Yusuf Ünal

Dünya Nimetleri ya da Aşkın Halleri / (Kanada Günlükleri 2)

Okuma süresi: 4 dakika

7 Ocak Pazar, Akşamüstü

Akşam Türk Kültür Merkezi’nde aylık tekrarlanan müzik programı vardı, oraya gittim. Vardığımda arkadaşlar salonu hazırlamış, ses sistemlerini ayarlamış, sazlarını akort ediyorlardı. Amatör bir müzik grubu bu arkadaşlar. Bir yılı aşkındır yapıyorlar bu programı. Bu sefer yakın bir arkadaşım da sazıyla karşımızdaydı. Türküler ve şarkılar peş peşe geldi, onlar çaldı hep beraber söyledik. Normal süre bir buçuk saatti ama parçalar bittiği halde kimsenin gidesi gelmediği için program epey uzadı.

Güzeldi, dostlar meclisiydi, biz bizeydik. Ne kimsenin performans kaygısı ne kınanma endişesi vardı. İsteyen herkes türkülerin ve şarkıların istediği yerinden koroya dâhil oldu.

Çıkınca modern insanın bu tür bir araya gelişlere ne çok ihtiyacı olduğunu düşündüm. Bir yerde okumuştum ama yerini unuttum, günümüz insanı sadece uzaktan izleyerek; sadece gözü ve kulağıyla eğleniyor, ekrandan yahut tribünden. Yalnız eğlenmesi değil, öğrenmesi de öyle onun, üzülmesi de. Oysa asıl eğlenme de öğrenme de üzülme de bizzat olayların içine girerek tam olarak gerçekleşir. Ötekiler kavanozun dışından balı yalamaktan farksızdır. Bugünkü programda biz, kavanozun kapağını açıp kaşığımızı içine daldırdık. Bendeki tatmin olmuşluk duygusu sanırım buradan geliyor.

Program orada bitti ama benim içimde hâlâ dönüp duruyor. Dilimde türküler kıpır kıpır. Seher yeli nazlı yâre/ Bildir beni bildir beni/ Düşmüşüm elden ayaktan/ Kaldır beni kaldır beni.

8 Ocak Salı,

Karım bana hayal âleminde yaşadığımı söylüyor. Olayları olduğu gibi değil de olmasını istediğim gibi hatırlıyormuşum. Belki doğrudur, ya da zaman zaman doğrudur. Ama bir ben değil, hepimiz böyle yapmaz mıyız zaten? Hatırlamak dediğimiz şeyin doğası budur, hatta zihnin işlevi belki de…

Ne demişti Ahmet Haşim; Bize bir zevk-i tahattur kaldı. Buda çok görülmesin…

Geceye doğru…

Bugün gene kar yağdı. Aslında mevsim normalleri bunlar. Ancak şehirde büyük bir telaş vardı. Bu havalar biz Uber şoförleri için fırsat. Ben de akşam saat on bir buçuğa kadar çalıştım. Hem kar yağıyor hem şiddetli fırtına esiyordu. Arabanın silecekleri camı silmeye yetişemiyordu. Yollarda çizgi mizgi kalmamıştı, göz kararı sürdüm. Baktım vaziyet iyice kötüleyecek, sistemi kapatıp eve döndüm.

Gün içerisinde bir arkadaşla konuştuk. “Ne var ne yok?” dedi. “Ne olsun be, dünya ağrısı işte, çekip duruyoruz.” deyiverdim gayr-ı ihtiyari. Sonra birden kendime geldim. “Yok yahu, yaşıyoruz Allah’a hamd olsun, Mevla bu günlerimizi aratmasın.” diyerek direksiyonu toparlamaya çalıştım.

Gerçekten öyle ama. Hep bi şikâyet hep bi gayr-ı memnunluk var üzerimizde. Sanki zorla yaşatılıyoruz! Halbuki Covid zamanında gördük ki hepimiz yaşamaya pek düşkünüz.  Dünya Ağrısı Ayfer Tunç’un bir romanı. Onu okuduktan sonra ne vakit yaşamaktan bıkacak olsam bu tamlamayı kullanır oldum. Hâlbuki ben nimetler içerisinde yüzdüğümüzü görüyorum ve yaşamıma bir kitap adı seçecek olsaydım bu Dünya Nimetleri olurdu. Hatta ikinci bir ad seçmem gerekse ona da Yeni Nimetler demekten geri durmazdım.

Bilenler biliyor, bu iki kitap da Andre Gide’nin. Yazarın, “Nathanael, geçmişi gelecekte yeniden bulmaya çalışma sakın. Her ânın belirsiz yeniliğini yakala, önceden hazırlama sevinçlerini, ya da bil ki onu hazırladığın yerde karşına bir başka sevinç çıkacak.” diye seslendiği coşkulu bir lirizmle yazılmış etkileyici metinler. İçerikleri bir yana, ben bunların isimlerini pek severim. Aklıma geldiklerinde dünyadan şikâyet eden hallerimden ötürü kendi kendime mahcup olur, çepeçevre nimetlerle kuşatıldığımın farkına varırım.

