Yusuf Ünal

Piknik Masası

Okuma süresi: 6 dakika

(Öykü)

Pazartesi günleri çalışmıyorduk o sıralar yahut yarım gün çalışıyorduk. Piknik alanına en son ben vardım. Ekip oradaydı. Ömer, Namık Abi, Kerim Abi, Yusuf, Adil ve oğlu Faruk. Sofrayı kurmamış, karpuzu kesmemişler daha. Ömer piknik masasının bir tarafına eşeklemesine oturmuş bir şeyler anlatıyordu. Anlatmak değil de analiz yapmak demek daha doğru olurdu onun konuşmalarına. Olur olmaz her konuda analiz yapmak, daha doğru ifadesiyle analiz kasmak! Bu konuda rekabet halindeydik onunla ve benim de ondan hiç geri kalır yanım yoktu hani. Ben varınca analizi yarım kaldı. Ayağa kalktılar, kucaklaştık, birbirimizin sırtını patpatladık. Omzumdaki kamp sandalyesini indirip önümüzde mevcelenip duran ırmağı görecek şekilde halkada konuşlandım. Karpuz getireceğimi umuyorlarmış, oysa ben sütlü irmik tatlısı götürdüm. Hanımın içinden gelmiş, yapayım da soğuk soğuk götür arkadaşlarına dediydi.

İki piknik masası daha vardı yakınımızda. Üçü de ağaçlara zincirle bağlanmış. Bu yüzden burayı sevmiyorum aslında, zincirlenmiş masalar özgürlükçü yanıma aykırı geliyor. Aklıma tuhaf tuhaf, aslında tuhaf değil, basbayağı korkunç zincir hikâyeleri geliyor her seferinde. Ellerinden ve ayaklarından bağlanmış bir Tarkan, Yeşilçam’dan fırlamış bir Malkoçoğlu, kürek mahkûmu Benhur, zincire vurulmuş bir aziz…

Masalardan birinde dört kişilik bir aile vardı, ötekinde tek başına oturan bir genç adam. Kulağında bütün kulaklarını örten bir kulaklık, önünde bir dizüstü bilgisayar. Müzik mi dinliyordu, yoksa çalışıyor muydu? Belki ikisini aynı anda yapıyordu. Onu gözümüze kestirdik, bizim iki masaya ihtiyacımız vardı. Birinde oturacak diğerini mutfak gibi kullanacaktık.  O delikanlı az ilerideki bir başka masaya geçebilirdi. Ama bunu ona kim, nasıl söyleyecekti? İşi gücü bırakıp bunu müzakereye başladık. Bayağı dingin görünüyordu, gidip de onu dünyasından çıkarmayı hiçbirimiz istemiyordu. İşin ucunda reddedilip kös kös geri basmak da vardı.

Ömer’e göre çocuk uzaktan çalışıyordu. Romantik bir tip olduğu için de bilgisayarını alıp hafta içi tenha olacağını umduğu bu su kenarına gelmiş, açık havada çalışıyordu işte. Ben bir yandan getirdiğim nevaleleri çantadan çıkarırken öte yandan ona katılmadım. Durum dediği gibi olabilirdi ancak pekâlâ bir yazar da olabilirdi genç. Çoğu amatör yazarda açık havada; kuşların, seslerin, rüzgârların ve yanı başında akıp giden hayatın ortasında yazma hevesi vardır. Namık Abi termostaki sıcak suya çay poşetlerini atarken konudan bezmiş gibiydi, “Amaaan, bize ne, neyse ne!” diye söylendi, “Haydin biz soframızı kuralım!”

Biz havanda su döverken Adil’in altı yaşındaki oğlu Faruk, gidip gençle konuşmaya başlamıştı bile. Şimdi elimiz işte kulağımız onlardaydı. Faruk, İngilizce olarak, “Sen başka bir masaya gidebilir misin? Babamlar bu masayı da istiyorlar da.” dedi sesine şirin tınılar ekleyerek. Genç, kulaklığını boynuna indirdi. Faruk, söylediklerini duymadığını yahut anlamadığını varsayarak aynı cümleleri bir kere daha tekrar etti. Genç istifini bozmadı, “Maalesef gidemem, ailemi bekliyorum burada.” Faruk ısrar etti. Az ilerideki boş masayı göstererek, “Sen oraya gitsen olmaz mı?” dedi tatlı tatlı. Delikanlı, “Ama oradan ırmak görünmüyor.” deyip ekranına döndü ve kulaklığını başının üstüne yükseltti. Faruk boynu bükük dönüp geldi yanımıza. Biz şahit değilmişiz gibi konuşmayı baştan sona nakletti üzüntüyle.

İkinci masadan ümidimizi kestiğimiz için sofrayı kurma işine hız verdik. Birimiz domatesleri dilimliyor, birimizi simitleri bölüyor, başkası zeytin peynirlere tabak ayarlıyordu. Bana çayları doldurmak düşmüştü. Masasını bize vermeyen çocuğa kızgındık. Sofrayı kurarken hâlâ onun hakkında konuşuyorduk. “Bu Kanadalılar böyle işte!” dedim homurdanır gibi, “Konfor alanlarından hiç çıkmaz, başkası için kıllarını kıpırdatmazlar.” Adil, “Bütün Batılılar böyle.” diye bana katıldı. “Bireyselleşmenin sonucu bu işte, başkasını düşünmezler.” Birkaç örnek de verecekti ama Ömer yolunu kesti: “Abartmayın yahu, bilakis çocuk haklarının farkında ve onu korumasını biliyor. Bizim de onun gibi olmayı öğrenmemiz gerek aslında.”

Bu arada Namık Abinin kibriti unuttuğu ortaya çıktı. Piknik tüpünde sucuk pişirecekti bize. Devreye yine Faruk girdi. Suyun kenarında sigara içen bir adamdan çakmak isteyip geldi. Şu aslan parçasından her pikniğe lâzım diyerek çocuğu şımarttık.

Masadaki konuşma zaman zaman ara sokaklara girip çıksa da sonunda yan masaya gelip dayanıyordu. Yusuf ters bir soru sorarak söze katıldı, “O bizden bu masayı istese biz ne yapardık peki?” Cevabı ben verdim. “Ailem gelecek, onlarla oturmak için dese hiç düşünmeden verirdik. Ama kalkın ben oturacağım dese kovardık.” Gülüştük bunu deyince. Gözümüzün önünde delikanlıyı nasıl kovacağımız canlandı. Bütün bunları konuşurken kendi dilimizde yüksek sesle konuşuyorduk. Gencin bizi duymasını önemsemiyorduk, duysa da anlamazdı zaten. Hem belki şamatamızdan rahatsız olur da kalkıp giderdi.

Sonra mevzu Faruk’un kendiliğinden gidip onunla konuşmasına geldi. Şüphesiz Kanada’da büyümenin verdiği bir özgüvendi bu. Çünkü onlar reddedilmekten bizim kadar korkmuyorlardı. Bu tür durumlarda her zaman iki ihtimal olduğunu kabullenerek başlıyorlardı işe. O yüzden tıpkı yandaki genç gibi reddetmekten de çekinmiyorlardı. Bizlerse ancak ibre istediğimiz sonucu gösteriyorsa bir şeyi talep edebiliyorduk. Falan filan…

Kahvaltı boyunca masanın mevzuu bunlardı. Arada bir; domatesi uzatır mısın, tereyağı isteyen var mı, tuz nereye kayboldu, çaylaar sesleri eşliğinde onlar ve bizler kıyaslamaları yapıyor, iri lokmalar halinde analiz kasıyorduk.

Derken delikanlının masasına anneyle kız olduklarını tahmin ettiğimiz iki kişi yaklaşmaya başladı. Arkası dönük olduğu için o görmüyordu gelenleri. Kız annesinden iki adım öne geçip parmaklarının ucuna basa basa gencin arkasından yaklaşıp gözlerini kapatırken bizim lokmalar boğazımızda kaldı. Kız, çın çın öten sesiyle Türkçe sordu: “Bil bakalım ben kimim?” Önce birbirimize baktık, gözlerimiz fal taşı gibi açıldı. Aynı anda hep birlikte kafalarımızı masaya gömüp utançtan katıla katıla gülmeye başladık. Bir yandan yüzlerimizi saklıyor öte yandan seslerimizi bastırmaya çalışıyorduk. Faruk babasının başına gitmiş onları göstererek sevinçle bağırıyordu. “Baba Türkmüş, onlar da Türkmüş bizim gibi, baak, Türkçe konuşuyorlar!”

Sonra ne mi oldu? Tası tarağı toplayıp oradan kaçabilsek kaçardık elbet, yer yarılsa yerin dibine de girerdik ama bunlar olmadı Yüzümüzü o masadan kaçırıp çaylarımızdan utangaç yudumlar alarak ayakuçlarımızda gezinen martılardan, başucumuza tüneyen göçmen ardıç kuşundan söz açmaya çalıştık ancak sohbet tekledi. Hepimizin aklı yan masadaydı. Hummalı bir faaliyet başlamıştı orada da. Göstere göstere bakamıyor ancak göz ucuyla sofra kurduklarını anlayabiliyorduk. Derken ne oldu bilin bakalım! Genç çocuk, annesinin tepeleme doldurduğu iki tabakla başucumuzda belirdi. “Annem bu tabakları sizin için gönderdi, afiyet olsun.”

Tabakları bizim masanın ucuna bırakıp gitti. Tabaklardan biri fırından yeni çıkmış börek, efendime söyleyeyim sarma, dolma doluydu; öteki dilimlenmiş karpuz. Hiçbirimizin ağzını bıçak açmıyordu. Ömer’e baktık, hadi bir şeyler söyle, analiz et şu durumu diye işaretler ettik. O hiç üstüne alınmadı. Gözlerini ufka dikip derin derin düşünüyormuş numarası yaptı. O zamana kadar söze hiç karışmayıp karınca gibi çalışan Kerim Abi bıyık altından gülüyordu. “Haydin bakayım filozoflar, yorumlayın şu durumu da dinleyelim!” dedi fısıltıyla. Kimse üstüne alınmadı.

Masada bunlar olup biterken ben fırsattan istifade zincir çağrışımlarına geri döndüm zihnimde. Birazdan bir analiz kasacak fırsat bulurdum nasıl olsa. Bu analiz kasma işinin en faydalı tarafı bu galiba, insana bir kaçış fırsatı vermesi. Onu sanal bir dünyaya çekiyor ve ânın sıkıntılarından, realitenin ıstırabından uzaklaştırıyor. Şimdi burada zincirlenen ağaçlar mıydı, masalar mı? Zincir, hareketi sabitlemek veya kısıtlamak için olduğuna göre burada zincirlenen masalar gibi görünüyor. Ama yok, aslında ne ağaçlar ne masalar, burada zincirlenen düpedüz bizdik yahu! Masaları zincirlemeselerdi bunlar gelmezdi başımıza. Ben buradan yol bulup giderdim gitmesine ama imdadıma Faruk yetişti. Tabaklardan birini önüne çekip sevdiği şeylerden kendi tabağına aktarmaya başladı. Onu babası takip etti, sonra hepimiz.

Bu arada Namık Abi benim irmik tatlısından, Yusuf’un kurabiyesinden, Adil’in simitlerinden, zeytin ve peynirlerden tepeleme bir tabak hazırlayıp bize hiçbir şey demeden yan masaya gitti. “Teyzeciğim elinize sağlık, her şey çok güzel olmuş. Siz de bizimkilerin tadına bakın, afiyet olsun.” “Siz de sağ olun yavrum, siz de sağ olun.” dedi yaşlı kadın memnuniyetle. Biz de başlarımızı sallayıp ayrı ayrı afiyet olsun diye seslendik arkalarından. Çocukla göz göze geldik. Hiçbir şey olmamış gibi bakıyordu bize. “Afiyet olsun.” dedim ona da. Gülümseyerek başını salladı, “Size de.”

Elimde karpuz dilimi, zihnimde zincir metaforlarıyla masanın normale dönmesini beklemeye başladım sonra. Dedim, ben bunu yazarım. İlk cümleler orada şekillendi: Pazartesi günleri çalışmıyorduk o sıralar yahut yarım gün çalışıyorduk. Piknik alanına en son ben vardım. Ekip oradaydı.

One thought on “Piknik Masası

  • Hikmet

    Kıssadan hisse: Kamusal alanda nasıl olsa anlamazlar diye yüksek sesle anadilide konuşmayın. Belki anlarlar diye knuşun. 🙂

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *