İrfan Arslan

Tohumun Sırrı

Okuma süresi: 3 dakika

Bu yazıyı yazmayacaktım aslında, ne var ki aynı konu üst üste birkaç kez önüme çıkınca yazmamazlık edemedim. Başlıktaki tamlama vurucu bir söz öbeğiydi gerçekten, tam yazı adı olacak bir tamlama. lakin bu tamlamanın içinde geçtiği cümle daha etkileyiciydi. Mutfak toplarken genelde bir sohbet, söyleşi, konuşma… her neyse öyle bir şey açıyorum son aylarda. Yine bilge bir konuşmacıyı dinliyordum. “Tohumun sırrını toprak çözer,” dedi arada. “İşte,” dedim, ben de, “bu cümle tam benim yazmam gereken bir yazının konusu.” Defterime not ettim. Gün boyu zihnimde tohumlarla dolaştım. Fırtınaların önünde uçuşan tohumlar, sele kapılıp yüzen tohumlar, bir hayvanın tüyüne yapışıp, bir kuşun midesine inip kendine yurt arayan tohumlar…

Ama ne tohumu bunlar, neye dönüşecekler. Toprakla buluşuncaya kadar orasını bilemiyoruz. Aslında işin acı bir yönü daha var. Konuşmada o konuya değinilmiyordu ama var o konu: her tohum yeşermez. Telef olanlar, sadece çürüyenler de olur arada. Neyse… O konu şimdilik dursun.

Dosyayı açtım, bir iki gün bekledi orda dosya, yazıyı yazmadan önce acaba bu cümle bir alıntı mı, acaba buna benzer bir cümle bir yerde geçiyor mu diye bakmak istedim.

Evet, bu cümle bir yazıda geçiyordu. Hem de başlıkta. Yazı o konuşmayı yapana aitti üstelik. Dosya öylece kaldı.

*

O gün yazsam sanırım Hikem-i Ataiye’den cümlelerle devam ederdim yazıya. İlk kez Kutlu’nun “Yoksulluk İçimizde” kitabında alıntıladığı şekliyle okuduğum cümleler. “Talep şan değildir” diye başlardım mesela, sonra “Varlığını bilinmezlik toprağına göm, gömülmeyen şey nâbit olmaz,” hikmetiyle devam ederdim yazıya.

Sonradan hikmetleri dört beş farklı kitaptan okudum. Kutlu’nun aktardığı cümlelerin aynısına rastlamadım. Çeviriyi alıntılarken, cümleleri bir kompozisyon içinde bir araya getirirken küçük tasarruflarda bulunmuş olmalı.

İşte bilinmezlik toprağına gömülecek olan varlık, o tohum. Ne olduğunu henüz bilmediğimiz, sırrını toprağa emanet ettiğimiz tohum. Bilinmezlik toprağı “şan”ın tersi. ‘Şan’ın karşısına bir de “rıza” konuyordu hikemde. Bilinmezlik ve rıza arasında bir ilişki olmalı o zaman.

Şimdi bu konu açılmışken şu dizeyi atlamak da olmazdı elbette.

“Neşv ü nema bulamaz düşmeyicek hâke nebat”

Bir bitkinin filizlenip, göğernesi için önce toprağa düşmesi gerekir. Doğru. Bu dize başarısı kesin senaryo şablonu bir bakıma. Gelişim filmi. Bir bakıma hayatın gerçeği.

Bir ara dikkatimi çekmişti, Kuran’da en güzel kıssa denen, Tolstoy’un en iyi hikaye örneği olarak işaret ettiği Yusuf kıssası örneğinde yazılan bütün hikayeler çok güzeldir. Başarılıdır. Pollyanna’dan, Emily’ye, Yeşil Tepelerin Anne’inden efendime söyleyeyim Heidi’ye, hatta Çalıkuşu’na. Kimsesiz, küçük bir çocuk gelir bir kasabaya ve iyi kalpliliğiyle çevresini dönüştürür. Yusuf, Mısır toprağına savrulmuş ve orada neşv ü nema bulmuş bir tohumdur. Sıraladığım kurgu kahramanlar da öyle aslında. Bu, güzelliği sınanmış bir hikaye şablonudur.

