İnsan da Dünya Gibi: Garip
“Kahveni soğutma” dedi küçük olan.
Az evvel iki kompartıman öteden getirdiği sıcak suyun içine, marketten aldığı ve aldığı için kendini içten içe tebrik ettiği, parlak ambalajlı, süt tozu ve şekerle karıştırılmış kahveyi döküp ablasına uzattı.
İki gündür yaptıkları gibi sohbet etmek için kovaladıkları bu vakitlerde ya çay içip yanında tuzlu krakerlerden yiyor ya da kahve içip çikolatanın nasıl böyle lezzetli olabildiğini düşünüyorlardı.
Kahve ya da çay bardağını ellerine aldıklarında ise ilk yaptıkları şey avuçlarının içine bardağı hapsedip pencereden dışarıya, bir film şeridi gibi akan manzaraya bakmaktı. Sanki aralarında gizli bir anlaşma vardı ve bu, sohbete başlamak için mutlak yapılması gereken bir hareketti.
Yine öyle yaptı iki kardeş. Kahvelerinden birer yudum alırken pencereden hızla geçen manzarayı seyrediyor, yazdan sonra gelen sonbaharın o eşsiz renklerine hayran hayran bakıyorlardı.
Kompartımanın iki yanına serdikleri nevresimlerinin üstünde bağdaş kurmuş, battaniyeleri bacaklarının üstüne atıvermiş, kendilerince ısınıyorlardı. Dışarısı kadar olmasa da trenin içi de sonbahardan beklenmeyecek ölçüde soğuktu. Şunun şurasında kışa ne kalmıştı. Eylülle sonbaharı karşıladık derken kasım bitmek üzereydi.
“Aslında hayatımız da böyle hızlı akıyor.” dedi büyük olan. Sessizliği ve seyirliği ilk bozan o oldu. Böylelikle gözleri pencereden ve dolayısıyla manzaradan ayrılıp buluştu. Gülümseyip kafasını salladı küçük olan. Bir nevi tasdik işareti.
Tam o esnada trenin girdiği tünel, kompartımanın içini karanlığa boğdu. Bir kaç saniye de sürse karanlık, sessizliği de beraberinde getirdi. Az evvelki manzarayı ve düşünceleri de sildi. Karanlığa alışmak üzere açılıp kapanan gözleri daha fazla çaba sarf etmeden tren aydınlığa çıkıverdi. Yine de gözlerini kısmaktan ve gün ışığına bakamamaktan kendini alamadı kardeşler.
-“Aynı bunun gibi işte” dedi küçük olan.
-“Hayat hep aydınlık değil ama hep karanlık da değil. Aydınlığın içinde karanlık, karanlığın sonunda aydınlık var.”
-“Fakat bizler sabırsız ve aceleciyiz. Aydınlığın kıymetini bilmediğimiz gibi karanlığın siyahına da sabredemiyoruz.”
-“Rahatımızı bozmak istemiyoruz?”
-“Olabilir tabi.”
…
Bu sırada uzaktan zirvesi çoktan karlanmış bir dağ göründü. İkisi de dönüp bakınca aynı şeyi görmüş olmalılar ki birbirlerine bakışıp gülümsediler. Kardeş olmak, aynı karnı paylaştığın insanla aynı şeyleri aynı anda düşünmek tuhaf olmasa gerekti. Tuhaf olan aynı karnı paylaşanların aynı dünyaya sığamayıp hırgür etmeleriydi. Dünya garip yerdi doğrusu. Herkese dost olarak başladığı yerden herkese düşman olarak ayrılabiliyordu insan. Bu da hayatın aydınlık ve karanlık yüzünün bize bakan yönleriydi.
…
“Hatırladın mı?”
“Unutmadım ki.”
…
Hatırladıkları karlı, soğuk bir kış günüydü. Eski arabalarıyla çıktıkları uzun yolculukta, yol kenarlarının bembeyaz örtüsü onları fazlasıyla cezbetmiş, üstünde tek bir iz bulunmayan bu beyaz örtüye kendilerini atmak için sabırsızlanmışlardı. Aynı bugün olduğu gibi birbirlerine bakıp sessizce karar vermişler ve babalarına akıllarından geçeni açık etmişlerdi. “Üşürsünüz çok soğuk” diyen anne de bu isteğe mani olamamış, araba bir kaç kilometre sonra sağa çekilmişti. Heyecanla ard arda inen kardeşler ilk kez kar görmüş gibi şaşkın halleriyle karların üzerinde koşuşturmaya, avuçlarıyla kar tanelerini havada savurmaya başladılar. O sırada annelerinin çantasından çıkan otuz altı pozluk eski fotoğraf makinesine gülümsemeyi de ihmal etmediler. El ele tutuşup karların üstüne yatma, daha doğru ifadeyle gömülme fikri atılınca ortaya, sanki bunu bekliyorlarmış gibi bir çırpıda tutuşup atıverdiler kendilerini sırt üstü. Vücutlarına değen soğukluk da, ellerini ve yüzlerini donduran buz gibi hava da umurlarında değildi. Tek bir bulut olmayan masmavi gökyüzüne, gözlerini alan parlak güneşe bakıyor, hayal kuruyorlardı.
…
-“Ne güzel bir gündü.”
-“Belki de en güzel günlerimizdi.”
İkisi de derin bir iç geçirdi. Hatırlamak mutlu etse de tek başına yetmiyordu.
-“İnsan neden çocukken büyümek, büyüyünce çocukluğuna geri dönmek ister?”
-“Az evvelki mesele işte. Ne aydınlığın kıymeti, ne karanlığın sabrı.”
-“Nasıl yani?”
-“Çocukken her şeyin aydınlık yüzünü görürüz. O küçücük halimizle bize zor gelen ne varsa büyüdükçe bunların geçeceğini, rahata ereceğimizi düşünürüz. Gelecek aydınlıktır bizim için ve bu sebepten bir an önce büyümemiz gerekmektedir.”
-“Büyüyünce de bunun böyle olmadığını, aslında büyümenin nasıl zor, nasıl meşakkatli olduğunu anlar ve yalnızca hayal kurduğumuz, o sorumsuz yaşlara geri dönmek isteriz.”
-“Aynen öyle.”
-“Ânı yaşamayı bilmediğimizden belki de. Ya da içimizdeki boşluğu dolduramadığımızdan. Çocukken bir an evvel büyümek isteyişimiz de bundan, koca insanlar olunca çocukluğa hasret yaşamamız da. İnsan da dünya gibi garip.”
Gülüştüler.
Dünya ve insan birbirini düşündürüyor gerçekten. Bir şair de öyle diyor: “Dünya gibiyim ne tuhaf/ Yüzüm deniz içim volkan”