Uğurlayış
O gün, oğlu gittikten sonra iyiden iyiye yalnızlaşan Afife teyzemi, annemin tek kız kardeşini ziyarete gitmiştim. Aslında evlerimiz sırt sırta olduğu için neredeyse her gün kapısını çalan bir akrabamız oluyordu ama o gün teyzem bize kahvaltı da hazırlamıştı. Alışılandan soğuk geçen Kasım ayının puslu bir pazar sabahında teyzemin hazırladığı kahvaltı sofrasında biz yani ben, beş yaşındaki oğlum Sami ve Hafız Musa vardık. Kahvaltıdan sonra teyzem sofra bezini toplarken telefon çalmıştı. Ben henüz çayımı bitirmediğim için yerimden kalkmamıştım. Teyzem, oğlu gittikten sonra daha çok titreyen elleriyle üzerindeki danteli kaldırıp telefonu açmış, “Evet, burası!” dedikten sonra duraklamış, sol elini göğsüne bastırmış, tarif edemeyeceğim bir kaygıyla bana dönüp “Arif, oğlum, ne diyorlar anlamadım. Hele bir bak!” diyerek ahizeyi bana uzatmıştı. Ben, Musa’ya hiç karşılığını beklemediğim bir bakış atıp teyzemin elinden düşmek üzere olan ahizeyi yakalamıştım.
Musa, Salim eniştemin talebesi, rahmetli de teyzem de hep böyle derlerdi: Hafız Musa, eniştemden teyzeme kalan sayısı çok az yadigârdan birisiydi. Eniştem, bir seher vaktinde, kırk iki yıl üç ay on iki gün boyunca, hacca gittiği yıl ve kalp ameliyatı nedeniyle hastanede kaldığı günler dışında hiç aksatmadığı sabah namazını kıldırma görevi için evden çıkarken kapıda yığılıp kalmış ve sessizce bu dünyayı terk etmişti. Musa, eniştemin hafızlığını tamamlattığı talebelerden yalnızca biri fakat en çok sevdiğiydi. Teyzeme “Bu çocukta başka bir hal var, idraki çok kuvvetli, Allah irfanını artırsın.” diyerek Musa’ya düşkünlüğünün sebebini açıkladığını iyi hatırlarım. Musa okumaktan hiç usanmaz, kolay pes etmez, sabahın erken saatlerinden neredeyse gün aşana kadar ezberlerine devam ederdi. Eniştemle derslere başladıktan kısa bir süre sonra onun medresede okuduğu kitapları okumaya başlamış, Arapçayı da iyice sökmüştü.
Dokuz ayda hafızlığını tamamlayan Musa, eniştemin tabiriyle ‘ilim okumaya pek meraklı’ olduğu için eniştemin neredeyse ikinci oğlu ve köy camiinin fahri müezzini olmuştu. Musa, yanık ve makamlara yatkın sesiyle ezan okur, kamet getirir, tesbihat yaparken cemaatin görmüş geçirmişleri derin derin iç çekerlerdi. Gerçekten de Musa içli sesiyle ezan okuduğunda zaman zaman ben de duygulanır ve içimde uyanan camiye gitme isteğine karşı koyamazdım. Musa, ezan okurken gözlerini kapatır, akranlarına göre biraz büyük olan başını hafifçe yana yatırır, sanki dünyada ezan okumaktan başka yapılması gereken hiç bir iş kalmamış gibi bir hale bürünürdü. Köyün ihtiyarları, çoğu zaman Musa’nın okuduğu ezanı daha iyi dinlemek için caminin avlusunda oturur, ancak ezan bitince camiye girerlerdi.
Musa henüz yedi yaşındayken babası vefat etmişti. Eniştemin ona gösterdiği yakınlıkta bu yetimliğin de ayrı bir payı vardı. Musa ve annesi, uzun süre akrabalarının ve daha çok eniştemin yardımlarıyla geçimlerini sağlamışlardı. Musa, askerden geldikten sonra amcasının bir dalavereyle Musa’nın babasının terekesinden üzerine geçirdiği tarlalardan geriye bir kısmı yazıda, çoğu yabanda kalan yerleri ekip biçmeye başlamıştı. Doğrusu rençperliği başardığı da rahatlıkla söylenebilirdi. Çünkü iki sene içinde Musa ve annesi kendi tabiriyle “Allah’tan başkasına muhtaç olmaz” hale gelmişlerdi. Musa’nın çalışkanlığını, amcası gibi haset eden birkaç uzak akrabası dışında köy ahalisi de takdir eder olmuştu. Yalnızca, Musa’nın tarladaki işine ara verip yüksekçe bir yere çıkarak öğlen ve ikindi ezanlarını okumasına, börtü böcekle, zaman zaman da ağaçlarla uzun uzun konuşmasına pek alıştıkları söylenemezdi.
Eniştem Musa’nın evlenmesinde de aracı olmuş, Hacımuslu köyünden yine Musa gibi yetim bir kız olan Gülendam’la Hafız Musa’yı baş göz edivermişti. Musa cami avlusunda yapılan mütevazı bir düğünden sonra gelini, evine, annesinin yanına getirmiş oldu. Ne var ki iki yıl geçmeden, biraz haset edenlerin şerrinden, biraz da fazlaca üşüyen Gülendam’ın sobaya fazlasıyla odun atıp harlamasından olsa gerek bir Kasım gecesi sabaha doğru Musa’nın evinde yangın çıkmıştı. Sabah namazına devam eden birkaç ihtiyar dışında çok az kişi yangını vaktinde fark etmiş ancak onların da söndürme gayretleri fayda vermemişti. Halis çam kerestesinden yapılmış ev, ilçeden itfaiye araçları gelene kadar kül olmuş hatta alevler komşu evin çatısını da tutuşturmuştu. Ne yazık ki Musa’nın annesini ve Gülendam’ı, yalımı minare boyunca yükselen ateşten kurtarmak mümkün olmamıştı. Esasında camiye çok yakın olan evine can havliyle gelen Musa, avludan üst kata çıkan merdivene yöneldiğinde evin çatmaları ateşe daha fazla dayanamamış ve ev bütünüyle merdivenin üzerine çökmüştü. Böylelikle ateş iyice harlanmış, bakraçlarla, kovalarla elden ele su taşıyanlar, yıkılan evin altında kalmaktan son anda kurtulan ancak annesini ve karısını kurtarmak için tekrar ateşe atılmak isteyen Musa’yı zorlukla zaptetmişlerdi. Ev çökerken duyulan tek bir çığlık, Gülendam’ın haykırışı, uzun kış gecelerindeki koyu sohbetleri aradan yıllar geçmesine rağmen, hâlâ derin bir sessizlikle bölmektedir.
İtfaiye ekipleriyle birlikte köye gelen jandarmalar, eniştemin ricası ve savcının talimatıyla kömürleşmiş naaşları kimseye göstermeden doğrudan kefene sarmışlar, eniştem cenaze namazını hemen kıldırmış, Gülendam’la kaynanası köy mezarlığına yan yana defnedilmişlerdi. Musa cenaze namazını ön safta kılmış, sicim gibi gözyaşları dökmesine rağmen cenazeleri mezara eniştemle birlikte indirmişti. Mezardan hemen çıkmayıp uzun uzun dua etmesi cenazenin çabukça defnedilmesi makbul olduğu için ama daha çok ayazda kaldıkları için acele eden köy ahalisini huzursuz etmişse de kimse sesini çıkarmamıştı.
Musa cenazelerin defnedilmesinden sonra camiye kapanmış, beş gün boyunca kimseyle bir kelime konuşmadan, bir lokma yemeden vakit geçirmişti. Günde bir defa abdest için o da gece yarısından sonra şadırvana çıkıyor, geriye kalan zamanını diz çökmüş vaziyette başı önünde geçiriyordu. Musa’yı merak ettiği için camiye çok erken, teheccüd vaktinde giden eniştem ilk üç gece Musa’nın içli içli ağlayışına tanık olmuştu. Rahmetli eniştemin o anları anlatışı, anlatırken de kendini tutamayıp ağlayışı hâlâ gözlerimin önündedir.
Eniştemin ön ayak olmasıyla eş-dost, konu-komşu toplanıp Musa’nın yanan evinin yerine iki buçuk ayda iki göz bir ev yapmış, içine birkaç parça da eşya koymuşlardı. Bu süre zarfında Musa zaman zaman camide, zaman zaman eniştemin evinde kalmıştı. Ne var ki Musa artık eski Musa değildi. Yeni evine girdikten sonra uzun süre hiçbir eşyaya dokunmadığını Afife teyzem iyi bilir. Musa, müezzinliği de bırakmıştı. Yine zaman zaman camiye geliyor, alıştığımızdan farklı olarak uzun uzun namaz kılıyor, kimi zaman da birkaç gün boyunca hiç ortalarda görünmüyordu. Köylülerden, Musa’ya sabaha doğru alacakaranlıkta ya da gece yarısı ilçeden dönerken dağ yollarında rastladıklarını söyleyenlerin sayısı az değildi. Nadiren kahveye uğruyor, orta yere selam verip bir köşeye çekiliyordu. Çaycı Memiş’in önüne koyduğu çay buharına dalıp gidiyor sonra birden “nâru cehennme eşşeddu harrâ” diye bağırıp, çıkıp gidiyordu. Bir kısmı vakit namazlarında camiye de giden kahvenin müdavimleri, başlarda onun bu davranışını yardırgamışlarsa da zamanla duruma alışmışlar ve yaşadığı acıdan sonra aklını yitirmesine yorar olmuşlardı. Üstelik Musa’nın gece gündüz demeden dağda bayırda dolaşması, camiye uğradığında rekâtları sayılamayacak kadar uzun namazlar kılması, bazı namazlardan sonra tekrar tekrar secdeye kapanması, kahvede ya da cami avlusunda nadiren katıldığı sohbetlerden birden kalkıp gitmesi köydekilerin bu kanaatini pekâlâ pekiştiriyordu. Pek az yiyor, elbiseleri eskidikçe yama yapıyor, köy berberine sık uğramamak için olsa gerek saçlarını sıfır numara kestiriyor; çok nadiren, özellikle de bayramlarda teyzemin hediye ettiği yeni giysileri giyiyordu. Musa’nın babasından kalan tarlalarını ekip biçen kayınbiraderi Turgut arada bir Musa’ya biraz para getiriyordu ama verdiği paraları Musa’nın saydığını hiç görmemişti. Yalnızca Turgut’tan kendisine arada bir buğday ya da arpa getirmesini istemiş, bunları evinin önüne serperek kuşları beslemeye başlamıştı. Bayramlarda köy bakkalından şeker alıp camiye gelen bütün çocuklara avuç avuç dağıttığını hemen herkes bilir. Bakkal Osman da Musa’nın para verirken hiç saymadığını, üstelik her defasında verdiği paranın fazla çıktığını sık sık anlatıyordu. Bütün bu olup bitenler yüzünden Musa’nın adı “Deli Hafız”a çıkmıştı. Ne var ki kimse onun yüzüne karşı Deli Hafız diyemiyordu çünkü ilk defa cami avlusunda kendisine şakayla karışık “Deli Hafız! Bu gece neler gördün dağ başında, anlat bakalım!” diye seslenen köyün eski muhtarı Koruk Hasan’a gözlerini devirip dakikalarca bakmış sonra “Sen akıllısın oldun da kendini ateşten kurtarabildin mi?” deyivermişti. Orada bulunanlar, bir yandan içten içe Koruk Hasan’ın bozulmasına sevinirken Musa’nın gözlerini belertip kendilerine de uzun uzun bakmasından çekinmişler ve “Deli Hafız” ismi artık sadece Musa’nın bulunmadığı yerlerde anılır olmuştu.
Eniştemin vefatından sonra camiye yeni atanan imam “Meczup, deli adamın ne işi var gece vakti camide! Müftülüğün haberi olursa ne derim ben! Hem Allah korusun, minareden türkü söyleyeceği tutar, yangın falan çıkarır.” diyerek yatsı namazlarından hemen sonra caminin kapsını kilitlemeye başlamış, üstelik gündüz vakitlerinde de “Hadi Musa, sen avluda otur!” diyerek Musa’yı camiden çıkarır olmuştu.
Musa’nın, annesini ve Gülendam’ı vakitsizce alıp götüren yangından sonra kimsenin evine girdiğini gören olmamıştı. Eniştemin evi hariç. Musa haftada bir iki defa teyzemin kapısını çalar, “Yenge bir isteğin var mı?” diye sorardı. Teyzem de Musa’yı oğlu Abdullah’tan sonra ikinci oğlu bellediği için, sık sık yemek yedirir, bazen söküklerini dikerdi. Musa, eniştem vefat ettiğinde üzerinde bulunan beyaz cübbesini ve sarığını hatıra olarak sarığı teyzemden istemiş, Afife teyzem de onu kırmamıştı. Üstelik onun, “Aman Afife Bacım, Musa eski Musa değil, iyice meczup oldu, evine girip çıkıyor, mukayyet ol.” diyenlere hiç itibar etmediğini de iyi bilirim.
Teyzemin tek oğlu Abdullah’ın bu dünyadaki yürek dağlayan akıbetini haber verecek olan telefonu çaldığında ben Hafız Musa’yla birlikte teyzemin evinde kahvaltı sofrasındaydım.
Teyzemin titreyen elinden telefonu kaptım.
“Alo buyurun!” dedim.
“İyi günler. Ben Jandarma Başçavuş Bülent. … Hudut Karakolu’ndan arıyorum.”
“Anlamadım, buyurun!”
“Beyefendi, … Hudut Karakolu’ndan arıyorum.”
Şaşkınlığımdan ne arayan kişinin ismini ne de aradığı yeri doğru dürüst anlayabilmiştim. Ancak arayan kişi aynı işi daha önce defalarca yaptığını hissettiren bir ses tonuyla devam etti:
“Abdullah Koruyan neyiniz oluyor, tanıyor musunuz?”
“Evet, teyzemin oğludur, burası da teyzemin evi.”
“Beyefendi, başınız sağ olsun. Kendisinin cenazesini bu sabah görevli personelimiz askerî bölgede buldular. Savcı Bey’in talimatıyla Keşan Devlet Hastanesi morguna kaldırdık. Teşhis ve teslim almanız için aradık.”
Bir anda, içinde bulunduğum ev, sonra köy, köyü çevreleyen, tepeler, dağlar, ağaçlar başımda dönmeye başladılar. Zorlu bir yutkunmadan sonra tekrar sordum:
“Efendim, ne diyorsunuz hiç anlamadım, tekrar eder misiniz?”
“Beyefendi, sakince tekrar dinleyin lütfen. Burası … hudut karakolu. Ben de karakol komutanı Başçavuş Bülent. Sabaha karşı bizim çocuklar nehir kenarında bir ceset buldular. Şahsın üzerinde bulunan eşyalar ve kimlik bilgilerinden hareketle vefat eden şahsın Çerkeş nüfusuna kayıtlı Abdullah Koruyan olduğunu düşünüyoruz. Parmak izleri de kısmen tutuyor. Onun için sizi arıyorum. Siz şimdi söyleyeceğim numaradan bizi sonra tekrar arayabilirsiniz. İyi günler.”
Ben zihnimde, parçaları birleştirmeye çalışırken o telefon konuşmasının bitmesini hiç istemedim. İstedim ki Bülent Başçavuş olduğunu söyleyen bu adam ahizenin öbür ucunda saatlerce, günlerce, haftalarca, aylarca konuşsun da ben, elini göğsüne bastırıp arkamdaki somyaya çökmüş teyzeme hiçbir cevap vermek zorunda kalmayayım. Bülent Başçavuş’un söylediği numarayı nasıl not ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Ahizeyi yerine koyarken köydeki kavak ağaçları, meşeler, çınarlar; civardaki tepeler, dağlar bir anda etrafımda dönmeyi bıraktılar ve sanki odanın içine doluşup benim teyzeme söyleyeceklerimi beklemeye başladılar.
***
Bildim ben, bildim. Yavrumun gideceğini sezdim. Kuzumun gideceğini bildim. Düşümde gördüm evvelsi gece. Bahçedeki kirazın dibinden tepsi gibi bir ay çıktı, ben şaşakaldım öyle güzel, aydınlık; vardı aşağı yazıda eğleşti, peşinden seyirttim; varayım, tutayım dedim, ama yetişemedim, sonra yükseldi, Ilgaz’a doğru aştı, gitti. Meğer yavrum, can yongam, Abdullah’ım gidecekmiş. Kime gideyim ben şimdi, hangi dala tutunayım! Oğlum, gitmesen dedim, ben sensiz ne ederim, dedim, dinletemedim. Hiç anmazdı, ama bir gün üstüne çok varınca ağzından çıkıverdi, anacığım, içeride çok dövdüler dedi. Bizi buralarda durdurmazlar artık, dedi. Kör zindanlara koydular kuzumu, düğününü edemedim. Bir yaş dalı kırmamıştır yavrum, tuzak kurdular, yüzüne hasret bıraktılar. Mahpus kapılarına gittim, ben anayım, sizin de analarınız yok mu; beni alın, onu salın dedim, dinlemediler. Bir kerecik göreyim dedim, kuzumu göstermediler . İki sene mahkemeleri yol ettim. Bilmeyen ne bilsin, ana yüreği bilir. İnceydi Abdullahım, zarifti, dal gibiydi, öğretmenliği çok gördüler oğluma, iftira ettiler, hapislere yolladılar. Giderken yufka istediydi, küpecik peynirini pek severdi kuzum. Şu sedire oturup yedi, sonra kalktı, elimi öptü, hakkını helal et anacığım dedi, duanı eksik etme dedi. Şükür ki kursağımdan haram lokma geçmedi; senin, babamın yüzünü kara çıkaracak iş yapmadım, dedi. Yapmaz Abdullah’ım. Bilmem mi ben yavrumu, bir kere abdestsiz süt vermedim. Ah kara gözlü yavrum, yüreğimi yaktın, ciğerimi kanattın! Şu Devrez’in suyu hep aksa söndürmez yangınımı! Yedi cihanın tabibi gelse sağaltmaz yaramı! Ben nerede derman bulayım! Körpecik kuzum, sen hangi kuytularda kaldın! İzini kimlerden sorayım!