*

İşte o zaman oturup yazsam bunlara benzer şeyler yazardım. Ama yazmadım yazılmışı var diye. Sonra bir iki yıldır masamda duran İbrahim Hakkı divanından bir kaç şiir okuyayım dedim ve şu dizeye rastladım: “Tohm-ı pinhanında peydadır nice bağ-ı cinan.” Gizli tohumunda nice cennet bahçesi olma potansiyeli var. Yine sır, yine giz, yine tohum. İnsan öyle bir şey değil mi zaten? Onun için “hoşça bak zatına” çağrısı yapmıyor mu Galip Dede?

Yok, yok, dedim. Aynı sözcükler üstüme üstüme geliyor, bu cümleleri alt alta sıralayıp eşe dosta göstermeliyim. O bir süre önce açtığım dosyayı tamamlamaya karar verdim.

Ben zihnimde dosyayı bunlarla kapayacaktım ki yine mutfaktayım. Ya bulaşık yerleştiriyorum ya çıkarıyorum. Yine bir konuşma açık. Yine bir bilgelik metni mütalaa ediliyor. Bu seferki konuşmacı şöyle dedi: Dünya ahiretin tarlası diyoruz ya, tohumu sadece amel olarak düşünmemek lazım, insanın kendisi tohum. Bu dünyada bir tohum olarak ekiliyor, öbür tarafta ne isek öyle göğeriyoruz.

İşte bu. Dünyaya geliş sadece sınama değil, işin eğitim boyutu var bir de. Varoloşu, kendi heykelini yontmayı vb.ni bir de böyle düşünün isterseniz.

Yapıp ettiklerimizle, düşüncelerimizle, tercihlerimizle bir şey yapıyoruz bu yakın (dünya) hayatta. Kısa hayatta. Kendimizi bir tohum olarak inşa ediyoruz. Elinde hakkak kalemi bir kütüğe ya da mermere şekil vermeye çalışan heykeltraşlar gibi kendi tohumumuzun genotipini şekillendiriyoruz bir bakıma. Sonra bilinmezlik toprağı, sonra bakalım ne çıkacak; bir gül bahçesi mi bir zakkum ağacı mı?

“Cehennem dediğin bir kuru mekan”

başka söyleyişle “Cehennem dediğin dal odun yoktur”

Eee?

“Herkes ateşini kendi götürür.”

Halk ozanı böyle demiş ya Arif Nihat ilave yapmış.

“Dediler: ‘Cehennemde odun bulunmaz,

Yolcu yakacağını kendi götürür.

Anladım, ki Cennet’e giden de burdan,

Gülünü, Zambağını kendi götürür!”

Bir bakıma öyle. Fazlası var, eksiği yok.

Zambak tohumu da, tamu odunu da kendisi insanın sadece yükü değil.

*

O başta alıntıladığım cümleyi kullanan konuşmacı daha çok sosyolojik bir olgu olarak el almıştı “tohumun sırrı”nı ben insan bireyi açısından baktım. Belki onun için işin o dediğim acı yönünden de söz açmadan geçemeyeceğim.

Bu sefer Yunus’tan alıntı:

“Miskin Âdem oğlanını benzetmişler ekinciğe

Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi”

Öyle. Yazık ki böyle bir yönü de var tohum olup saçılmanın. Dikkat etmeli.

2 thoughts on “Tohumun Sırrı

  • Hasan

    Tohum, gerçekten etkileyici bir tekvini ayet. Çok yönlü okumaya açık. Allah cümlemize neşvünema nasip eylesin. Elinize sağlık

    Yanıtla
  • irfan

    Eyvallah mirim. Önce celal tecellisiyle savrulan, gömülen tohumlar; zamanı gelince neden göğermesin ki cemal tecellisiyle. (Bak yine okudum.)

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.