Geçip Gidiyor Ömrüm Yazmak’la Yapmak Arasında
Bunca işin gücün arasında neden hâlâ yazı peşindeyim? Neden her defasında artık yazmayayım, işlerime odaklanayım diyorum da yine bir yazının ortasında buluyorum kendimi? Belki de yazı tarafından zapt edilmişimdir. Böyle bir zapt edilme biçimi de vardır: Kurtulamamak.
İtalyan yazar Giorgio Manganelli’nin sözünü bunları düşünürken duydum. “Yazmak, kesinlikle yapmak’tan kaçınmanın kurnaz bir yolu.” diyesiymiş. Çevreme şöyle bir baktığımda bunun doğru olduğunu test edebiliyorum. Yazmak konusunda yetenekli epey insan tanıdım. Bunlardan aynı zamanda yapmak becerisi de yüksek olanlar yapmak’ı tercih ederek yazmak’ı sürdürmediler. Sonradan kimi iyi paralar kazandı onların kimi iyi mevkilere geldi. Dünyalarını imar ettiler bir nevi. Yıkılıp devrildiklerinde de yeniden doğrulmaları, kendilerini toparlayıp eski durumlarını kazanmaları nispeten kolay oldu.
Böyleleri hayatlarını daha rahat yoluna koyar, hatta başkalarına da yol açarlar. Hayat, onlar için yapılacak bir projedir. Yazmak, çoğu defa bir lüks olarak görünür onlara, yahut fantezi. Vakit kaybı, hatta bir zayıflık emaresi. Yapmak’ı terk ederek veya sürekli erteleyerek yazmak’ta ustalaşanlara enayi gözüyle bakmaya başlarlar. Hayatı ıskalayan ağustos böcekleridir onlar, tembellerdir. Tembelliklerine kılıf uydurmak için de yazmak’a hak etmediği, taşıyamayacağı anlamlar yüklüyorlardır. Yazmak, onlara göre sonradan telafi edilebilecek bir gençlik hobisi, bir boş zaman merakıdır. Yetişkinler için olsa olsa bir tür mızmızlanmadır.
Böyle düşünen biriyle tanışmıştım. Adam sıfırdan başladığı gurbette bayağı büyük işler başarmıştı. Benim roman yazdığımı öğrenince buna pek ehemmiyet vermemiş, istesem ben de yazarım ama vaktim yok deyivermişti. Bütün meselenin zaman ayırmak, kafa yormak olduğuna inanıyordu adam. Romanın da yapılan bir şey olduğunu düşünüyordu ve belki de haksız değildi. Her roman aynı zamanda bir yapıdır çünkü. Yapıdır amma bir yapıdan da fazlasıdır ve o fazla olan şey her neyse onu sanat katına çıkaran şey de odur.
Sanırım anlaşılıyordur: Ne sözünü ettiğim yazmak sadece yazıyla sınırlıdır bu yazıda ne de yapmak sadece yapıyla. Hayatı yatay düzlemde yaşama biçimini yapmak, dikey düzlemde yaşama çabasını yazmak olarak tanımlıyorum. Anlamın peşine düşen herkesin yaptığı şey yazmak’tır. İnsana kendini gösteren, onu içine döndüren her uğraş bu kategoridedir. İster yazıyla ister başka bir şeyle yapılıyor olsun. Yapmak ise kişiyi dünyaya bağlayan, pratik, gözle görülüp sonuçları ölçülebilen şeyler demektir.

Yazmak zaman zaman hatta sık sık yapmak’la zıtlaşır. Yazmak derdinde olanların ekserisi yapmak’ı ertelerler. Deneseler yahut gönül indirseler belki onlar da yapmak işini becerebilirler ancak yapmak’a karşı dışarıdan anlaşılması zor bir isteksizlik içindedirler. Başkaları adına bir şey diyemem ama ben gerçekten yapmak işini pek sevemeyen birisiyim. Aslında üstüne düştüğüm şeyleri yapabildiğimi şunca yıllık yaşamım ispatlıyor. Ama her şeyi işimi görecek, vaziyeti idare edecek kadar yapmakla iktifa ederim ben. Onlarda fani olmak, onlara kendimi adamak bana göre değil. O yüzden bu güne kadar hiç bir yapmak işini hayatımın merkezine koyamadım, hepsini parmaklarımın ucuyla tuttum.
Yapmak işlerini parmak uçlarımla tuttum da yazmak işlerine azı dişlerimle sarıldım mı sanki! Nerdeee… Onu tutuşum da sarsak ve gevşek. Tam bir arada kalmışlık benimkisi, yapmakla yazmak arasında. Hayat benden yapmamı istiyor, ben yazmak’a kaçıyorum. İkisini ortak bir zeminde buluşturamadığım için iki cami arasında beynamaz kaldım öylece.
Vakıa defalarca ben de yazmak’ı askıya alıp kendimi yapmak’a adamak istedim. Bu maksatla yüksek lisans yaptım, doktoraya falan başladım. Bir dönem sınav denemeleri, soru bankaları hazırladım, kurslarda dersler verdim. Yapıyor gibiydim aslında, oluyordu ama züccaciye dükkânına sırtlanlar girdi her şeyimi tuzla buz ettiler…
Bu sefer yapmak bir tercih değil zorunluluk oldu benim için, yaşamak için yapmak zorundaydım artık, tutunmalıydım. Gelgelelim tutunmaya çalıştığım her şey köküyle birlikte avuçlarımda kaldı. Tüm bu yapmak çabalarım sürerken tutunduğum dallardan biri de yazıydı. Sonunda elimde bir tek o kaldı ve ben yazmak’a tutundum. Yazmak bir yaşam biçimine döndü benim için. Hiçbir şeye tutunamayışımın kendisi bizzat bir tutunmaya dönüştü sanki. Emsallerim hayata tutunurken ben yazıya yapıştım. Millet dil öğrenir, kariyer plânlar, iş kurarken ben cümle kurmanın derdine düştüm. Gelgelelim cümleyle geçinilmiyor. İllaki hayata karışmak, dünyanın düzenine uymak, işe yarar bir şeyler de yapmak gerekiyor. Ama kim bilir, belki de durum Hayat Güzeldir filminde amca Guido’nun dediği gibidir: “Bazen işe yaramaz görünen şeyler hayatta en çok işe yarayan şeylerdir.”

Zamanla anladım ki bu dar geçidin tek bir çıkışı var: Yazıyı yapıya çevirmek! Bunu yapabildiğinde dünyada senden iyisi yok. Yazmak’tan başka işle meşgul olmak zorunda kalmayanları yapmak’ın da ustası olmuş sayabiliriz. Yazmak’la ürettiğiniz eserler ekonomik bir karşılık bulmaya başladığı anda kelimeler birer tuğlaya dönüşür. Bir yazar kelimelerle geçim kurabildiğinde yazının da bir yapı kurduğunu, bir dünya inşa ettiğini görürüz.
Ben meşrebim gereği daha çok yazmak üzerinde durdum sanki ama bunun bir de tersi var, yapıyı yazıya çevirmek. Bunu ancak şansı yaver gidenler, kısmeti açık olanlar yapabilir. İnsanın varlıkla imtihan edilmesi gibi bir şeydir bu ve çoklarının hülyasıdır galiba. Bunu yapacakların önünde zaten yapılmış bir dünya, kurulmuş bir düzen vardır. O dünyayı okumayı başarabilirlerse yapmak’taki ustalıklarını yazmak’ta da gösterebilirler.
Aslında ömür dediğimiz böyle bir şey değil midir. Yazmakla yapmak arasında gidip gelmek. Biliyorum ki ancak ikisini birden becerebildiğimizde kendimizi bütünleyebilir, keçeyi sudan çıkarabiliriz. Öbür türlü tek kanatlı kuş gibi bir o yana bir bu yana yalpalayıp duracağız ki böyle birinin ne yaptığı yapıdan ne yazdığı yazıdan tam bir şey olur…


