyalım.” “Olur,” dedim, “ne okuyalım?” Önce Milan Kundera’nın Şaka’sını teklif etti sonra fikrini değiştirdi “Sartre’ın Bulantı’sını okuyalım,” dedi. Bana hava hoş, ikisini de okumamışım, ikisi de okumaya değecek kitaplar, şehrin kütüphanesinde ikisi de var. Bulantı’yı aldım kütüphaneden. Benden önceki okur sevmediğim bir şey yapmış. Çizmiş kitabı, hem de pembe tükenmez kalemle. Ama itiraf edeyim çizme konusunda zevki iyi. Genellikle çizilecek yerleri çizmiş.

İki arada bir derede okudum kitabı, hem bölük pörçük hem de çok odaklanamadan okuduğum için tam giremedim ama iyi kitap. Kızımın sınıfı derste “Godot’yu Beklerken”i işlemiş. Tatile gelmişti, beraber izlemeyi teklif etti. O da aynı döneme denk geldi, uygun düştü.

Sartre beni Camus gibi sıkmaz, severim metinlerini. Anlatım güzel, acı büyük ama yoruyor bu varoluşçuların düşünceleri. Rahatsız ediyor. Zaten adamın niyeti de o olmalı. Bir bulantıdır gidiyor. Yeğenim iyi okur, kitaplığında gördüm, “Okudun mu, nasıldı?” dedim. “Başladım ama bitiremedim, gerçek anlamda midem bulandı,” dedi. Şaşırdım. Arkadaşıma sordum, o kısa sürede okumuş, bitirmiş. “O neydi ya, iğrençti,” gibi bir şey söyledi. Daha da şaşırdım. Edebiyattan anlar, öyle kolay rahatsız olmazlar her ikisi de. “Bulantı”da bu insanları  rahatsız eden neydi acaba?

Belki de fazlaca empati yaptılar roman kahramanının düşünceleriyle. Ağır geldi. Ben daha çok “pencereden bak, içine girme” prensibine göre okurum böyle şeyleri. Yine de yoğun hüzün hissettim. Sevdiğim şairlerin dünyalarına girdim, gezindim sayfalar boyunca. Tarancı, Dağlarca, yer yer Necatigil.

Sadece bu kitap değil, bu yazar da değil, genel olarak bu takımın metinlerini okurken Tarancı’nın “Gün Eksilmesin Penceremden” şiirini hatırlıyorum hep. “Ve gönül Tanrısına der ki”… Ama diyemiyor, Tanrısı yok çünkü. Gönül bir şey söyleyecek ama muhatap yok. Öylece yutkunup kalıyor  yokluk karşısında, varlık karşısında. Bulantı ondan işte. Teselli yoksunluğundan.

Bir ara geniş bir vakitte daha dikkatli ve yaymadan, birkaç gün içinde tekrar okusam iyi olur bu kitabı.

Altını çizsem veya notlar alsam okurken o daha iyi olur. Bir cümle kaldı mesela aklımda. “Deniz yüzü bir dua kitabıdır” diyor kahraman değişik fraksiyonları ile hümanistleri eleştirdiği sayfada. Sonra yüzü bir dua kitabı olsa da denizin altında, görünmeyen kısmında balıkların birbirini yediğinden filan bahsediyor sanırım. Aslında öyle değil. Deniz yüzü bir dua kitabıysa denizin içi de Celal tecellisini anlatan bir tefekkür kitabıdır. Neyse, lafı uzatırsam ezbere konuşmaya başlayabilirim. Şimdi istediğim bir şey değil bu.

4 thoughts on “Gün Evini

  • Cihangir

    Şiirler arasında bir pencere defteri. Dosya şimdiden hayırlı uğurlu ve bereketli olsun.

    Yanıtla
  • Ömer

    Pencere önü düşleriniz hayırlı olsun…

    Yanıtla
  • irfan

    Teşekkürler, dostlar.

    Yanıtla
  • yusuf

    nefis bir günlük, günlük gibi günlük..

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.