Selim Güleç

Bir Zamanlar Ankara’da

Okuma süresi: 4 dakika

Dört sene geçmiş üzerinden.

Kahvaltıdan sonra misafirleri yolcu etmişlerdi. Herkes üzgündü. Eve çıkınca hepsi bir odaya dağıldı. Adam, Adalet Ağaoğlu’nun Damla Damla Günler adlı günlüklerini açtı. 1971 muhtırasının yaşandığı darbeli günleri anlatıyordu. Tutuklamalar, sürgünler, baskılar, tehditler; yok etme, ezme, sindirme çabaları… Günler günlere ne kadar benziyordu. Bu benzerlik adama iyi geldi. Demek dünyalı olmanın gereğiymiş bunlar, sızlanmanın gereği yok diye düşündü. Bazı cümlelerin altını çizdi, bazı sayfa kenarlarına ünlem koydu. Beş on sayfa okudu, canı okumak istemedi. Belki kurmaca okusam daha iyi gelir bana dedi.

Raymond Carver’in Azgın Mevsimler adlı hikâye kitabına sığındı. Aslında bu kitabı geçen ay okumuştu. Başları çok sıkıcı ilerleyen kitabın son hikâyelerine bayılmıştı. Tanıtım yazılarında söz edildiği gibi bir Çehov havası vardı. Yazar acele etmeden her şeyi tane tane, adım adım anlatıyordu. Bu da bir atmosfer oluşturuyordu.

Adama göre bir yazıda yakalanması en zor şey atmosferdi. O yakalandı mı gerisi kendiliğinden gelirdi. Hikâyelerimde bu yöntemden yararlanabilirim diye düşündü. Haryy’nin Ölümü adlı hikâyeyi okumaya başladı. Birkaç satır sonra olayı hatırladığı için sıkılıp atladı. Sülün adlı hikâyeyi zor bela tamamladı. Okurken aklında sürekli yazması gereken yazıyla uğraştı. Bu yüzden kendini kitaba veremedi. Kalkıp bilgisayarın başına geçti.

Yandaki inşattan fleks sesi geliyordu. Ustalar demirden bir şeyleri kesiyor olmalıydı. Sokaktan bir araba hızlıca geçti. Bahçe ve ağaç olmadığı için apartmanın saçağına sığınmış serçeler cik cik ötüşüyordu. Bilgisayarın açma düğmesine bastıktan sonra bu sesleri dinledi. Dikkatinin dağılacağını varsayarak pencereyi tül perdenin üzerinden el yordamıyla kapattı. İçerisi serindi. Oldum olası üşüyen ayaklarını, yaz kış çıkarmadığı terliklerin içine gömdü.

Bu sefer salonda oynamakta olan çocuklarının sesleri duyulmaya başladı. Aynı zamanda karşı binanın önünde duran bir araba kornaya bastı. Dat dat dat. Yetmezmiş gibi telefonuna üst üste mesaj bildirimi sesleri geldi. Bu sesi sevmiyordu. Ayarlardan değiştirebilirdi ama telefona temas etmeyi, onunla ilgilenmeyi de sevmiyordu.

Yeni bir Word sayfası açtı. Ne yazacağından tam olarak emin değildi. Önce bir müzik açıp dış seslere kendini kapatmak istedi. Youtube’a “konsantrasyon müzikleri” yazdı. En üstte çıkan linki tıkladı. Odaya bir anda bir kamyon gürültü doldu. Uzanıp hoparlörün kulağını kıstı. Reklamları atlayınca müzik başladı.

Gitarın telleri ses vermeye başlamıştı ki küçük kızı, peşinden de oğlu çıkageldi. Baba, aşağı inebilir miyiz dediler. Aşağıda kim var ki dedi. Bilmiyoruz, bakacağız dediler. Üzerinizi değiştirin ama dedi, ev kıyafetlerinizle inerseniz anneniz kızar. Küçük olanı aşağı dedikleri binanın otoparkına bakmaya gitti. Çocuklar varsa onlar da inecekti. Bir dakika bile geçmeden aşağının zili çaldı. Kız üzgündü. Kimsecikler yokmuş. Oyunlarına devam etmeye karar verdiler.

