Gün Evini – 13 / Yoluma Çıkan Metinler
20 Mayıs, Salı
Sabah balkonda günlük okumalarımı yapıyorum. Bir yerde geri döndüm, tekrar okudum, sonra tekrar. İki yaradan ve iki ilaçtan bahsediyor okuduğum temsili hikâye. O yaralar acz ve fakr, ilaçlar ise sabır, şükür. Aslında aynı metni dün de okumuştum ama bir yer aklıma takıldı, bir daha bakayım dedim. Hem kahramanımızın peşinden gelen aslan hem önündeki darağacı ölümmüş gibi geldi. Başka bir ayrıntı olmalı, tekrar, daha dikkatli okuyayım, dedim. Yolcuyu tedirgin eden, peşini bırakmayan aslan ecelmiş. Tayin edilmiş bir vakit, ama bilinmiyor ne zaman gelecek. Her an pençesini vurabilir, dişini geçirebilir. O darağacının urganı ise sallanıp duruyor ilerde. Yolun sonunda oraya varılacak, kesin.
“Ve o iki ilaç ise biri sabır ile tevekküldür. Öyle mi? Evet, emr-i kün feyekün e malik bir Sultan-ı cihana acz tezkeresiyle istinad eden adamın ne pervası olabilir?
..Diğer ilaç ise şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzak-ı Rahim’in rahmetine itimattır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevad-ı Kerim’in misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elim ve ağır olabilir?”
Bir sofra, türlü yemeklerle dolu, kuş sütü eksik değil. Bir de güzel sunum yapılmış, çiçeklerle süslenmiş. Çiçek demetleri yerleştirilmiş yer yer. Şükür önemli. Üzerinde durulması, öğrenilmesi, belki temrinatla meleke haline getirilmesi gereken bir duygu. Az önce bir reels videosuna rastladım. Şükran terapisinden bahsediyordu bir psikolog arkadaş.
22 Mayıs, Perşembe
Şeyh Galip Divanında şöyle bir dizeye rastladım. “Nigah-ı mürşid-i Rûm kimyayımış bildik.”
Yani? Bildik ki, Anadolu mürşidinin nazarı simya imiş. O dediği mürşit Mevlâna.
Bir zaman bu mazmunu konu edinen bir yazı yazmıştım. O zaman bu şiirden haberim olsa kuvvetle muhtemel bu dizeyi de iktibas ederdim. O yazının merkezinde Mahtumkulu Firaği’nin bir dizesi vardı. “Nazarım kimyadır, bakır altın olur,” diyordu üstat.
Bakış önemli, evet.
Eşyanın mahiyetini tağyir ediyor. Her iki anlamda da.
Eğer Mürşid-i Rûm Hazretleri gibi bir pir ise söz konusu onun bir bakışı benim gibilerin bakır gönlünü altın edebilir belki.
Ben söz konusu isem, eşya ve hadiseye güzel bir nazarla bakmalıyım. Öyle yaparsam güzel görürüm. Lezzet alırım vesselam.
23 Mayıs, Cuma
Kıştan beri masamda duran bir roman vardı, arada açıp okuduğum oluyordu. Bugün bitti. Bir Faulkner romanı, “Döşeğimde Ölürken”. Aslında gönülsüz başlamıştım okumaya. Yıllar önce “Ses ve Öfke”sini okumuştum yazarın. Çok iyiydi teknik, hayran olmamak elde değil ama zihnimi değilse de sanki ruhumu, kalbimi yoran bir şey vardı. Yine aynı teknik. Birçok kahraman konuşuyor anlatıcı olarak. Her biri kendi bakış açısıyla, bilinç akışı tekniğiyle anlatıyor. Bu sefer kalbim de o kadar yorulmadı üstelik. Belki biraz.

