Gün Evini-4 / Açık Pencereler, Yarım İşler, Huzursuz “Ayın”lar
23 Şubat,Cuma
Bu sefer daha fazla yürüdüm ama yine hedefe ulaşamamışım, 6000 adımda kalmış. Üstelik bu sefer dönüşte yokuş tırmanırken elimdeki baston aksesuarlıktan fazlasını ifa etti. Aynı kuş sesleri, çiçekler daha fazla. Bu sefer epey nergisle beraber, sümbül de gördüm. Bir evin bahçesinde manolyaların yanında iki yetişkin turunç gördüm bir de, buralarda pek olmaz. Dallar meyvelerle doluydu, harika bir görüntü.
Bir camiye rastladım, minaresiz, çatılı. Böyle minaresiz camilere de pek rastlamıyorum son zamanlarda. Köydeki camilere bile uyumlu uyumsuz demeden minare yapıyorlar. Neyse, yola bir levha koymuşlar camiyi göstermek için. “Camii” yazmışlar yeşil bir levhaya, levhanın ucu ok şeklinde camiyi gösteriyor.
“Huzursuz ‘ayın’ sendromu” dedim kendi kendime. Gerçekten, acaba Türkçede bu cami sözcüğünden daha çok yanlış yazılan, bir türlü yerini bulamayan başka sözcük var mıdır? Mesela o levhadaki yazıya bakalım. ikinci “i” neyin “i”si? Başına bir isim gelirde “… Camii” yazılırsa iyelik eki oluyor bu “i”. Ben aslında “camisi” demekten yanayım ama itiraz etmem. Ama bunu da “… cami-i” şeklinde olmayan bir şeye, boşluğa izafe ederek yazanlara rastladığım oluyor bazen. Hatta başına şapka kondurup “… cami-î” yazanı bile görmüşlüğüm var. “Camiî” yazan da var, artık neyi neye nispet ediyorsa.
İşin aslı, sözcüğün sonunda Türkçede görünmeyen bir “ayın” var ve ayın sessiz harf olduğu için iyelik ekinin “-si” şeklini değil de “-i” şeklini alıyor. Ama artık orada bir ayın yok ki. Okurken de dümdüz cami diye okuyoruz. Çoğumuz -mesela ben- istesek de orada bir ayın çatlatamayız zaten, özel eğitim gerektirir.
Aynı durum mısra için de geçerli. Mısraı yazılıyor. Mısrası demek daha doğru geliyor bana ama mahalle baskısından biraz çekiniyorum sanki. Mısrası yazarsam oradaki ayından bihaber olduğumu düşünüp de küçümseyen çıkar mı beni acaba? Küçük bir tedirginlik yaşıyorum ve düz yolu tercih ediyorum. “Dizesi”, “dizeyi” yaz geç niye dert edeceksin.
Neyse ki mısra öyle ikide bir insanın önüne çıkmıyor. “Mütayit” hacı amcaların da pek ilgi alanına gitmiyor zaten. 95 yıldır kullanıyoruz bu harfleri ama bazı şeyler hâlâ oturmamış, ne alfabemizde ne dilimizde yer almayan bir ayın gelip kafa karışıklığına neden oluyor.
26 Şubat, Pazartesi
Sabah berbere gittim. Ne zaman gitmişim en son diye baktım son aramalardan, bir ay olmuş. Belli bir takvimim yok berber için, rahatsız hissedince gidiyorum. Bir müşteriyle muhabbet ediyorlardı ben geldiğimde. Emeklilik durumları, prim, sigorta, bağkur, isteğe bağlı… İkisi de genç daha, yine de birkaç yılla kaçırıyorlar sanırım emekliliği, lisede yaptıkları staj başlangıç olarak sayılırsa şöyle olurmuş, böyle olurmuş… Bana da sordular. “Yok,” dedim, “emekli değilim.” “Bir şey yatırıyor musun,” diye sordu berber bu sefer. “Yok, yatırdığım bir şey de yok. Öylece bekliyorum. Bakalım günler ne gösterecek?”
Dükkanın önünde nergisler açmış, güzel. Önce bir iki dal isteyeyim diye düşündüm, sonra vazgeçtim. Neme lazım, vermez, ben üzülürüm. Benim üzüldüğümü anlayınca o üzülür. Üzülsün istemem, mahallemin berberi. İyi çocuk, normal bir adam.
