Bir Kitabın Boynuna Sarılmak
Birkaç aydır Almanya’dayım. Benim için her şey yeni. Sanki bir film platosunda gibiyim. Ya da zamanda yolculuk yapmış gibi. Küçük güzel evler, ulu ağaçlar… Her şey çok güzel ama hakkım olmayan bir yerde bulunuyormuşum gibi bir tedirginlik. Yaşadığım, Hrant Dink’in enfes ifadesiyle “güvercin tedirginliği.” Dil de bilmiyorum. Dilsizlik en büyük gurbet, en derin yurtsuzluk.
Oysa ilkokulda çizdiğimiz köy resimleri gibi bir yer. Küçük, bahçeli evlerin arasından nazlı bir dere akıyor usulca. Tek eksik uzaklara çizdiğimiz dağlar ve güneş. Gelmemin üzerinden uzunca bir süre geçtikten sonra pencereden bakınca gün doğumunu görüp şaşırmıştım. “Aaaa güneş buradan mı doğuyormuş?” diye.
Yağmurlu bir günde, bulduğumuz küçük bir aralıkta yine yürüyüşe çıkmıştık eşimle. Yalnız yürüyüşleri çok sevmeme rağmen henüz kendimi buraya ait hissedemediğimden birileriyle birlikte çıkıyorum yürüyüşlerime. O gün şehrin içinde bir ara sokaktan geçiyordum. Gözüme, bir binanın önündeki tezgâhta duran kitaplar ilişti. Sevinçle oraya yöneldim. İkinci el kitapların da olduğu bir dükkândı bu. Dilini bilmediğim kitapları tek tek elime almaya başladım. Kokularını içime çektim. Koku hafızam elbette beni Beyazıt’a götürdü. Sahaflarda kendimizce çıktığımız hazine avları. Beyazıt camisinden gelen ezan sesiyle oraya yönelişimiz.
Yağmurdan sonra canlanan tabiata değen el gönlümüze de dokunur kanımca. İlahî bir neşeyle dolar içim. Böyle bir andan sonra, “ikinci el” olmanın en çok yakıştığı şeylerin, kitapların önündeyim. Çok satan kitaplar her yerde aynı sanki. Tezgahtaki kitaplardan biri beni kendine çekiyor. Bir gün okuyacağım ve çok seveceğim gibi bir hisle elime alıyorum onu. Kapak resminde yeşil elmalar ve bir dilimden yana düşen elma çekirdekleri… Bu kitapta aynı güneşin altında yaşayan kız kardeşlerden sıcak bir hikâye bulacağım belki.
Sonra kapağı siyah beyaz resimli, ciltli bir kitap dikkatimi çekiyor. Üzerinde kanatlarını açmış bir kuş resmi. Biraz daha yakından bakınca tanıyorum… Siz hiç özlemle bir kitabın boynuna sarıldınız mı? Ben sarıldım…

“Martı!” dedim eşime. “Bizim martı, Jonathan Livingston!” Eski bir dostu tanıştırır gibi… İstanbul’da boğazdan bir vapur geçti o an. Bir çocuğun attığı simidi yakalayan martının kanadı yüzüme değer gibi oldu. Tuzlu suyun tadını hissettim. Almanya’da bir sokakta, bir kitapçının önünde…
Göğsüme bastırdığım kitabımla ya da elimi omzuna attığım dostumla yürüyordum. İkimiz de sürünün kurallarına uymadığınız için sürgün edilmiştik yurdumuzdan yuvamızdan. Sadece karnımızı doyurmakla yetinmeyip göklere uçma yolları aramıştık. “Yol yorgunusun biliyorum,” der gibiydi. “Terk etmekle bitmez, başlar” der gibiydi. “Bir ulu bilgenin öğretisinde yeniden inşa edileceksin” der gibiydi… Sanki eski bir dostla sohbet etmiş gibi hafiflemiş olarak döndüm eve. Tek tek sayfalarını çevirdim kitabın, resimlerine baktım. Seninle ilk tanıştığımız günden bu yana ne çok şey yaşadım diye düşündüm. Dün gibi hatırımdasın. Satırlarını çize çize okumuştum. Notlar almıştım defterime. Nasıl coşmuştum. Başı dumanlı dağlara yaslanan köyümde yollara vurmuştum kendimi. Yaşım henüz yirmi olmamıştı…