***
Oğlum Arif, o sabah teyzesinin evine gitmişti. Yanında köyün meczubu Musa da vardı. Aslında bütün köylü gibi ben de Musa’dan pek hazzetmem. Hiç zararını görmedim ama neme lazım, pek tekin adam değil. Camide beraber okudukları için Arif arada bir Musa’yla dolaşır. Arif, teyzesine de pek düşkündür. Teyzesinin oğlu Abdullah’la kardeş gibi büyüdüler. Okula beraber gittiler; yazıda, yabanda; tarlada, bahçede beraber oynadılar. Üniversite imtihanlarına beraber girdiler. Arif’in kafası dersleri almazdı pek. Abdullah üniversiteyi kazandı. Arif liseden sonra okumadı. Olsun, Arifim temiz kalplidir, zararsızdır. Belediye reisi köylümüzdür, sağ olsun hatırımı sayar, zamanında çok kuyu kebabı yemişliğimiz var. Devlet memurluğu sınavına girsin, yanıma gelsin, dedi. Sağ olsun, Arif onun sayesinde belediyede işe girdi. Sonra Allah’a şükür, başını da bağladık.
Arif bana telefon ettiğinde, sesinde bir tutukluk vardı. Sözlerinden pek bir şey anlamadım ancak bir uğursuzluk olduğunu sezdim. Telefonu kapatıp gelini, hanımı alıp hemen koştum.
Baldızım Afife Bacı yere çökmüş, dizlerini dövüyor, ağıtlar yakıyordu. Torunum Sami, olan bitene pek anlam verememiş, ürkek gözlerle etrafına bakınıyordu. Arif, yutkunarak olan biteni bana anlattı. Şükür, ben yine soğukkanlı davranıp Arif’ten telefon numarasını aldım. Avluya çıkıp numarayı çevirdim. Telefona çıkan asker, karakol komutanına bağladı. Komutan tane tane anlattı. Haber doğruydu. Anladığım kadarıyla Abdullah’ı Yunan sınırına yakın bir yerde bulmuşlar.
Zaman kötüydü. İhtilalden sonra devlet kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Tedbirli davranmak gerekirdi. Yalnızca aklı başında birkaç dosta, akrabaya da haber verdik. Hiç istemedim ama köylük yerde laf çabuk yayıldı, haberi duyanlar geldiler. Kadınlar, Afife bacıyı teselli etmeye çalışırken köyün erkeklerinden birkaç kişiyle bir odaya geçip de defin işini konuşmaya başladık. Bana göre en doğrusu hiçbir şey olmamış gibi davranmaktı ama sonra ele güne ne deriz korkusuyla vaziyeti ele almaya mecbur kaldım.
Cenazeyi kimselere duyurmadan köye getirmek ve defnetmek gerekiyordu. Sıradan bir cenaze olsaydı böylesine tedbirli davranmak elbette gerekmezdi lakin jandarmalar Abdullah’ı bir sabah herkesin gözü önünde köyden alıp götürmüşlerdi. Abdullah, şüpheli olaylara karışmış, biraz hapis yatmıştı. İki sene sonra mahkemede cezasını verip saldılar. Suçlu mu suçsuz mu ben bilmem. Devletin koskoca hâkimleri, savcıları var. Onlar elbet doğrusunu bilirler.
Abdullah, hapisten çıktıktan sonra bize de uğrardı. Ne de olsa yeğenimizdi. Ama ben, çocukları da hanımı da sıkı sıkıya tembihledim. Yerin kulağı var, dedim, yarın bir gün biri çıkar, falancaya yardım ediyor, diye şikâyet eder, Allah korusun başımız yanar, mahkeme kapılarında perişan oluruz, diye uzun uzun anlattım. Arif’e daha çok anlattım. Abdullah, epeyce iş aradı ama bulamadı. Afife Bacı’nın, ölen kocasından, rahmetli Salim Hoca’dan kalan emekli aylığı vardı, ben de üç beş kuruş yardımda bulundum. Hem akrabaya yardım etmek sevaptır hem böylelikle evde hanımın sesi de kesilmiş oldu. Allah hayrımızı kabul etsin! Abdullah köyde fazla tutunamadı. Önce Ankara’ya gitti geldi, İstanbul’a gideceğim, diyordu. Nitekim bir gün kapımızı çalıp helallik istedi. Bize hiç sezdirmedi meğer temelli gidecekmiş.
Vaziyetin nezaketinden dolayı cenazenin getirilmesi, sonra defni başlı başına bir meseleye dönüşmüştü. Öncelikle cenazenin Keşan’dan alınması gerekiyordu. Sonra, cenaze namazı, mezar yeri… Ben kendimce ele güne duyurmadan bir hal çaresi bulmaya çalışırken oğlum Arif’e de laf anlatmak zorunda kaldım. “Ben arkadaşıma sahip çıkamadım, bari son vazifemi yapayım.” diye tutturdu. “Oğlum, arkadaşın evinde eceliyle ölmüş olsa amenna, ama askerî bölgede ölmüş. Devlet takip eder, kimini kimsesini iyice araştırır; sen de gençsin, daha çiçeği burnunda memursun, başına iş alırsın.” dedimse de dinletemedim. Arif önce, belediyeden bir cenaze aracı almak istedi. Belediye başkanımız sağ olsun kimin nerede bir cenazesi olsa araba gönderir, kimseyi ortada bırakmaz . Arif belediyeye telefon edince, “Tamam, gelin, evrakınızı dolduralım, arabayı hazırlayalım, şoförleri de çağıralım,” demişler. Arif öğlen namazını kılıp yola koyuldu ama iki saat sonra kös kös geri geldi. “Araba arızalandı.” demişler. Ben anladım durumu ama üzerine de gitmedim. Arif’imin aklı böyle ince işlere pek ermez . “Oğlum, arabamıza binip gidelim. Orada bir araç bulur, cenazeyi alır geliriz.” deyince ikna oldu.