Yolu parktan geçirip eve döndüm. Biraz oyalandım parkın oralarda, kuş cıvıltıları, kumru kuğurtuları, oturup biraz bir şeyler okumaya da yeltendim ama hemen bıraktım. Hava bulutlu, hafif serin. Zemin yeşil otlarla kaplı. Çayır çimen ve ebegümeci, sinir otu, karahindiba vs… Hafta sonu şehir dışına küçük bir gezinti yaptık. Daha alçak yerlerde yol kenarları papatyalarla, gelinciklerle dolmaya başlamış.
Geçenlerde yeğen kampüsün bahçesinde zemindeki otların fotoğrafını çekmiş, “Bu çiçeğin adı ne?” diye soruyor. Ortada iki dal ebegümeci var, her dalda üç dört güzel eflatun çiçek. Ebegümeci, dedim. Bu sefer de “Hepsi mi?” diyor. Olur mu, resimde kenarda karahindiba var. Bir de küçücük mavi çiçekli ot. Onu bilemedim, dedim. Sonra merak ettim ‘’google’ladım. Yavşan otu diyor. Pek inanamadım aslında ama yeğen inanmıştır bana. Ben yavşanı daha iri, köklü dallı bir şey sanıyordum. Bir söz vardı hatta, olmayacak planlar veya palavra için kullanılır. “Bitmemiş yavşan dibinde doğmamış tavşan” derler. Demek dibinde tavşan gölgelenebilecek, saklanabilecek bir şey olmalı. Bugün yeniden aradım evet haklıyım. Yavşan, namıdiğer pelin tıbbi kullanımı da olan aromatik bir bitki. O küçük, minnak çiçekli otun adı ne öyleyse? Ona da yavşan otu diyenler var, cırcamuk da deniyormuş. Yeniyormuş o da. Aslında otların çoğu yeniyor sanırım ama bir bilenle yemekten yanayım ben yine de, bir de temizliğinden emin olamıyorum. Kedi köpek mebzul miktarda malum.
28 Şubat, Çarşamba
Bir psikolog ablanın konuşmasını dinliyordum. Arada esas konusuna ara verip pencerelerden bahseden parantezler açtı. Önce bir tramvay yolculuğuna benzetti hayatı, oradan olaylara, varlığa pencereden bakar gibi baktığımıza geldi. Sonunda “pencereden bak, içine girme” mottosunu hatırlattı. Zihin sağlığımız için bunun öneminden bahsetti. Asıl konusu “yazı terapisi”ydi. Daha önce de duydum bunu ama ciddi bir okumayla temellendirmedim henüz. Pencereyi önemsiyorum, algıda seçicilik belki.
Sabah perdesini açtım penceremin, tülü de açtım, dağlara, binaların yüzüne gün düşmüştü. Güzel bu. Bahçede budama yapıyordu bir arkadaş, birkaç gündür çalışıyordu, bu da güzel. Yarısı kurumuş bir servi vardı, belki tamamen keserler diyordum, sadece kuru dalları kesmişler, yakışıklı bir delikanlı ağaç olmuş. Defneyi, gülleri, dut ağacını da budamışlar. Balkona bakan büyük camların perdesini açtım sonra, oradaki genişliğe bakarak tesbih çektim biraz, güvercinler havadaydı. Sanırım benden yüz metre kadar ilerde belki yüz kadar güvercin. Geniş daireler çizerek uçuyorlar. Dairenin bir yerinde beyaz görünüyorlar, sonra gözüm seçemez oluyor, birazdan koyu renk görünüyorlar. Güneşin kanatlarına geliş açısına göre görüntü değişiyor. İlginç bir temaşa.
Konuşmada bahsedilen diğer pencere bilgisayar ekranında açılan pencerelerdi. Açık pencereler çoğaldıkça bilgisayarın yavaşladığından bahsetti konuşmacı. Çocuklarına şikayet ediyormuş bilgisayarım yavaşladı diye, onlar da bilgisayarı sadece monitörü kapatarak uyku moduna almamasını, bütün pencereleri kapattıktan sonra nizami şekilde kapatmasını söylüyorlarmış. Buradan insan zihninin de kapatılmamış pencereler, yarım bırakılmış işler, kapatılmamış hesaplar yüzünden yavaşladığına, dağınıklığa düştüğüne getiriyor sözü. Çok iş var gerçekten, yapılacak, yapılamayacak, kafaya taktığımız… Bir ağırlığı oluyor mudur bunların zihinde? Muhakkak. Kafa dağınıklığı var mı? Kesin.