Köyde dağ başında tek başına bir ev var, bir akraba evi. Ev sahibesi verdi kitabı, “Okudun mu bunu?” dedi, ben “yok” deyince tutuşturdu elime. Belki de biriyle konuşmak istiyor bu kitap hakkında ama çevresinde konuşabileceği kimse yok. Anlarım bu duyguyu, çok yaşamışlığım vardır. “Hayır, bu ara Faulkner okumak istemiyorum, yoruyor böyle şeyler beni,” diyemezdim. Pişman olmadım. Ama aylara yayarak değil de hızlıca, en fazla bir hafta, on günde okusam daha fazla lezzet alırdım, orası doğru. Kurmaca eserler çok yaymaya gelmiyor.
Geçenlerde bir dostum üretici okuma ve tüketici okuma gibi mantıklı kavramlar üzerine konuştu. Dinlerken hoşuma gitmedi değil ama ben öyle yapamıyorum sanırım. Zamanında planlı okumadım, gençliğimi çer çöp ile geçirdim diye çok yakınsam da okuma listelerimi hâlâ rastlantılar yapıyor. Önüme ne çıkarsa onu okuyorum çoğunlukla.
Biri bir kitap hakkında benimle konuşmak isterse pek reddedemem, önümdeki kitaba ara verir o kitabı okurum. Hele öğrencim filansa. Mesela “Devlet Ana”yı öyle okumuştum. Bir öğrencimin elindeydi. “Hocam, okuyayım mı, nasıldır?” dedi. “Bilmiyorum ama verirsen birkaç gün sonra konuşabiliriz,” dedim. İki üç gün sonra iki cildi okumuştum. Öğrenci okumuş muydu hepsini emin değilim. Beğendiğim yerleri, katılmadığım yerleri, neden katılmadığımı… konuştuk. Yıllar sonra Paulo Coelho’nun “Zahir”ini de bir öğrencimin sorusu üzerine alıp okudum. İyi okuyordu o sınıf, on ikinci sınıf öğrencisi olmalarına rağmen ellerinden kitap düşmezdi, çoğu çok iyi okullara gittiler.
Kendi çocuklarım büyürken onların hatırına okuduğum da oldu epey. Mesela Yerdeniz serisini kızım sekizinci sınıfta fantastik edebiyata merak sarınca okudum. Çok iyiydi. Oğlanın fantastik mevsiminde onunla beraber Dune okudum. O da iyiydi, pişman değilim.
İşte öyle. Dağınık, günler ne getirirse, önüme kim ne çıkarırsa onu okumaya devam ediyorum bir yandan; bir yandan yaşıma uygun, kendi gündemimdeki kitapları da boşlamamaya çalışıyorum elbette. Tefsir, tasavvuf… Aslında on yıl kadar oldu felsefe okuyayım daha çok diye bir karar almıştım kendi kendime ama pek randımanlı gitmedi. Bir süre yaptığım listeye göre okudum sonra yine önüme çıkan metinlerin akışına bıraktım kendimi.
Ben kitapları seçmiyorum, onlar beni buluyor desem, havalı bir cümle olur belki ama tavsiye edilecek şey değil sanırım. Soran olsa, kendim başaramasam da planlı okumayı tavsiye ederim.
Bir çalışma yapıyorsak, bir proje varsa kafamızda elbette planlı okunur da okur olmak böyle bir şey mi?
Sanmam, kuşların kaderle uçtuğu yerde, metinler de bir kaderle önümüze çıkıyordur belki.
“Ruh akrabalarını bulmak” sözünü Ali Çolak’ta okumuştum. Okumak ruh akrabalarımızı bulmak aslında. Onu, onları bulduktan sonra, eserlerini beğendiğimiz, kendisini akraba bildiğimiz yazar ve şairlerin referans verdiklerine gönül rahatlığıyla gidilir yine. Ben, üslup eksenli okuyorum artık. Ama üslubunu güzel bulduğum hâlde, büyük yazar olduğu hâlde akraba olamadığım yazar ve şairler çoğunlukta. Eline sağlık. Okuma ve yazma yolculuğun sürüp gitsin.
Teşekkürler. Bir de Cemil Meriç’in sözü vardı. Aynı kitabın üzerine eğilen insanların yakınlığından bahsediyordu. Önemli konu, evet.