Gün Evini -14 / Tasarrufu Devam Eden Metinler
“Evin” ne bilmeyenler, unutanlar vardır belki. TDK sözlüğünden:

27 Mayıs, Salı
Uzaklardan, ta Sidney’den bir arkadaşım Kaktüs isminde bir bülten göndermiş. Önce bir tekrar baktım başlığa gerçekten Kaktüs mü yoksa Kaknüs mü diye. Evet, bildiğin Kaktüs’tü.
Yıllar öncesine, uzak bir yerde bir lojman odasına görürdü bu isim beni. Bir grup öğretmen arkadaşla konuşuyoruz. “Bir yayınevi çıkmış, adı Kaktüs,” dedi biri. O yayınevini biliyordum, Kaknüs’tü. Önce dergi çıkmıştı sanırım, sonra yayınevi ismi oldu. Kısa ömürlü bir dergiydi ama hoş bir şeydi. Üsküdar’daydı Kaknüs. Kapağı, çimento torbasını andıran kahverengi kağıtlara basılıyordu. O zamanlar ilginç, yenilikçi bir hareketti bu. İçeriği de iyiydi, birkaç arkadaşımın yazısı çıkmıştı. Neyse, o gün gereksiz şekilde epey malumatfuruşluk yapmıştım. Kaknüs nedir? Nasıldır? O dergi nasıldı, o yayınevi nasıldır? ve saire…
“Kaktüs”e gelince aslında bir kitap okuma topluluğunun adıymış bültenden öğrendiğime göre. Dünyanın ters tarafında bir kütüphanede bir grup insan on yıldır belli aralıklarla bir araya geliyor, okudukları kitaplar üzerine konuşuyormuş. Yaş, meslek, cinsiyet, dünya görüşü başka. İki ortak nokta var sadece: dil ve okuma sevgisi. Gıpta etmedim desem yalan olur. Bir de ne zamandır içlerinden kalem tutanların yazılarını bir bültende bir araya getirmeyi konuşurlarmış ki işte bu bülten o imiş.
İlk metin, Türk edebiyatının üstat şairlerinden Nihat Ziyalan’a ait bir şiir. Avustralya’da yaşıyormuş o da yıllardır. Ziyalan’ı da bana bülteni gönderen Hasan Bey sayesinde tanımış, YouTube’da epey konuşmasını dinlemiştim birkaç yıl önce. Kısa bir şiir, muhtemelen daha önce yayımlanmıştır, burada yer almasının sebebi İngilizce çevirisi olmalı. Şiiri ve çevirisini beraber vermişler. Baharın gelişini anlatıyor şiir. Adı bile şiir şiirin. “KISA KOLLU BİR GÖMLEK HAVA” Somut, gerçek görüntüler… Baharın duyularla algılanan bir şey olduğunu hissettim şiiri okurken. Düşünsel değil, gözle, deriyle, burunla algılanan gerçek bahar bu. Usta işi iki güzel haiku okudum sanki.
Bültendeki yazılardan biri Semih Yılmaz’ın “Kuş Avı” adlı metni. Öykü ya da anı. Sanırım konusunu anılardan almış bir öykü demek daha doğru olacak. Metnin türünü belirtmemişler ama güzel bir metin. Semih Bey’le aynı yıllarda, Beşiktaş civarında yakın liselerde okumuşuz. Maalesef tanışmıyorduk o zamanlar. Sonra yine İstanbul’da farklı üniversitelerin aynı bölümü. Bir soru fazla yapsam ÖYS’de ya da bir yanlış az yapsam sınıf arkadaşı olabilirmişiz. Nasip değilmiş. “Kuş Avı” yazısı bana Ali Akbaş’ın “Issız Bahçe” şiirini hatırlattı. Okuduğum en güzel çocuk kitaplarından birindeydi bu şiir. “Kuş Sofrası”nı üniversiteDE okurken kardeşime diye alıp defalarca zevkle okumuştum. Harika resimlerle doluydu. Baskısı çok güzeldi ve devlet yayını olduğu için ucuzdu. Kardeşim de çok sevdi. Ağabeyimin yanında kalıyordu o sıralar. Yeni konuşmaya başlayan yeğenim kitabın çoğunu ezbere okuyordu tatilde gördüğümde. O kitaptan epey almışızdır ailenin diğer çocukları için. Yeğenim, oğlu için sahaflardan arayıp buldu sanırım yenilerde. Benim kızlar da çok sevdiler “Issız Bahçe”yi. İlkokuldayken bestelemişlerdi hatta. Koro halinde söylerlerdi.