Adam sandalyeden kalkıp onların yanına geçti. Oğlan asker olamazsa mimar olmayı tasarlıyordu. Bu iş için ne kadar yetenekli olduğuna delil olarak jengalar ve legolarla yaptığı binaları gösterdi. Bir kır evi yapmışlar, önünde bahçesi de vardı. Az ilerde arabalar için bir tamirci. Hepsini babalarına gösterdiler. Adam hepsine çok güzel olmuş dedi. Köprüyü görünce durdu. Afferin size, bunu nasıl akıl ettiniz dedi. Oğlan bilgiç bilgiç, biz akıl ederiz dedi. Hadi len ordan deyip çocuğun saçlarını karıştırmak istedi. Çocuk başını kaçırdı.

Kız anaokulu öğretmeniymiş güya. Çocuklara hemence uydurduğu bir masal anlatıyordu. Abisiyle babasının sözlerine karışıp, bizim evimiz de böyle dere kenarında olsa ne güzel olur değil mi baba dedi. O zaman akrabalarımız daha çok gelir. Adamın içi burkuldu, evet kızım güzel olurdu, hem çok güzel olurdu dedi.

Adam yeniden bilgisayar başına döndü. Müzik devam ediyordu. Boş sayfaya bakınca içi daraldı. Vazgeçip mutfağa gitti. Çikolata tabağını bulup çocuklara götürdü. İstedikleri kadar alabileceklerini söyledi. Çocukların gözlerinde ışık parladı ama aç gözlülük etmediler. Adam da bir tanesini açıp ağzına attı. Karamel tadı damağına yayıldı.

Anne misafirleri yolcu ettikten sonra biraz telefonuyla ilgilenmiş, Whatsapp mesajlarına bakmıştı. Az evvel kapının önünde çektiği fotoğrafı aile grubunda paylaştı. Oğlu kapıyı kilitleyip anahtarı saklamış, kızı da kapıya yaslanmış halalarını göndermek istemiyorlardı. Büyüklerin gitme işinde ciddi olduğunu anlayan oğlan, anahtarı fırlatıp odaya çekilmişti. Kız ise, hala gitmeyin deyip ağlıyordu. Anne bu anın fotoğrafını çekmişti. Ona yeğenlerden, yengelerden yorumlar geldi. Bakacak mesaj kalmayınca başını yastığa koyuverdi. İçi geçmiş. Adam onun uyuduğunu gördü. Seslerden rahatsız olmasın diye kapıyı çekti. Perde havalandı.

Adam çocukların üzülmesini düşündü. Ah gurbet dedi. Ali Çolak’ın annesinden ödünç alıp, “Birbirimizi görmeden yaşlanıyoruz.” dedi.

Sandalyesine yeniden oturdu. Boş sayfayla karşı karşıya kaldı. Yazmak zorunda mıyım diye sordu kendine. Değilim ama yazmanın içimde bir yerlere dokunup iyileştirdiğini de inkâr edemem dedi.  Önce Youtube sayfasını açtı. Müziği değiştirdi. Farid Farjad’ın kemanı ses verdi.

Tam yazmaya başlayacaktı ki anne odadan çıktı. Kız çocuğu annem uyandı diyerek ona koştu. Anne, ne pişireyim size diyerek mutfağa yürüdü. Adam, karnıyarık yaparsan yeriz, salata benden dedi. İçinde taze bahar dalları sürgün verdi ve başladı yazmaya:

“Kahvaltıdan sonra misafirleri yolcu etmişlerdi. Herkes üzgündü. Eve çıkınca hepsi bir odaya dağıldı. Adam, Adalet Ağaoğlu’nun Damla Damla Günler adlı günlüklerini açtı. 1971 muhtırasının yaşandığı darbeli günleri anlatıyordu. Tutuklamalar, sürgünler, baskılar, tehditler; yok etme, ezme, sindirme çabaları… Günler günlere ne kadar benziyordu. Bu benzerlik adama iyi geldi. Demek dünyalı olmanın gereğiymiş bunlar, sızlanmanın gereği yok diye düşündü. Bazı cümlelerin altını çizdi, bazı sayfa kenarlarına ünlem koydu. Beş on sayfa okudu, canı okumak istemedi. Belki kurmaca okusam daha iyi gelir bana dedi. …”

2 thoughts on “Bir Zamanlar Ankara’da

  • yusuf

    bana Ankara günlerimi anımsatan, kolay okunan bir yazı…

    Yanıtla
  • Turgut

    Günler günlere, dönemler dönemlere ne kadar da benziyor. Ama insan hep aldanıyor. Yine de hayat böyle bir şey. Onca Hır gür içinde atakta kalma çabası.

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Captcha *