Gün Evini-2 / Koala ve Develer, Bağlamından Koparılmış Dizeler
10 Şubat, Cumartesi
Günlüğüme her yazdığımı yayımlamıyorum elbette. Unutmamak için aldığım notlar, belki ilerde bir gün açarım dediğim fikir kırıntıları, yorumu yıllar sonra çıkar beni şaşırtır diye kayda geçirdiğim düşler filan da oluyor günlüğümde. Bu düş işine gülmeyin, gerçekten oluyor. Bakıyorum yirmi yıl önce yazmışım, unutmuşum, hiç anlamamışım o zaman, şimdi bakıyorum manâsı âşikar.
Bazen de paylaşıyorum böyle, hatta baştan paylaşacağımı bilerek yazdığım da oluyor. Geçenlerde aynı başlıkla bir günlük parçası paylaştım, şimdi devamını yazıyorum. Bu ismi çok aradım, itiraf ediyorum. Hatta iki grupta anket yaptım, bir şairden görüş aldım. Düşündüm, taşındım, bir türlü içime sinen bir isim bulamadım açtığım yeni deftere. Sonunda dosyanın başına “evinsiz günler” yazdım, editöre gönderdim. Ama o da hoşuma gitmedi, hatta rahatsız etti beni. Yine böyle bir gece vaktiydi. Üstümü değiştirmişim, yatağa doğru gidiyorum, “Doğru değil bu,” dedim kendime, “tamam, bazı günlerim gerçekten evinsiz, bazı laflarım gibi ama teşmil etmek nankörlük olmaz mı?”
“Gün Evini” adı o sırada aklıma geldi. Editörümden yazının adını değiştirmesini rica ettim gecenin bir saati. Yani her günüm evinsiz olmayabilir, artık ne çıkarsa kaşığıma. İyi kötü ne varsa o günde, dolu mu boş mu neyse o…
Defterimin bu ilk sayfaları görünür olduktan sonra dostum aradı. Arada arar, edebiyattan sanattan konuşuruz. Görüştüğümüz beş kişinin ortalamasıymışız ya, maksat ortalamayı yükseltmek. Yazılıdan düşük not alıp, sözlüye güvenen; olmadı proje ödevinden medet uman liseli haytalar gibi.
Şikayetimi sorguladı arkadaşım. “O kadar da değil” demeye getirdi. Sanırım “iş”imden şikayet ediyor gibi görünmüşüm. Belki biraz öyle, bölük pörçük, tatminsiz işler yoruyor insanı, bunaltıyor gerçekten. Okumak istediğin kitaplar masada, rafta bekliyor, vakit ayıramıyorsun. Ama sanırım benim gerçek şikayetim hızla akıp gitmesi karşısında elimden bir şey gelmeyen, üstelik değerlendiremediğimi düşündüğüm zamandandı. Ya da Nev’î üstadın dediği gibi gönülden.
Bir zamanlar bir hadise rastlamıştım. Kaynağı ve doğru cümleyi hatırlamıyorum ama içerik şuna benzer bir şeydi. “Öyle günahlar vardır ki kefareti sadece aile geçimi için çekilen meşakkattir.” Her yaşanan bir kefaret belki. Belki başka bir şekilde doldurulması mümkün olmayan bir boşluğu dolduruyor çekilen her sıkıntı. Ben aslında buna inanırım. Ama konuşurken, yazarken bazen kantarın topuzunu ayarlayamadığım oluyor.
15 Şubat, Perşembe
Az önce bir konuşma dinledim. “Mesnevi-i Nuriye Okumaları” diyor. Epey okumuşlar, kim bilir kaç yıldır devam ediyorlar. Ben arada dinliyorum son zamanlarda ama önüme çıkarsa, vakit olursa. Belki düzenli, sıralı dinlemek lazım böyle şeyleri. O zaman gerçekten bir okul olabilir. Bugün dinlediğim konuşma tefekkür hakkındaydı. Enfüsi tefekkür, âfâki tefekkür bahsi anlatılırken aklıma geldi. Sanki enfüsi tefekkür mana-yı harfiyle, âfâki tefekkür mana-yı ismiyle ilgili. Enfüsi tefekkürle yeterli altyapı hazırlanması durumunda kainatı mana-yı ismiyle okumalar da mana-yı harfi hesabına yazılıyor. O bahisleri bulup dikkatle okumak lazım aslında, mutfak toplarken dinlemek yeterli olmayabilir. Belki bu konuyu biri yazar, belki çoktan kaç kere yazılmıştır. Belki üşenmezsem ben de bir denerim. Korkmayın burada yayımlamayı düşünmüyorum yazsam da.
Geçenlerde yeğenle Geceze hakkında sohbet ettik. Yazarlardan, yazılardan bahsettim. “Hepsini okuyor musun?” diye sordu. “Evet, tabii, zaten olay bu” dedim. Hepsini okuyorum gerçekten, hemen okuyamasam da fırsat bulunca okuyorum. Az önce de son üç yazıyı okudum.
İki şairane yazı okudum önce. Nefisti. Tam bir renk cümbüşü. Önce mavi, deniz mavisi, sonra menekşe, leylak. İç açan metinler. Deneme ama şiire doğru. Yan yana dizilmiş mısralar gibi. Ardından bir günlük. Yine ilginç, bilgi dolu, daldan dala. Bana da selam vermiş Yusuf Bey. Eyvallah, diyorum burdan. Teveccühünüz.