Hasan Safyürek, “Yürümenin Felsefesi”ni tanıttığı bir deneme yazmış bülten için. Yazı bir kitap tanıtımından fazlası. Güzel bir deneme. Hasan Bey’in bir kitapta aradığı estetik olma şartı hoşuma gitti. Kitap ergonomik olmalı, diyor. Ben de çok önemserim kitapların tasarımını. Bazı çok hoş kitaplara rastlayınca keşke benim kitapları da böyle çıkarsa birileri diye hayıflanırım. “Yürümenin Felsefesi”ni okudum mu acaba? Emin değilim. Aslında çok da meşhur bir kitap. Yeğenimin (Bu başka yeğen. Bizde yeğen çok.) kitaplığını incelerken elime aldığımı hatırlıyorum birkaç kez. Sanırım o kitaplığın önünde bir daha dikeldiğimde alıp bir süre misafir edeceğim.
Bültenin sonunda Kağan Kök imzalı bir şiir var. O şiir de güzel.
“Acıya ve zamana sarıl ve uyu / Hazırsan bir başka uyanmaya” diyor.
Uyumak uyanmanın şartı olarak ele alınmış. Bu konuda da çok şey söylerdim ama zaten çok konuşuyorum böyle “uyumak”lar ve “uyanmak”lar hakkında. Gevezelik de bir yere kadar. Tahammül mülkünü yıkmadan tadında bırakmak gerek. Kaktüs’ün yolu açık olsun. Bültenlikten dergiliğe evrileceği günler de yakındır böyle sağlam bir ekiple yola çıkmışken.

28 Mayıs, Çarşamba
Yine yanımda Şeyh Galip kısa bir yürüyüş ve bir bankta mola. Yanına işaret koyduğum beyitlerden biri bu oldu:
“Mürşid-i hayy kâşif-i esrârdır
Mesnevi-i Hazret-i Monla-yı Rûm”
Ne güzel, değil mi? Cümlenin öznesi bir kitap. Bir kitap ama canlı bir mürşit o kitap. Gizleri açık ediyor kapısını çalanlara. Canlı mürşit olan kitaplar var iyi ki. Önüne diz kırıp oturabileceğimiz, sohbetini dinleyip irşad olabileceğimiz kitaplar.
Sufiler tasarrufu devam eden velilerden bahseder. İşin tasavvufi açıklamasını nedir, şeriat bu konuda ne der, o kadarını bilemem, alanım değil ama Mesnevi mesela, Rum (Anadolu) Efendisi hazretin devam eden tasarrufudur kesinlikle. Başka bir çok eser de öyledir.
Bu arada bu Rum sözünü iyice inceleyen, kim hangi anlamda kullandı, irdeleyen bir kitap var. Şu an masamın üzerinde. Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma. Kızım yazarın bu kitabını okuyup diğer kitaplarıyla beraber kitaplığımda olmalı deyince yüce gönüllülük gösterip, babam da okur belki diye bizim ev adresini vermiş kargoya. Bayramda gelince alır belki kitapları. O zamana kadar en azından bunu okusam iyi olacak.
