Yusuf Ünal

Kübra Dizisine, İlhamı Coşturan Bir Şeye, Rızk ve Risk İlişkisine Dair

Okuma süresi: 5 dakika

(Kanada Günlükleri / 7)

21 Şubat Çarşamba,

Rızkın küsmesinden söz etmiştim. Rızıkla ilgili başka şeyler de gündemime girdi. Şair arkadaşım Hasan Çağlayan’a bu sıralar aklıma sürekli yazı konuları geldiğinden söz ettim. Şoförlük yaparken arabayı kenara çekip not alıyor hatta birkaç paragraf yazıp işime devam ediyorum. Hafta sonu katıldığım pazarda iki deneme yazdım. Birine son halini verdim, öbürünün iskeletini çattım. Bütün bunları da cep telefonumdan yaptım. Tam onlardan kurtuldum derken akşama bir yazı konusu daha ortaya çıktı. Tivit olarak attığım kısa düşünceler var bir de. Sait Faik’in kalemini yontup öptüğü yere yakınım…

Hasan Çağlayan’a bunları anlattığımda da bir yandan çalışıyordum. “Helal kazancın bir kerameti bu.” dedi. O fabrika işçiliği yaparken çok ilham gelirmiş. Helal kazançla ilham arasında bir ilişki olduğuna inanıyor. Bana makul geldi. Çünkü maişeti için çalışmak zaten ibadettir. Kişi harama helale dikkat ettikçe haramları-helalleri aklına getireceği için bu zikirden farksız, belki daha üstündür. İlhamın da kişiye ibadet halinde gelmesi pek tabiidir. İlham deyince onun sadece şairlere geldiği zannedilebiliyor. Pekâla o gelen şeylere vâridât, mevhibe veya sünuhât da diyebiliriz.

Yukarıyı yazdıktan sonra bakın ne buldum! Hz. Mevlânâ diyor ki: “Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helal lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”

Sanırım mesele bu: “Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helal lokmadan doğar.”

Akşam,

Rızıkla ilgili başka şeyler de gündemime girdi dedim de helal kazancın ilhamla ilişkisine girince şunu yazmayı unuttum. Bunu da bir arkadaşımdan duydum. (Ne güzel arkadaşlarım var benim, takip ediyorsunuz değil mi! Hamdolsun…) Bu sefer mevzu şu benim kitap-kafe açma meselemdi. Esnaf bir arkadaşla oturup hesap yaptık, bazı risklerden söz ettik; benim hevesim kaçtı. Arkadaşım bunun üzerine söyledi üzerinde duracağım sözü: “Risk almadan ticaret olmaz hocam. Riskle rızk aynı kökten gelir.”

İngilizcenin risk’i Arapçadaki rızk’tan aldığını duymuştum aslında ama günlük hayatta kullanmamıştım, kullanmayınca da temellük edememişim. Şimdi yeri ve zamanı gelince üstüne düştüm. Doğrusu bu bilgi kulağa hoş geliyor. Medeniyetlerin etkileşimi ve dillerin yapısı adına zengin bir çağrışımı var.  Gelgelelim etimoloji araştırmalarına göre risk kelimesinin dayandırıldığı en zayıf kök rızk gibi görünüyor. Risk’in Latince riscum, İtalyanca risicare veya yine İtalyanca récif kelimesine dayandığı görüşleri daha ağır basıyor.

Şu durumda riskle rızk arasında bağlantı aramak apofeni gibi duruyor. Apofeni, “birbiriyle ilgisi olmayan şeyleri bağdaştırarak anlamlı bir çıkarım yapma yanılgısı” olarak tanımlanıyor. Bu yanılgıya son zamanlarda sıkça düşülmeye başlandı. Hiç ummadığımız insanlar, kendilerini alâkasız şeyler arasında bağlantı kurmaya zorluyorlar. Sanırım bir gizemi çözmek, hikmetini kavramak, yeni bir şey keşfetmek, orijinal olmak gibi tetikleyicileri var bunun.