Aklıma masamın üstünde yığılı kitaplar geldi, bir de bilgisayarın masaüstünde açtığım yarım dosyalar var. En önemlisi hayatımda yarım kalmış, bir şekilde kapanmamış başka yüzleşmeler, hesaplar var ama o konuda elimden bir şey gelmez. Kitap yığınına bir şey yapabilirim belki. O yığını azaltarak başlayabilirim. En az on kitap var masanın üstünde. Bazıları uzun hedefler zaten, bir iki yılda bitirmeyi düşündüğüm kalın ciltli temel eserler. Onlar yarım kaldıklarında değil, üç beş gün hiç açılmazlarsa ağırlık yapıyor. Bir de küçük edebi, felsefi vs. kitaplar var.
Bunlardan birini aldım elime. “Edebiyat Nasıl Okunur” Terry Eagleton. Aslında severek okumaya başlamıştım, anlatımı güzeldi, anlattıkları iyiydi, içerik edebiyat kuramıyla ilgili olsa da sıkmıyordu. Yirmi sayfa kadar okudum. Yarıya yaklaştım. Acaba bu kitabı niçin böyle yarım bıraktım diye düşündüm sonra. Kitabın başına tarih koymuşum, temmuz ayında başlamışım okumaya. Sonra hatırladım. Yazın köye gidecektim. Masada ne varsa öylece bıraktım. Köyde oradaki kitapları okurum diye düşünmüştüm, öyle de yaptım. İşte bu kitap da öylece kalmış, dönüşte dağınık zihnim başka şeylerle ilgilenmiş, pencere açık kalmış. Ayrıca küçük bir defter var masada. Bakıyorum bazı sözcükler not etmişim. Yine geçen bahardı, yaz başı, Kamus-ı Türki okumaya başlamıştım. Köye gidip gelince onu da öylece bırakmışım. Sözlüğü kaldırmışım rafa, defter kalmış. İki yazı yazmıştım “Sözlük Okumaları” başlıklı, onlar da kaldı elbette. Masadaki kalabalığı azaltırsam belki sözlüğü tekrar indirebilirim ama ramazan bir geçsin bakalım. Tefsir, hadis, dua… Masanın diğer ucunda daha çok zaman geçirmek istiyorum ramazanda.

Özetle açık pencereler, yarım işler; zihni ve hayatı yavaşlatan, odaklanmaya ket vuran şeyler… Odak önemli. Odaklanmanın ihsanla, daimi huzurla bir ilgisi var.
Bugün sabah bir arkadaşımla mesajlaştım, çocukların okuma alışkanlıklarından, düşünsel eğilimlerinden falan bahsettik. Her insan evladı ayrı bir birey ve bir yerden sonra kendi yolunu bulacak, bırak yönlendirmeyi takip bile zor bir yerden sonra. Öğleden sonra Avrupa’dan bir arkadaşla konuştuk. Önceden tanıştığım biri değil. Ama eski bir dost gibi konuştuk, sanki aradan otuz kırk yıl geçmiş lise arkadaşımla konuşuyorum. Hayat ilginç.
Hep diyorum aslında, keşke her gün eski arkadaşlardan birine telefon etsem, hal hatır sorsam ama elim varmıyor. Çocukluğumdan beri bir çeşit telefon fobisi var bende. Belki telefon denen aletle geç tanışmamdan. İlk telefon görüşmemi lisede yaptım sanırım. Hep korkunç gelirdi bana uzaktan gelen bir ses, sonra kulübenin dışında sırada bekleyenler olur, tedirgin olurum, hemen lafı bitirmek isterim. Bir muhabbet aracı değil, sadece çok zaruri anlarda, acil durumlar veya acı haberler için kullanılan bir aparat… Neyse. Bu korkuyu yenmem lazım. Artık görüntülü de konuşabiliyorum zaten, ses kendisi görünmeyen, sesi duyulan bir hâtiften gelmiyor. Üstelik sıra da yok, kimse acele ettirmiyor…
Güzel bir yazı olmuş teşekkürler.