Bunlardan söz ettik arkadaşımla, bahsi geçen kitapları o da biliyor. O yüzden sohbetimiz hızlıca koyulaştı. Evet, insanın kitap isimlerini araya katık ederek konuşabileceği arkadaşlarının olması da ayı bir nimet…

Bakın şimdi ne yapacağım! Dünya Nimetleri’ni bulup yeniden okumaya başlayacak, en azında karıştıracağım. Fragmanları yetmedi…  

14 Ocak Pazar,

Dün yine kar yağdı. Akşam saat on gibi başladı, öğleyin hâlâ yağmaktaydı. İkindiye doğru ayağıma botları, sırtıma gocuğu geçirip küreğin sapına yapıştım. Elli santim inmiş mübarek. Arabalar birer tümseğe dönüşmüş. İşimi bitirene kadar sucuk gibi terledim.

Yorgunluk çayını bugün içebildim ama. Üst katın perdelerini açıp pencere önüne kuruldum. Elime almak için böyle bir ânı beklediğim kitabı aldım. Yeni karşılaştık bu kitapla, aslında yeniden karşılaştık. Yedi sene evvel ben bunu Türkiye’de bırakmıştım. Sonra elde kalan kitapları buraya getirttim ama aralarında o yoktu. Kaybettiğim onca şeyin arasında onun yokluğunu yadırgamadım.

Geçenlerde Türkiye’den bu yaz gelen, eşyalarını da getirten eski bir arkadaş evine çağırdı. Kitaplığına dikkat kesildiğimi görünce, “Bak orada senin kitaplardan da olabilir.” dedi. Ben gözlerimi dört açtım ve işte orada karşılaştım Aşkın Halleri ile. Hüseyin Su’nun hikâye kitabı. Bir de Gülşefteli Yemeni’si vardı onun, o hâlâ kayıp. Arada açıp bir hikâyesini okurdum bunların, ılık bir memleket havası alırdım. Diliyle, atmosferiyle ve kahramanlarıyla yurdum insanlarının ince yanlarını anlatırlar.

Yazarıyla da tanışmıştık Ankara’da. Rasim Özdenören’den evvel uzun seneler Hece ve Heceöykü dergilerinin, Hece yayınlarının yayın yönetmeniydi. Çok sessiz biriydi. Bilmiyorum, belki de kafası sürekli meşgul olduğu için bana öyle geliyordu. Ancak konuşmaya başladığında, hele edebiyat konuşmaya başladığında açılıyordu. Öğrencilerimi de onunla tanışmaya götürmüştüm. Masasının etrafında halkalanmıştık, çocukların sorularını cevaplamıştı. Çıkışta hepimize kitaplar hediye etmiş, kendisininkileri imzalamıştı. Bunları yaparken mahcup ve mütevazıydı. Yazdıklarını zaten seviyordum ama kişiliğini de sevmiştim. Sonra Konur Sokak’taki ofisine birkaç defa daha uğradım ama yerinde bulamadım. Sonraları da araya zaman girdi.

İşte şimdi Aşkın Halleri’ni bulunca hem sevdiğim bir kitabı hem sevdiğim bir yazarı buldum. Kitabın sağını solunu inceledim ve hikâyelerden birinde demirledim. Sindire sindire okumaya, çağırdığı atmosfere koşarak girmeye hazırdım. Adı bir türküden ödünç alınmış: Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor. Okudum. Tam beklediğim gibi elimden tutup beni memlekete götürdü, alıp türkülerin ortasına bıraktı. Şu satırların altında gölgelendim: “Sevdin mi gücünü yitiriyorsun, dedi. Hiçbir şeye, hiç kimseye gücün yetmiyor. Elinden bir şey gelmiyor. Elin, dilin bağlanıyor. Kendine ait ne varsa yitiriyorsun. (…) Artık yol yordam bilmeyen, korunaksız birisin. Bu zayıflık mı bilmiyorum. Sanırım değil. Başına geleni çekiyor, gelecek olanı da durup bekliyorsun. Gelince onu da çekiyorsun.”

Sonra o gölgelikten başımı çıkardım. Sevdiğinde gücünü yitiriyorsa âdemoğlu diye sordum; artık sevmediğinde, gönül teli koptuğunda güç mü kazanıyor? Hiç de bile! Güç kazanmıyor, zaten sahip olduğu gücü kırmak, parçalamak, ezmek, yok saymak için kullanmaya başlayabiliyor. O zaman denklemi şöyle kurmak daha makul göründü bana: Sevdiğinde gücün gitmez. Gücün uysallaşır, ehlileşir, zarar vermek için kullanamazsın onu. Sevginin insanı terbiye etmesi böyle bir şey olmalı. Denklemin öteki kısmını söylemeye gerek yok, zaten yedi- yirmi dört onun başımıza açtıklarıyla yaşıyoruz…

3 thoughts on “Dünya Nimetleri ya da Aşkın Halleri / (Kanada Günlükleri 2)

  • Hasan

    Dünya nimetlerinin en güzelleri arasında beyan ilk sıralarda yer alıyor. İyi ki şair, yazar ve sanatçılar var. Kitaplarla yaşamak ayrı bir zenginlik. Elinize sağlık.

    Yanıtla
    • yusuf

      kesinlikle dostum, yazarlar da öyle..

      Yanıtla
  • Bahar

    “Evcllletirmek “ tabiri geçer Küçük Prenste. Sevgi böyle birşey belki de🌺

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *Time limit exceeded. Please complete the captcha once again.