Böyle deyince aklıma pek sevdiğim bir fıkra geldi, anlatayım: Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet bir araştırma için araziye çıkar. Birden yağmur bastırır. Hemen yakındaki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi onlara bir şeyler ikram etmek için odadan çıkınca hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden bir metre kadar yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair aralarında bir tartışma başlar. Kimyacı, “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış.” der. Fizikçi, “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş.” der. Jeolog, “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış.” der. Matematikçi, “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış.” der. Antropolog, “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarıya kurmuş.” der. Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarıda olmasının sebebini sorarlar. Köylü cevap verir: “Boru yetmedi ağam!”

Bazen böyledir, sadece boru yetmemiştir…

22 Şubat Perşembe,

Kübra dizisini seyrettim. Uyarlandığı romanı daha evvel dinlemiştim. Sıcak Kafa’nın da yazarı olan Afşin Kum, insanlığın önüne çıkan yeni sorun ve/veya imkânları yerel hikâyelere dönüştürme konusunda gerçekten başarılı. Dil ve üslup bakımından romanları pek bana hitap etmese de hikâye kurma başarısına şapka çıkardım.

Kitabın dizisinin çekilmesi sürpriz oldu. Ekranın karşısına heyecanla geçtim ve iki oturuşta sekiz bölümü bitirdim. Konu ilgimi çekmese doğrusu bitiremezdim. Oyunculuklar da senaryo da vasat geldi bana. Ama yine de Netflix’e göre çok zayıf sayılmazlar. Ben işin sinematografisinden ziyade karakter inşasına odaklandım. Kahramanın ve çevresinin değişim ve dönüşümüne. İnsanı harekete geçiren temel dinamiklere…

İnsanın cahilliğine takıldım evvela, bilgisizlik insanı harekete geçiriyor. Dinî bilgisi yeterli olan birisi Kübra’daki Gökhan’ın durumuna düşmeyebilirdi. Allah’tan bir kula neyin gelip neyin gelmeyeceği konusunda bir fikri olurdu. Nitekim dizideki imam karakteri bu konuda kahramanımızı ısrarla uyarıyor ve bu uyarılarını bilgiye dayanarak yapıyor.

Gökhan’ın yalnız bir genç adam. Evet etrafı kalabalık ama ona rehberlik yapabilecek kimse yok. Aslında belki var ama Gökhan’da onlara kulak verecek makuliyet yok. O kafayı gökten gelecek mesajlara takmış. Tasavvufta, şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü tam da bu durumları anlatmak için söylenmiş olmalı.

Kişinin kendini farklı görmesinin onu nerelere sürükleyebileceği gözümü korkuttu. Gökhan’a Kübra’nın gönderdiği ilk mesajı hatırlayın: “Sen farklısın.” Farklı olmak kahramanımızın hoşuna gidiyor, kendisini özel hissettiriyor. Kübra bu damarı yakalayıp üstüne gidiyor. Adamımız adamlığı gizli işleri çözmek, ulaşılmaz bilgilere ulaşmak olarak algılamaya başlıyor. Çevresi de öyle.

Hâlbuki sahih İslamî bilgisi yahut mürşidi olsa başına gelenlerin birer ‘istidrac’ olabileceğini, ‘farklılık mülahazasının şeytandan’ olduğunu hesaba katar ve Kübra’nın elinde bir oyuncak olmayabilirdi. Bu yüzden bana kalırsa dizedeki durumlara yol açan temel şey dinî bilginin eksikliğidir. Her insanda az çok bulunan kendisini farklı ve özel hissetmeyi de buna eklersek kişinin nerelere kadar gidebileceği gösteriliyor. Tabi cahil yığınların kolayca manipüle edilebileceği, radikalleşip büyük bir tehlikeye dönüşebileceği de dizinin hikâyesinden çıkarılabilecek sonuçlar. Travmatik süreçler ve politikacıların toplumsal hareketlere ilgileriyle ilgili başlıklar da açılabilir ama tadında bırakayım…

Dizinin sonu kitaptaki gibi bitmiyor. Kitapta Gökhan öldürülüyordu, dizide daha büyük bir hamle yapıyor. Mücadelesine devam edeceği anlaşılıyor. Yeni sezon için senaryonun ucu açık bırakıldı. Ben bekleyeceğim…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *