Ömür Erdem

Ramazanlı Yaşlarım

Okuma süresi: 3 dakika

Ramazanlı Yaşlarım

Ramazan’a dair zihnime sökün eden hatıralar, ipe dizilen inciler gibi parlıyor bu günlerde. Çocukluğumdan itibaren her yaşıma bir tesbih tanesi düşüyor ve resmigeçit yapıyor zihnimin bir köşesinde.

En önde yedinci yaşım geliyor. Henüz bu gufranlı zaman dilimine ayak basmadan, köy evinin çardağında bir ay yetecek şibitler sac üzerinde annemin eliyle itina ile pişiriliyor. Sahura merhaba dediğimiz saatlerde göz kapaklarımız direnirken, yer yatağımız kaldırılıyor; yerine yer sofrası seriliyor. Büyükçe tek bir ortak tasa girmiş kayısı hoşafı her gece sofranın en müstesna yerini işgal ediyor. İftar vakti, eli kulağındayken, minareden aracısız gelen ezan sesini ya da uzaklardan patlayan top sesini duymak için pencereler açılıyor, kulak kesiliyor herkes sessizce. Sofranın tam ortasına bu kez misler gibi nane kokan tarhana çorbası hâkim; büyükçe tek bir tasta….

On birinci yaşım bir güneş ışıltısına maruz kalmış gibi parlıyor, yerinde duramıyor. Bu kez sahur vakti göz kapaklarımız daha az direniyor. Bunda hoparlörlerden yükselen melodilerin etkisi yadsınamaz elbet. Kaldığımız öğrenci yurdunun üst katlarından yemekhaneye inerken, merdivenlerde kulağımıza âdeta nakşedilen mehter marşları, ramazana tarihi bir doku kazandırıyor:  ‘Yine de şahlanıyor aman / Kolbaşının yandım da kır atı./ Görünüyor yandım aman!/ Bize serhad yolları…’ Yemeğe değil, sefere gider gibi iniyoruz merdivenlerden üç kat. Masalarda herkesin kendi tabağı var. Peynir, zeytin, yumurta… Metal bardaklardan sımsıcak çaylarımızı yudumlarken başımızı kaldırınca karşıdaki duvarda, tavana bir karış mesafede asılı eski bir çerçevedeki kaligrafik yazı veririyor her gün mesajını: ‘İsraf etmeyiniz! İsraf edilen her dilim ekmek ve her lokma yemekte çok insanın emeği olduğunu unutmayınız! Açlıktan ölen insanları ibret alıp nimetleri bize verene şükredelim.Şükür nimeti ziyadeleştirir!’   

On üçüncü yaşım Yunus Emre ile birlikte dolaşıyor zihnimde. Yeşil bir Ford minibüsle yakın köylerden birine iftara gitmişiz. Sarmalar, kuru fasulyeler, köfteler, tatlılar birbiri ardına geliyor daire şeklindeki büyükçe bir yer sofrasına. On çocuk sığıyoruz bir sofraya. Yemekten sonra köy camisinin yolunu tutuyoruz teravih için. Yüzümüz cemaate dönük, hilal şeklinde diziliyoruz mihrabın önünde. Hilalin merkezinde oturan yaşı bizden biraz daha büyük ilahi grubu şefimiz, dizleri üstünde ellerini indirip kaldırarak, parmakları ile türlü işaretler vererek yönetiyor bizi. Hilalin bir ucunda ben… Gönülden ses veriyoruz hepimiz Yunus’un sözlerine:

Yar yüreğim yar,

Gör ki neler var…

Bu halk içinde

Bize gülen var…

Bu yol uzaktır,

Menzili çoktur,

Geçidi yoktur;

Derin sular var…

On beşinci yaşım, eskimeyen eski dostlarımla hangi camide en hızlı teravih kılabileceğimizi müzakere ederken ses veriyor. ‘Kırmızı minareli camide’ diyor bir dost, ‘jet imam varmış; yarım saatte bitiriyormuş her şeyi.’ Hemen koşturuyoruz, uzak da olsa kırmızı minareli cami. Sokaklara, yollara taşan insanların arasına, safa duruyoruz.

On yedinci yaşım hatimle teravih kıldıran, yirmi beş günde hatmi tamamlayan Hasbi Hoca’ya selam veriyor. İki yıl önceki jet imamın bize yaptıklarını telafi etmek istercesine uzun uzun kıraat ediyor Hasbi Hoca. Allah var, aralarda nefes almamıza izin veriyor. Teravihin tam ortasına meyve saati koyuyor bazı günler. Sonunda ise çay sohbeti olmazsa olmaz. Ramazanlaşmanın somut örneğini bu iklimde bulmak mümkün.

On dokuncu yaşımda yeni geldiğim büyük şehrin kalabalık yollarından okul sonrası iftara yetişme telaşında buluyorum kendimi. Erenköy’de zengin bir aileye iftara davetliyiz. En son ben gelebiliyorum, birkaç dakika gecikmeyle. Klasik yemek takımı üzerinde kat kat oturtulmuş servis tabakları ve yan yana dizilmiş çatal bıçak takımını yanlış kullanmamak için âzâmi özen göstermemiz gerekiyor. Bu endişe, bugün o sofrada hangi yemeklerin olduğunu hatırlamamı engelliyor.

Yirminci yaşım, hızla atıştırılmış bir sahur sonrası beş kişilik bir araca altı kişi binerek Eyüp Sultan’ın yolunu tuttuğumuz günde duaya duruyor. Boğaz Köprüsü’nü ortalarken sağa ve sola salıyor nefesi. Eyüp’te huzur buluyor, mezarlar arasında ölümle rabıta kuruyor.

Yirmi üçüncü yaşım misafire has bir böreğin kokusuyla kendini hatırlatıyor. Kıbrıs’ın hellim peyniri, kıyma, patates, domates ve biberden oluşan özel bir karışımın yufkada buluştuğu ve çıtır çıtır bir kıvama kavuştuğu bir börek yapıyorum. Nitelikli beraberliğin bir parçası olsun diye… Çayı ise on yedinci yaşımda Hasbi Hoca’dan öğrendiğim gibi demliyorum. Yine yer sofrası; sofrada dört tabak…

Yirmi yedinci yaşım, başkentte öğrencilerimin iftar davetine icabet ettiğim bir güne götürüyor beni ısrarla. Orta halli bir restorantta birkaç masa birleştirilmiş. Gençler her şeyi ayarlamış. Bana düşen aralarına oturup yemeğe ve muhabbete dahil olmak. Şimdi neden bu parlak zihinlerden hiçbiri ile görüşemiyorum?

Otuzuncu yaşım. Yine gençler… Bu kez bir bekar evindeyiz. Ortaya bir gazete seriyorlar. Dört tabak, gazeteden sofrada kolayca buluyor yerlerini. Şimdi kimbilir nerde bu gençler!

Otuz ikinci yaşımda, oğlum kucaklarda. Kutsal topraklar ziyareti bu günlere nasip olmuş. Yedi şavt, bir tavaf… Sırayla, kucaktan kucağa oğlum da dönüyor bizle. Safa ve Merve arasında o da mekik dokuyor kucaklarda. Otellerde çeşit çeşit yemek olsa da iftarı bu en kudsi manzaraya karşı, şu saflar arasında bir parça ekmek ve hurmayla açmanın lezzeti hiçbir yerde yok. Uhrevi bir âlemden düşmüş gibiyiz.

Yaş otuz beş…Yolun neresi, bilinmez. Atalar gelmiş ziyarete bu kutlu günlerde. Bir gün Sultan Ahmet’in serin selvileri altında, bir gün Eyüb Sultan’ın ışıklı bahçesinde oturuyoruz iftar vakti. Yiyecekler evde yapılmış: Sarma ve börek çıkarılıyor kabından. Termusta çay eşlik ediyor bu güzelliğe. Ezanı en yakından dinliyoruz, minarenin hemen altında.

Otuz sekizinci yaşımda bir tedirginlik, yürekte bir sızı… Evler taşınmış, sofralar yetim. Dilde lezzet yok, ağızda tat yok; sofrada bulunsa da nevâle. Otuz dokuzun da bir farkı yok. O sızı hep takip ediyor nereye giderse bedenler, nereye taşınırsa evler. Masanın, sofranın, tabağın, yemeğin anlamı kalmıyor. Bunlara dair zihinde bir ışık da parlamıyor.

Kırkıncı yaşım, o sızıyı bir parça hafiflettiğini hissetmiş. Mülteci düşleri arasında, bir kamp odasında yoğurt ve hurmadan oluşan iftarları böylece hatırlayabildi.

Kırktan sonrası, bütünüyle susma orucu. Zekeriya gibi değil, Meryem gibi…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.