Can Yesari

Ziya Osman Bey’e İçleniş

Okuma süresi: 4 dakika

Sizi Ziya Bey, ilk defa İstanbul şiirinizle tanımıştım:

“Babamın yattığı Küçüksu,

Anamın toprağı Eyüpsultan”

Eyüpsultan’ın içime bir hatıra gibi doluşu bu mısralarınızla..

Hepimizi Ziya Bey, ellerimizi cebimize, başımızı paltomuzun yakalarına saklayıp yürümeye alıştıran bir şeyler var.  Aşamadığımız şeyler… Kendimizi ne zaman güçlü görmeye çalışsak, ne zaman varlığımıza pay biçmeye kalkışsak sokaklar çıkmazlara yazgılı. O kavgada, o ürkeklikte bakıyoruz ki zaman geçmiş, bakıyoruz ki yıllar bitmiş. Oysa bir şey yapacaktık.. belki bir şey kalacaktı geriye..

Ama hiç!.. Baba yadigarı bir hiç!..

Ziya Bey insan en çok da geride hiçbir şey bırakamadığı zaman anlıyor göçüp giden babayı. Akşamın gölgesi üstüne düşünce, evlada bırakılan hayat yükü bomboş bir akşam sofrası gibi önüne kurulunca. Hiçliği anlıyor insan, boşa telaşı, bir ucu ötekine değmeyen işleri ve değmeyecekleri.. Mevsimin ortasında durup başını kaldırarak yağmurun gözlerinin içine yağmasını istiyor o an. Yağsın, yağsın, yağsın istiyor. İşlesin içine. İçimizde babadan kalan bir yüz var ya hani, taa o yüze değsin o yağmurlar istiyor.

İçimde bir huzursuzluk Ziya Bey. Sizde de bulduğum, bu sebeple size açtığım bir huzursuzluk bu..

Şehirlere bir şeyler oluyor Ziya Bey nice zamandır bir yerlerde. Akşamlar çarşılara bir çiğ gibi yağıyor. Çaresizlikler yağıyor, kederler, sahip çıkamamışlıklar… Babanız yadigârı bir pantolonu koltuğunuzun altında bir kese kâğıdına iliştirip eskiciye satmak için dolaştığınızda da görmüştüm ben bu yağmurları. Kar yağacaktı, yağmamıştı.. Yağmur yağacaktı, yağmamıştı da o akşam çiği iri iri yağmıştı göklerden. Kapalıçarşı taraflarında eskici vitrinlerine ürkek bakıyordunuz. Üstünüze şehrin sisli yankısı birikmişti. Korkarak bakmaktı sizinki, bir günaha meyletmekti. Kendinize bir gömlek, kız kardeşinize bir pabuçtu muradınızın karşılığı ama eldeki son hatırayı bırakıp gitmenin, ona ebediyen yabancı olmanın huzursuzluğu vardı yüzünüzde.  Beni size yazmaya zorlayan, yürürken başınızı insanlardan kaçıran, kaldırımlara gömen o huzursuzluğunuz, o çaresizliğinizdi. 

Aynı huzursuzluğu İstanbul’u bırakıp gideceğiniz son gecede de buluvermiştiniz karşınızda. Millet yiyip içerken oturduğunuz yerde birden daralmış bir pencere kenarına çekilmiştiniz. Pencerelerden bakarken İstanbul’u son defa izlemenin ağırlığı vardı omuzlarınızda. Kenar balkonlardan uzaklarda ışıkları yanıp sönen Adalar’a kadar bir eskici dükkânında değişilen pantolonun kederi doldurmuştu her yanı ve siz o an adını bile koyamamıştınız. Oysa yine aynı huzursuzluğun içindeydiniz.

Karanlığın denizinde şehrin ışıkları bu kadar kederle konuşuyorsa Ziya Bey, bilirsiniz ki babadan miras bir kederle doludur insan: Şu dünyada hiçbir şeye tutunamamış ve o tutunamayışı evlatlara bırakıp gitmiş babalardan kalma bir kederle. Huzuru daima bir göz bakımı, bir el tutumu yakınlıkta bulup da hiçbir hamlede erişememenin mirasıdır bu Ziya Bey. Mutluluk var dünyada elbet ama benim içimde değil, sevdiğim yüzler var elbet ama hiç biri yanımda değil demenin bir başka adıdır uzak ışıklar. Geçip giden insanları, durup bekleyen sokak lambalarını hep tamamlanmış bir şeylerin içinde görmenin ama kendini hiçbir zaman o tamamın içinde görememenin adıdır.

Gün gelir Boğaz kıyılarında gelip geçen bir gemi değil de babanın satılmış satılacak o tek yadigârı olur sularda akıp giden. Hatırınızda mı, Sarayburnu’nda bir banktan Neveser’in suları çalımla köpürtüşünü, Gülcemal’in vefalı süzülüşünü izlerdiniz hep aynı suçluluk duygusuyla. Bu iki sevdalı, İstanbul halkını yıllarca sırtlarında taşımıştılar. Zaman geçmiş ay dolanmış, veremli gibi yorgun, bir sıtmalı gibi titrek düşmüştüler. Vaktiyle övgüler dinledikleri ağızlardan acıma hatta alaylar dökülmesi kim bilir ne kadar ağır gelmişti naif ruhlarına. 

Oturduğunuz bankta bir gün ürpermiştiniz bir an. Anlamıştınız ki o iki beyaz kuğu o sulardan çekip gitmişti ebedi. Onların eskiciler çarşısı Kasımpaşa limanıydı. Açılır haliç köprüsü, görünür mezarlıkları yolu. Artık ne o boğazı kuğu gibi ipil ipil aştıkları günler.. Ne Kanlıca, ne Kavaklar, ne de yaz güneşlerinde Adalara uzaklarda çam kokuları taşıyıp gelişleri…

Siz vefasızlığınızı İstanbul halkından mı almıştınız yahut çaresizliğinizi?..

Dostlar Ziya Bey.. Yaşadıkça insan, dostlar çoğalır mı, azalır mı? O Cahit Sıtkılar, Yaşar Nabiler… O Kadıköyü Misakımilli sokakta yaz akşamları… Gecenin geç vakitlerinde Suadiye’den, Fener’e sabahlara kadar rıhtım lodoslarıyla uçuşan dostlukları. Kim kalıyor geriye Ziya Bey.. O dostluklar nereye varıyor.. Mesela bir hastane odasında gözünüzün önünde yitirdiğiniz sadece Cahit Sıtkı mı oluyor, sadece o kadar mı?

O pantolon koltuğunuzun altında eskici vitrinlerine bakışınız yahut pencere kenarında ayrılacağınız İstanbul’a dalışınız, dokuz yaşında bir çocuğun Galatasaray Lisesi’nin yatılı pencerelerinden arka bahçeye bakan gözlerinden gelmiyor mu? Pazar tatillerinin anlamını en çok da Eyüpsultan’da gömülü anne ziyaretlerinden  devşirmedi mi bu yatılı okul çocuğun gözleri?.. Hayattan çekilmeyi, mutluluklardan uzak durmayı, ani seslerden ürpermeyi başka evlerde yuva kuran babanın bıraktığı hüzünle öğrenmedi mi?.. Aza, daha aza, çok daha aza kanaat etmeyi o körpe ruhuyla benimsemedi mi?.. İnsanın azını, eşyanın azını, hayatın azını ama hatıranın çoğunu taşımayı o yıllardan kalma bir aşinalıkla edinmedi mi?

O eskici dükkânının önünde sisli bir İstanbul akşamında koltuğunuzun altındaki kumaşı gayriihtiyari sıkarken kolunuz, istemsiz artarken kalbinizin vuruşu, uzak zamanlarda bir okul penceresinin bıraktığı huzursuzluğu yaşamıyor muydunuz yeniden?

Bakmayın boşuna, başkası mümkün değil! Bütün fotoğrafçı dükkânlarında asılı yüzler mesut. Uzak ışıklar gibi, şehrin kendi kıyısında işleyip gidişi gibi bütün vitrinlerde bütün yüzler mesut. Sokaktan geçenler, mekteplerinde okuyanlar, işyerlerinde çalışanlar mesut da Ziya Bey, siz oturduğunuz bir fotoğrafçı koltuğunda dahi mesut değilsiniz. Yazgısı yol kenarlarından geçip gitmek olan insanlardansınız çünkü. Hesabınız onların hesabına kayıtlı. Küçük çay ocaklarında, parkların ıssız banklarında küçük şeylerin ayırdımında ve küçük bir hayatı taşımaya yazgılısınız ve biliyorum ötesini de istemezdiniz.

Bulut geçer üstünden,

Gemi gelir yanaşır

Bir eski türküdür, kulağıma fısıldar,

“İçi dolu çamaşır.”

Buydu, bu kadardı ömrünüz ve ömrümüz Ziya Bey. Mesut insanlar fotoğrafhanesine tek bir mutlu fotoğraf asmadan gelip gitti yıllar. Ne demiştik: Olsun da istememiştik. Olması da gerekmezdi.

İnsan içinde taşır bütün denizlerini. Yürünecek yollarını, taşınacak yüzlerini içinde taşır. Herkesin kendi evine gittiği, kendi kapısını çaldığı, kendi sofrasına oturduğu akşamları bir yatılı okul penceresinden ve yalnız, yapayalnız izlemeyi ruhuna sindirmişse insan, hiçbir yerin yerlisi değildir artık hatta hiçbir yüzün sahibi. O sadece katarlar gibi taşır, taşır, taşır. Yolları yürümek kalmıştır ona. Hatıraları taşımayı öğrenmiştir, vitrinlere bakmayı.. Başı kaldırımlardayken insanları görmeyi öğrenmiştir, uzaklardaki sesleri duymayı.

Ve koltuğunun altında hep bir şeyler vardır: Koluyla yüreğine bastırdığı ama önünde sonunda parlak bir eskici vitrinde bırakmak zorunda olduğu şeyler.

En kötüsü de budur ya!.. En kötüsü de budur ya!.. Yani günün birinde yeniden karşılaşıldığında o kumaş bile vitrinden gülerek bakar ve onun hüznünü de alır yürürsün ya!..

En çok da bu koyar adama. 

İçimde bir huzursuzluk, demiştim Ziya Bey, hani sizinkine benzeyen. Belki de buydu.

One thought on “Ziya Osman Bey’e İçleniş

  • Hasan Turgay

    Kimi yerlerde gözlerim dolarak okudum. Çok farklı ve cezp edici bir üslup ve yaklaşım bu. Teşekkür ve tebrik ediyorum sevgili Can Yesari.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.