Bu arada o yazıda bahsi geçen develerle ilgili bir olay hatırladım. Üç beş yıl geçti mi acaba, bir yangın çıkmıştı Avustralya’da, develerin ölüm fermanı da yakın bir tarihe rastlamıştı sanırım. Bir zamanlar şu an başında oturduğum yemek masasının diğer ucunda oturan kızımı üzgün gördüm. Bir haber düşmüştü haber mecralarına. Yangından kaçan bir koalaya bir genç yanındaki pet şişeden su içiriyor, resmi her yerde, bütün hayvanseverlerin, daha doğrusu herkesin gözleri yaşarmış, kızım dedi ki “Şuna bakar mısın, masum hayvanlar arasında bile ırkçılık yapıyorlar. Koala sevimli diye, peluş oyuncakları var diye böyle ilgi görüyor; ötede develer helikopterlerle taranıyor. Ortadoğulu esmer sığınmacılar gibi geliyor develer bana.” Haklıydı. Bir Hollywood şablonu gibi. Er bilmem kimi kurtarmak elbette önemlidir ama bunun için ortalığı dağıtıp sayısız adsız, yüzsüz figüranın telef edilmesi sıradan bir şey mi? Petrole bulanmış bir su kuşu vardı hani, koca coğrafyayı darmadağın etmişlerdi sonra.
“Coğrafyanın sitemi” dedim o zaman, Mohsen Namjoo’nun “Cebr-i Coğrafya”sını çok dinlediğim günlerdi.
Şimdi kızımla paylaşmıyorum yemek masasını. Masa başka evde, ben yine köşesindeyim. Karşı dağı sis basmış, bahçenin açık yeşil küçük servileri, ilerdeki parkın koyu yeşil uzun servileri yağmurla yıkanmış. Servilerin altındaki süs havuzuna yağmur damlaları düşüyor arada bir. Yağmur yağıyor mu anlamak için havuza bakıyorum.
16 Şubat, Cuma
Neredeyse iki yıldır masamda duran “Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı”nı son bir gayretle bitirdim. Diğer divanların yanına koydum. Kitapta hazretin divanından başka, diğer kitaplarından alınmış şiirler de var. Yine de çok yavaş okuduğumu söyleyebilirim. Çünkü benim bir buçuk iki yılda okuduğum şiirleri altı ayda yazmış İbrahim Hakkı. Bir ara yoğun şekilde şiir yazmaya başlamış, bazen günde iki üç gazel yazdığı oluyormuş. Yanına işaret koyduğum şiirler, mısralar oldu. Elbette çoğu didaktikti şiirlerin, belki onun için çok hızlı okunmuyor.
Son aylarda karalama defterime not ettiğim bazı dizeleri buraya da almak istiyorum.
“Demler o demler idi zaman ol zaman idi” diyor mesela. Böyle bağlamından koparıyorum ki herkes istediği yere çeksin. Bağlam iyidir, çok önemserim ama bazen özellikle dizeleri bağlamından ayrı okumak çok daha iyi oluyor. Nedim’in “Ya seferdir ya tahammül anla aşkın çaresi” dizesine bakın mesela. Çok sevdiğim bir berceste ya, gazeli buldum zar zor, dizeyi gazelde, bağlamı içinde okudum. İnanın yalnızken daha güzel. Sonra Ziya Osman’ın “Rüzgar esmez, konuşur” deyişine bakar mısınız! Bunu bir gün roman ismi olarak kullanmayı düşünüyorum. Ya da en azından bir romana epigraf. Bağlamı mı? Orada da fena değil ama boşver, yerinde sağ olsun.
Sonra “gönül” hakkında iki dize buldum karalamalar arasında. Şairin çok bildiğimiz başka bir dizesini şerh ediyor, bu dizeler.
“Gönül beyt-i Huda’dır, gafletinden cây-ı dîv olmuş.”
Bizim çok bildiğimiz beyit nasıldı? “Dil beyt-i Huda’dır anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde”
Demek ki gönüldeki “siva”nın nedeni gaflet imiş, “sivâ” başkası, başka şey, gayr demek ya, o başka şeylerin de “dîv” olduğunu çıkarabiliriz buradan.
Gönül Tanrı evi, bu asli durum. Ama Rahman köşküne inmeyebilir, çünkü başka şeyler kirletmiş o evi.
Gaflete düşmüşüz çünkü, bu sebep.
Cinlerin, ifritlerin cirit attığı bir vadiye dönmüş gönül. Bu da netice.
Gece kalkıp, o işgalcileri temizlersek, evin asıl sahibi gelebilir gönül köşküne. Gerek-şart.
Bir de gönül sevgiyle, aşkla dolarsa var ya, o zaman ne “sivâ” ne “dîv” girebiliyor. Bu iyi işte:
“Gönül ki nûr-ı muhabbetle mâl-â-mâl oldu
Hayâl ü zulmet-i gayr edemez anı mesken”
Başkasının ne karanlığı ne hayali gönlü mesken edemez!
Neden? Çünkü sevgi ışığıyla ağzına kadar doldu.
Işık boşluk bırakmadı ki karanlık girebilsin. Ne güzel, değil mi?
“Belki biraz öyle, bölük pörçük, tatminsiz işler yoruyor insanı, bunaltıyor gerçekten.” Kesinlikle. Öyle bir bunalma dönemi ki sanki hep uzaya yükseltiyoruz da göğsümüz sıkışıyor. Yüce Allah, hem bu günleri hem de ömrü verimli tamamlamayı nasip etsin.