Ben kimseye duyurmadan yalnız Arif’le gitmek istiyordum. Eski muhtar Koruk Hasan, akrabamız olur, ben de geleyim, dedi. Edirne uzun yol, Hasan’ın şoförlüğü iyidir. Tam yola çıkacakken Musa da dikildi kapıya, saçını sakalını düzeltmiş, elbiselerini değiştirmiş. “Hayrola!” dedim. Gözlerini gözlerime dikti. “Ben de geleceğim.” dedi. Meczup adam, mesafe uzun. Yolda başımıza ne iş getireceği belli olmaz. Fakat “Hayır.” diye kestirip atmaya cesaret edemedim. Arabada yer yok desem Musa o kadar saf değil. Arif’e baktım, “Gelsin.” dedi. İstemeye istemeye razı oldum.
Köyden çıktığımızda ikindi henüz olmuştu. Keşan’a ulaştığımızda gece olacaktı. Cenazeyi almak sorun olabilirdi. Ben hastaneye telefon ettim, morg görevlisiyle konuştum. Gecelemeden geri dönmek iyi olacaktı. Arabayı Arif’le nöbetleşe sürdük. Musa neredeyse hiç konuşmadı, yalnız Gerede’yi geçince “Namaz kılacağım.” diye tutturdu. Çaresiz bir yerde durduk. Bir de İstanbul’a yaklaşınca mola verdik. Hastaneye vardığımızda saat gece yarısına yaklaşıyordu.
Hastane tenhaydı, biz morga geçtik. Nöbetçi memur, masasında uyukluyordu. Uyandırdık, gözlerini oğuştura oğuştura “Başınız sağ olsun. Jandarmaya haber verelim. Birazdan gelirler.” dedi. “Evrak işi var.” Bereket, çok geçmeden bir başçavuşla iki er geldiler. Abdullah’ın eşyalarını da getirmişler. Islanmış kâğıtlar, birkaç parça elbise. Evrakları imzaladım. Çekip gittiler. Cenaze kefenlenmemişti. Morg görevlisine bir gassal bulup bulamayacağını sordum. Adam aksi. “Gece yarısı nereden bulayım, sabah bakarız.” Arif “Kalacak yerimiz yok, yardımcı olamaz mısınız acaba?” dedi. Saat gecenin yarısı olmuş, devletin memuru ne yapsın! “Sabah ararız dedik ya birader!” diye çıkıştı. Koruk Hasan da araya girdi ama adam Nuh dedi, peygamber demedi.
Biz münakaşa ederken Musa konuştu: “Şehit cenazesine kefen gerekmez, yıkamaya da lüzum yok.” dedi. Hasan “Olmaz öyle şey, köyde duyan olur. Adımız çıkar. Kimselere laf anlatamayız.” dedi. Baktım, başka bir yolu yok. Adamın cebine yüz lira sıkıştırıverdim. Adam önce olmazlandı sonra ikna oldu, “Gündüzleri Yörük Camisinden bir gassal geliyor, bir arayayım.” dedi. Ben bir an önce hastaneden çıkma derdindeyim. “Hocamızı da üzmeyiz, gereken ne varsa yaparız.” dedim. Gassal daha uyanık çıktı, pazarlık yapmadan gelmeye razı olmadı, telefonda üç yüz elli liraya anlaştık. Gelir gelmez de önce parasını istedi. Biz konuşurken Musa “Şehit cenazesi, bunların lüzumu yok.” diye homurdanıyordu. Neyse ki sesini çok yükseltmedi. Bir de cenaze arabası bulmak gerekiyordu. Nöbetçi memur bir özel şirketin telefon numarasını verdi, aradık. Vefatın nasıl gerçekleştiğini, cenazenin nerede bulunduğunu, nereye gideceğini, kaç kişi olduğumuzu uzun uzun sordular. Sonra da otuz bin lira karşılığında cenazeyi götürebileceklerini söylediler. Bu çok yüksek bir fiyattı. Karşılamamız mümkün değildi. Elbettte bizim de zor günler için biriktirdiğimiz bir kefen paramız vardı ama onu da hemen harcamak hiç doğru olmazdı. Arif çok ısrar etti ama ben işi ona bırakmak niyetinde değildim. Aklıma Çatalca’daki yeğenim Necdet geldi.
***
Dükkanın kapısını kilitledim. Kepengi indirmiştim ki benim telefon çaldı. Kendimi arabaya attım önce. Akşama kadar ayaklarıma kara sular inmiş, kafamda kazan kaynıyor. Arabada baktım, arayan Veysi amcam. “Hangi dağda kurt öldü acaba!” dedim içimden, amcam bu saatte beni niye arasın! Zaten işi düşmezse beni hiç aramaz. Açtım telefonu, “Nasılsın yeğenim?” dedi. “İyiyim amca, sen nasılsın?” diye sormaya kalmadan anlatmaya başladı. Uzun uzun konuşuyor. Ben zaten pestil olmuşum, pek seçemiyorum dediklerini. Akrabalardan Abdullah vardı bizim köyde. Ölmüş herhalde. Pek bilmem köyden kimseyi, ben çıkalı yıllar oldu. Abdullah’la arada bir bayramda seyranda denk gelirdik. Zararsız çocuktu hatırladığım kadarıyla. Amcam “Cenazeyi sen köye götürür müsün?” diyor. Ben ayıkamadım başta. “Nasıl amca?” dedim. “İş bildiğin gibi değil yeğenim.” dedi. Sonra yine uzun uzun anlatmaya başladı. “Senin şu minibüs yok mu! Arkasına atsak!” Minibüs dediği benim eski süt arabası. Soğutmalı. Süt işinden elimde kaldı. Şimdi dükkana öte beri taşırım.
Başta işkillendim tabii ama sonradan jeton düştü. Amcam cenaze arabasına para vermek istemiyor. Pek uyanıktır Veysi amcam. “Mazot parası neyse veririz yeğenim, üç beş kuruş harçlık da koyarım cebine hem akrabaya yardım sevaptır.” Benim arabanın motoru büyük, taksiler gibi değil, soğutmayı da çalıştırmak lazım, o zaman da mazotu su gibi içer. Sonra yarın hemen dönemem, dükkânı kim açacak? Amcam diretiyor, “Sevaptır, hayrımız dokunsun!” diyor. Sevap depoyu doldurmaz ki! İki gözüm önüme aksın, dükkanda işler kesat. Sinek avlıyoruz. Sakız, çikolata satmakla kasada bir şey birikmiyor. Haldeki fiyatlar ateş pahası. Ekmek çarpsın, bir şişe yetmişlik olmuş iki bin lira. Amcam dinlemiyor, bastırıyor. Al aşağı vur yukarı, altı bin liraya anlaştık. “Yemin billah mazot param yok, parayı peşin alırım.” dedim. Yarım ağız, “Tamam yeğenim. Sen çık gel, konuşuruz” dedi.
Benim karıyı aradım, sıkı sıkı tembihledim. “Cenaze varmış, ben köye gideceğim, yarın erkenden dükkanı açın, ekmekler dışarıda kalmasın, oğlan da okula gitmeyiversin, sana yardım etsin ” dedim. Dükkandan fındık, fıstık, sigaramı aldım. Vurdum gazın gözüne, iki saate kalmadan yetiştim. Vardığımda cenaze yıkanıyordu. Selamlaştık. Ben pek sokulmadım içeri. Bir sandalyeye oturdum. Çok geçmeden hoca kapıda göründü. “Tamamdır, güzelce sardım, sarmaladım.” dedi ama benim kafam almadı bir türlü. “Amca, cenazeyi arabaya öylece mi koyacağız, tabut falan yok mu?” diye sordum. Amcam orasını düşünememişti. O, kafasını kaşırken hoca konuştu, “Benim camide eski bir tabut var.” dedi. Kapağı çatlak ama, üstünü örtersiniz nasıl olsa! Üç beş kuruş atarsınız, camiye de hayrınız dokunur.” Hoca çok uyanık adam. Bindik benim arabaya, camiye gittik gece vakti. Tabutu alıp döndük. Ben korkarım ölüden, onlar cenazeyi tabuta koydular, arabaya yükledik. Memur kâğıtları imzaladı, bir kâğıt da bana verdi, “Yolda, çeviren olur, soran olur, kâğıdı gösterirsin.” dedi. Yola çıkacakken amcam “Sen yalnız gitme, uykun gelir. Arif gitsin yanında” dedi.” Arif benimle gelirse amcamla Koruk Hasan bir de Musa kalacaklar. Onlar İstanbul’dan çıkana kadar sabah olur.
Musa’yı köye gelip gidenlerden duyardım, bir iki defa da uzakta gördüm o kadar. Köyün delisi, araba sürmez; yol bilmez, iz bilmez. Yanlarında niye getirmişler onu da anlamadım. Arif’e, “Sen babanla git, ben yalnız giderim.” dedim. Arif kararsız, öyle düşünürken Musa sokuldu yanımıza, gözlerini gözlerime dikti. Ekmek çarpsın, gözlerine bakamadım. “Ben seninle geleceğim,” dedi. Yeminle, herifin gözlerinde bir şey var, korkumdan “Hayır.” diyemedim. Arif kaldı, çaresiz ben Musa’yla yola koyuldum. Babaeski, Lüleburgaz, Çorlu derken adam hiç durmadan fısır fısır bir şeyler söylüyor. Arkada cenaze, önde meczup Musa ben iyice tırstım. Abandım gaza, kapattım sol şeridi gidiyorum. İstanbul’u çıkarken Musa hâla fısırdıyor. Yol uzadı, uzadıkça bana yavaştan bir uyku çökmeye başladı. Musa da sustu nedense, uyukluyor galiba! Fırsat bu fırsat, yaktım sigaramı, radyoyu açtım. Müslüm Baba çalıyor. Sigaranın külünü camdan savururken Musa’ya gözüm ilişti. Gözlerini dikmiş, öyle bana bakıyor, iki gözüm önüme aksın arabayı şarampole veriyordum. “Radyoyu kapat.” dedi, “Arabada cenaze var.” Elim ayağıma dolaştı, sigarayı attım, radyoyu kapattım.
Adapazarı’na doğru “Bir yerde dur, namaz kılacağım.” dedi. Benim canıma minnet. Girdim bir tesise, bu gitti. Ben de az kestirmek için arabada kaldım. Ne kadar uyumuşum bilmiyorum, cama vurdu, uyandırdı beni. Çay getirmiş. Çayı içtim, tuvalete gittim, sigaramı içtim, elimi yüzümü yıkadım. Tekrar yola düştük, Musa yine konuşmuyor. Saat on olmadan köye vardık. İhtiyarlar geride kalmışlardı. Ben arabayı caminin önüne çektim, amcamlara gittim, kafayı vurup yattım.
***
Abdullah’la aramızda iki ay vardı. Ben önce doğmuşum. Evlerimiz sırt sırtaydı. Kardeş gibiydik. İlkokulu, liseyi beraber okuduk. Babası Salim Hoca’ya beraber gittik. İçtiğimiz su ayrı gitmezdi, liseden sonra o üniversiteyi kazandı, Ankara’ya gitti; ben okumadım.