Güne bir alıntı da Ali Emiri Efendi’den. Geceze’de bir yazının altına yazılan yorumda rastladım. Hoşuma gitti önce not defterime yazdım, şimdi de kaybolup gitmesin diye buraya kaydediyorum.
“Eylemek mümkin mi sîb-i mihri dest-âviz-i aşk
Yâre takdîm etmeğe bir armağan lâzım sana”
Az önce ilk dizeyi nasıl anlamak gerektiğini konuştuk yorumu yazan arkadaşla ama esas berceste olan kısmı ikinci dize zaten. “Dest-âviz” küçük bir hediye demekmiş, aynı zamanda küçükten büyüğe verilen bir hediye. Alanın ihtiyaç duyacağı bir şey değil de bir bağlılık işareti gibi. Sîb-i mihr, güneş elması ya da sevgi, muhabbet elması. Ama burada ne demek istedi şair, o elma ne? Belki bir yerde çıkar karşımıza, belki bir anlayan anlatır.
Şiirin tamamını okuyabilmek için Ali Emirî Divanı’nı koydum önüme. Tuğla gibi bir kitap. Bin sayfadan fazla, büyük boy, her sayfaya birkaç gazel yerleşmiş. Sadece “sana” redifli otuzyedi gazel var. Demek çok yazıyormuş Efendi. Ama biz onu daha çok kitap sevgisiyle, bibliyomanlığıyla tanıyoruz. Özellikle “Divan-ı Lügat-i Türk”ü keşfedip tanıtmasıyla.

Akşam arkadaşımla konuştuktan sonra aklıma iki şey geldi o elmayla ilgili. Biri yasak meyve. Elma sembolüyle izah edenler de var malum.
Bir de kimden dinlediğimi hatırlayamadığım bir hikaye:
Bir derviş elinde kocaman tesbihiyle yollara vurmuş kendine. Derken, yolu bir bağa düşmüş. Az soluklanayım derken elinde sepeti bir genç kız görünmüş. Sepetindeki elmalardan birini ikram etmiş.
“Buyur derviş baba, acıkmışsındır,” demiş.
Derviş elmayı almış, biraz laflamak istemiş kızla.
“Nereye götürüyorsun o elmaları?”
“Sevdiğime,” demiş kız.
Belki de sohbeti uzatmak için anlamsız bir soru sormuş derviş:
“Kaç elma var sepetinde?”
Kız gülmüş:
“İlahi Derviş Baba, hiç insan sevdiğine götürdüğü elmayı sayar mı?”
Başka bir şey dememiş derviş. Öylece, elinde elma epey oturmuş orada. Sonra boynuna astığı tesbihin ipini kırmış. Taneler bağa saçılmış. Ayağa kalkıp, asasını alıp “Hû, Hak” diyerek yoluna devam etmiş.
Ali Emiri Efendi, “Sabah veya akşam, ufukta elma gibi kırmızı görünen ve elle tutacak şekilde yakın duran güneşi, küçük bir aşk hediyesi olarak yâre takdim etmek mümkün mü?” diyerek yare cömerliğini göstermiş. Eğer sevgili dünyevi bir kimse ise elma metaforu yasak elmayı düşündürüyor. Ama manevi bir sevgili ise, yine yasak elma düşünülse de onun en büyük neticesi, ille- i gayesi Efendiler Efendisi’ne bir armağan olarak, güneşi ancak küçük bir aşk hediyesi olarak Ona takdim etme hayalî akla gelir ki yine güzeldir.
Tesbih ve “sevdiğine verilen hediyenin saymadan, sınırlamadan olması” konusunu, on veya on bir yıl önce, radyo programı yapan bir şair arkadaşım da dile getirmişti ve o günlerde de konuşmuştuk. Esma ül Hüsna’nın ebced değeri ve zikirlerin belirli bir sayıya göre olmasının anahtar işlevi gördüğü minvalinde şeylerdi.
Eline sağlık.
Bu yorumu beğendim. İyi şerh. Eyvallah.