Abdullah okumaya hep hevesliydi. Nitekim zamanla evdeki odalarının birisi kitaplarla dolmuştu. Bunda eniştemin yani babası Salim Hoca’nın da muhakkak etkisi vardır. Eniştem gençliğinde köyden ayrılmış, önce İstanbul’a, sonra Mısır’a gitmiş, uzun yıllar medreselerde okumuş, sonra bilinmeyen bir sebepten köye dönmüş ve köy camiinin imamlığını üstlenmişti. Eniştem, çevresindekilerde kendisine karşı istemsizce bir saygı hissi uyandırırdı. Civarda da tanınır, sık sık kendisine fetva sormaya, akıl danışmaya gelenler olurdu.
Abdullah üniversiteye başladıktan kendisi gibi okumaya düşkün arkadaşlar edindi. Onun okul arkadaşlarından birkaçını özellikle de İsmail ve Mahmut’u birkaç defa köye geldiklerinden ben de iyi tanırım. Abdullah üniversiteyi bitirdikten sonra Çankırı Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. Orada yine kendisine benzeyen iki arkadaşıyla bir ev tuttu. Hafta sonlarında, tatillerde annesini yani Afife teyzemi sık sık ziyaret etme fırsatı buluyordu.
Abdullah gerçekten herkesin ihtiyaç duyacağı dostlardandı. Oğlum Sami’ye sık sık hediyeler getirirdi. Hatta bir keresinde köyde hiç görülmedik bir şey yapmış bana ve karıma evlilik yıldönümümüzde hediye almıştı. Tuhaf karşılanacak kadar ince düşünürdü Abdullah. Okulda nöbetçi kaldığı bir hafta sonu haber vermeden ziyaretine gidip “Teyze oğlu, hadi çıkıp bir yemek yiyelim.” dediğimde “Teyze oğlu, bilirsin canım sana feda, ama mesaim bitmeden ayrılmam doğru olmaz.” deyişi bu tür tuhaflıklardandır. Doğrusu köyde kimsenin kalbini kırdığı da vaki değildi.
Bir sabah erken saatlerde köye neredeyse bir bölük asker gelmiş, teyzemin evinin etrafını sarmışlardı. Bizi de uyandırmışlar babamı ve beni müşahit olmamız için çağırmışlardı. Askerlerin kapıyı açan Abdullah’ı yere yatırıp kelepçeleyişleri, teyzemin evini hallaç pamuğu gibi atışları hâlâ gözümün önündedir. Babam “Komutanım, hayır ola!” dediğinde sinek kaydı traş olmaktan dudakları morarmış başçavuşun “Terör faaliyetlerine katılmış, hakkında ihbar var.” diye cevap verişini, benim “Komutanım, teyzemin oğlu öğretmendir, bir yanlışlık olmalı!” diye atılmama mukabil “Bana iş mi öğretiyorsunuz! İşte tutanak, örgütün toplantılarına katılıyormuş.” diye çıkışmasını çok iyi hatırlıyorum. Askerler Abdullah’ı kelepçelemişler, üstelik birkaç kitabını da alıp gitmişler, geride gözü yaşlı Afife teyzem, ve titrek elleriyle yerden toplamaya çalıştığı başka kitaplar kalmıştı. Abdullah, götürülürken de tuhaf davranmış annesine “Üzülme anacağım, rızkımız neredeyse bizi oraya çeker. Allah’a şükür utanılacak bir iş yapmadım.” demiş ve başını eğmeden askerlerin arasında yürüyüp gitmişti.
Abdullah’ın cenazesini almaya giderken bütün bunlar ve daha başka anılar zihnime doluşmuştu. Morgda Abdullah’ın boylu boyunca uzanmış cenazesi, babamın önce morgdaki memurla sonra gassalle çekişe çekişe pazarlık yapışı, Abdullah’ı taşıyacak bir cenaze arabası bulamayışımız, Necdet’in yayvan yayvan konuşması, Musa’nın biteviye susuşu… Hepsi, her şey uyanıp kurtulmak istediğim ama bir türlü içinden çıkmadığım bir kâbusa dönüşmüştü. Abdullah’ın cenazesini kapağı kırık bir tabutta bir şarküteri arabasına yüklemek de bu kâbusu iyice derinleştirmişti. Şimdi Abdullah’ın cenazesi ruhumu ezen koca bir kaya, bir dağ gibiydi. Abdullah’ın memleketten ayrılacağını sadece bana haber verip helallik isteyişi, kelepçelenmiş elleri; kahvaltı sofrasında çalan telefon, yere saçılmış kitaplar, kapağı kırık tabut zihnimde sürekli dönüp duruyordu. Bir gün içinde Keşan’a gelip kazasız belasız nasıl geri dönebildiğimizi tam hatırlayamıyorum.
Kuşluk vaktinden hemen sonra köye ulaştık. Necdet ve Musa bizden biraz önce ulaşmışlardı. Öğlen ezanı yakındı. Nasıl haber aldıkların bilmiyorum, Abdullah’ın arkadaşları da gelmişlerdi. İsmail, Mahmut ve birisi daha. Onların ve köyden birkaç kişinin yardımıyla tabutu musallaya koyduk. Teyzemin bir penceresi cami avlusuna bakıyordu. Pencerede toplanmış kadınların önünde başına beyaz yaşmak bağlamış teyzem kolaylıkla seçiliyordu. Ben cenaze sahibi olarak tabutun başında beklemeye başlamıştım ki babam geldi, kulağıma eğildi. “Oğlum aman dikkat et, kenarda dur! Laf söz olur, başına bir iş gelmesin, kendini düşünmüyorsan çocuğunu düşün.” dedi. Babamın bu uyarısında haklı olduğunu öğlen namazından hemen sonra anladım.
Namazdan sonra biz yani ve Abdullah’ın arkadaşları ve köyden birkaç kişi daha cenazenin önünde saf tutup imamı beklemeye başladık. İhsan Hoca bir türlü camiden çıkmıyordu. Ben, musalla taşında bekledikçe sadece yüreğimi değil bütün bir köyü, Çerkeş’i, civar tarlaları, ovaları, ağaçları, evleri sıkıştıran, ezen ağırlıktan bir an önce kurtulmak için camiye girdim. İhsan Hoca cübbesini çıkarmış, paltosunu giyiyordu. “Hocam, cenazemiz vardı. Unuttunuz mu!” Tıslar gibi konuştu İhsan Hoca “Unutmadım.” dedi. “Ben anarşistin cenaze namazını kıldırmam. Kendinize başka bir hoca bulun.” Ben durumu tam anlayamamıştım. “Nasıl yani hocam?” dedim. “Abdullah’ı iyi bilirsiniz. Ne zararını gördünüz!” Konuşurken caminin avlusuna çıkmıştık. Ben şaşkınlık içinde avludakilerden yardım umarken İhsan Hoca sesini iyice yükseltti.” “Ben bu cenaze namazını kıldırmam arkadaş. Devletimiz hepimizden iyisini bilir, iyisini düşünür. Başınızın çaresine bakın.” Koruk Hasan, yorgunluktan, uykusuzluktan iyice çatallaşmış sesiyle İhsan hocaya “Hoca, aklını başına devşir, bu cenaze böyle ortada mı kalsın!” diye çıkıştı. Abdullah’ın arkadaşları da bir şeyler söylediler. İhsan Hoca aldırış etmedi, caminin dış kapısını da kilitledikten sonra anahtarları cebine koydu ve “Ben devletin imamıyım. Size mi kalmış kardeşim teröristin cenaze namazı?” deyip çekti gitti. Onunla birlikte zaten sayısı az olan cemaatten birkaç kişi daha ayrıldı. Ben bütün bu olan bitenlerin gerçekliğine inanamıyor, kendimi uzun süren kâbustan bir uyandıracak bir ses, bir ışık, bir sarsıntı bekliyordum. Abdullah musalla taşının üzerinde doğrulsa “Uyan teyze oğlu, bak ben buradayım.” deseydi hiç tereddüt etmeden boynuna sarılırdım.
İhsan Hoca gidince Abdullah’ın arkadaşları kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bir hal çaresi düşündükleri belliydi. Ben tedirginlik içinde onların yanına da gidemiyordum. Babamın canı çok sıkkındı. Avluda kalan birkaç ihtiyar ve diğerleri şimdiye kadar hiç tanık olmadıkları böyle bir durum karşısında ne yapacaklarını bilemez halde bekleşirlerken sokağın başından Musa göründü. Ben o zaman Musa’nın ortadan kaybolmuş olduğunu fark ettim. Cemaatin arasında da görememiştim.
Musa’nın üzerinde krem rengi bir cübbe vardı, eniştemin cübbesi. Başında eniştemin abanî sarığı. Ağır ağır yürüdü, caminin avlusuna girdi, gözlerini dikip herkesi tek tek ve uzun uzun süzdü. Hepimiz susmuş, Musa’ya bakıyorduk. Musa “Aklım başımdadır çok şükür.” dedi önce, “Deli yalan dünyanın malıyla oyalanana derler.” Sonra sustu yine herkesi bir daha süzdü, “Hoca’yı hepiniz tanırsınız, hepinizin çocuğunu okuttu.” Eliyle tabutu gösterdi, “Şurada yatanı da iyi tanırsınız, kimsenin tavuğuna kış demediğini benden iyi bilirsiniz. Öyle bir gün gelecek, anadan üryan doğduğunuz gibi mezarlarınızdan çıkacaksınız, anneler bebelerini bırakıp kendi dertlerine düşecek, işte o günde herkesi yapıp ettiği sorulacak. Bu cenazeye nasıl muamele ettiğiniz de size sorulacak.”
Musa konuşmaya devam etti. Konuştukça sesi yükseliyor, dalga dalga her yere yayılıyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu. “Suda boğularak ölen şehittir, gurbet elde ölen şehittir. Şehide kefen de namaz da gerekmez. Lakin fitneden emin olmak da lazım. Namazı kılacaklar saf tutsun.” dedi. Kimseden bir itiraz gelmedi. Önce Abdullah’ın arkadaşları davrandı, Musa’nın arkasına dizildiler; sonra Koruk Hasan, Yoğurt Mustafa, diğerleri… Önde Musa gürledi. “Er kişi niyetine…”
***
Bu satırları okuyanlar benim de cenaze namazı için saf tuttuğumu düşünmüşlerdir elbette. Fakat öyle olmadı. Benim İhsan Hoca’ya çıkıştığımı gören babam yanıma geldi, koluma girdi, “Etme oğlum!” dedi, “Taze memursun, çocuğunu düşün. Yerin kulağı vardır. İhbar eden olur, söz eden olur. Sonra memuriyetini kaybedersin. Hem İhsan Hoca’ya da ayıp ettin. Babalık hakkım var. Kendine gel. Cenazeyi getirdik, akrabalık görevimizi yaptık. Şimdi göz önündeyiz, geri durmak icap eder.” dedi. Ben ruhumu, benliğimi ezen, çiğneyen, pelteye dönüştüren o ağırlıktan kurtulup cemaate katılamadım. Neden sonra kendime gelip yekindiğimdeyse Musa selam verip namazı tamamladı. Namazı kılanlar tabutu omuzlayıp mezarlığa götürürken inceden bir yağmur başlamıştı.
El ayak çekildikten sonra mezarlığa gittiğimde orada teyzemle Musa’yı buldum. Musa yanık sesiyle Yasin okuyordu. Teyzemin karşısına, mezarın öte yanına geçip çömeldim. Musa okumayı bitirdi, uzun uzun dua etti. Teyzem çok bitkin düşmüştü, içli içli ağlıyor, gözyaşları yağmur damlalarıyla birlike mezarın taze toprağına dökülüyordu. Musa duasını bitirdi, teyzemin koluna girip kaldırdı. İstedim ki bana baksınlar, bir şeyler söylesinler. Olmadı. Afife teyzemin konuşacak hali kalmamıştı, fakat Musa… Musa ondan sonra, bir sabah ansızın köyden gideceği güne kadar benimle hiç konuşmadı.